Adam bu işleri en iyi bilecek bir mevkide ve de siyasilerden birinin her ay bir mafya babasından on bin dolar aldığını iddia ediyor. “Kim bu adam, söyle” diyoruz. “Söylemem” diyor adam. Adam ya müfteri, ya da suça dolaylı veya dolaysız ortak; mutlaka soruşturma konusu yapılmalı.
Bu kişi, kabinede bakan. Aslında kabinedeki bütün bakanlar Mecliste konuşmaya başladıkları anda bütün muhalif milletvekilleri salonu terk etmelidirler; zira bunlar seçilmemiş, atanmışlardır. Bu adamlara, A.B.D.’de olduğu gibi bakan değil de “sekreter” densin diyenler de var. Oysa bu da yanlış; zira “sekreter” Fransızca’dan alınma, “secret(sır)”den türetilmiş ve “sırdaş” anlamına gelen bir kelime.
Sırdaşlar arasındaki ilişki, tarafların en az tek bir mevzuda birbirleriyle eşit olmasına dayanır. Oysa buradaki “bakan”ımız, sırdaşlıktan da aynı derecede uzakta: Tek kişi tarafından seçiliyor, yine bu aynı tek kişi tarafından istendiği anda, kendisine haber bile verilmeden görevden atılıyor; yardımcılarını bile kendisi atayamıyor; kendisine ait istifa etme hakkı da yok, kendisini atayan kişi tarafından “görevden affına dair talebinin kabul edilmesi” var; bu affın ne zaman olacağı ya da olup olmaması da atayan kişinin tekelinde; kısacası bayağı şerefli bir iş…
Bakanımız, işte bu şerefli işini görürken Meclis genel kurulunda seçilmişlere parmak sallıyor, olmadı doğrudan küfür ediyor, haydi o da olmadı, seçilmişi dövmek üzere üzerine yürüyor. Muhaliflerin ta işin başından beri yapmaları gereken, ama yapamadıkları şeyi, hiç değilse bu gün yapmaları gerekiyor: Meclis salonunu ya kendileri terk edecekler, ya da bakanı dışarı def.
Bu gün artık, seçilmeyip atanmış olanların seçilmişler üzerinde egemenlik kurmalarını önlemek, rasyonel bir siyasi tercih olmanın çok ama çok ötesinde artık etik bir zorunluluk haline de gelmiştir: Gerek İtalyan, gerekse de Alman faşizmleri herhangi bir dışsal ayaklanma, isyan, başkaldırı ya da askeri olan veya olmayan bir darbe sonucunda değil, büyük ölçüde ilk bakışta sivil/hukuki yollar üzerinden iktidara gelmiştir.
Günümüz Türkiye’sinde, muhalif milletvekillerinin hangi partiden olurlarsa olsunlar belirli konularda kendi aralarında anlaşıp, cumhurbaşkanının gerek kendisine seçtiği yardımcıyı, gerekse bakan olarak atadığı kişileri, diyelim kişi küfürbaz konuştuğu, kişilere parmak salladığı ya da üzerlerine yürüdüğü, kendisine sorulan sorulara cevap vermediği vs… takdirde, önce kendisinin Meclis salonu terk etmeye davet edileceğini, tut ki çıkmadı bu sefer de seçilmişlerin genel kurulu terk edeceklerini ya da salon içinde kalıp ancak sırtlarını bakana çevireceklerini, kısacası benzeri müeyyideler uygulayacaklarını belirtmelidirler.
Diyelim bütçe görüşmelerinde bütçeyi savunacak kişi, kendi yerine bir başkasını gönderdiğinde de benzeri müeyyidelerle karşılaştırılmalıdır. Yüksek mahkemelere ve de artık kendi kendisini mahkeme gibi gören RTÜK’e gönderilecek üyelerin sayısını partilerin milletvekili sayısına göre belirleyen görüşmeler de peşinen boykot edilmelidirler; böylesi bir tespit şekli en namuslu insanı bile doğrudan tarafgirliğe teşvik etmektedir. Muhalif milletvekilleri “torba yasa” görüşmelerine girmeyeceklerini ya da girseler bile oy kullanmayacaklarını, halkın parasıyla yapılan köprü, tünel, altgeçit ve -hepsi şehir dışına kurulan- “şehir hastaneleri” gibi konularda “ticari sır” kavramının kullanıldığı hiçbir cevabı cevap olarak saymayacaklarını da önceden bir bildiriyle kamuoyuna sunmalıdırlar. Kuveyt’e Türk polisi gönderilecekmiş; işte bu da aslında muhalefet milletvekilleri tarafından sık sık dile getirilebilecek bir konudur.
Bu tedbirlerin hepsi aynı sürede eşit derecede etkili olamayacaktır, ama topu birden belirli bir sürecin oluşmasına yol açacaktır: İktidarın tek başına kalma süreci. Sonuçta “alışılmışın dışında olan bir şeyler” yapmak, ülkenin götürülmekte olduğu yolun önünü kesmek için, mutlaka ve mutlaka zorunludur.