Okulların açılmasına az kaldı. Çocukların, özellikle ilkokula gidenlerin yıllardır süren şikayetleri yeniden gündemde. İnsanlar çocuklarını gece karanlığında uyandırıp, az sonra da ya okula göndermek, daha doğrusu götürmek ya da servis otobüsüne bindirmek zorunda, daha tan yeri ağarmamış iken.
Bu, her şeyden önce dilimizdeki ‘sabah’ kelimesinin anlamını yok eden bir uygulama: Tan yeri ağarınca sabah olur. Ama bunların belki de en baş derdi, ana ve babalar namaz kılıyor olmasalar da, onları ve tabii çocuklarını namaz kılacakmış gibi uyandırmak.
Saray müstahdemlerinden, kendisine ‘bakan’ da denilen biri bu düzenlemeyi savunmuş; bu uygulama çocukların depresyona girmelerini engelliyormuş. Tabii tam bir cehalet, ama ondan da önce dinci dogmatizme dayanan tam bir insan sevmezlik: Ülke ne kadar dikey olursa, orada saatler arasında çok büyük bir fark yoktur; ancak ülkenin yataylığı ölçüsünde yaz ile kış arasında o kadar büyük bir fark olur; dolayısıyla ülkenin doğusu ile batısı arasındaki insanları arasındaki eşitsiz mutsuzluğu gidermek üzere belirli bir yaz-kış saati ayarlaması yapılması mutlak bir zorunluluk haline gelir. Neyse daha önce de kısmen dedik ya, bunlar dinsel dogmatizmin de kışkırttığı bir cehaletle namaz kılmayacak insanların da namaz kılacak olanlarla aynı saate uyanmaya zorlamanın yanı sıra Orta Doğu’nun Sünni Müslüman devletleriyle aynı bir saate uymanın da peşindedirler, bir gün onların lideri olma hayaliyle; tabii Avrupa’dan da daha bir kopmak üzere.
Bunlar Türk vatandaşlığını da işportaya çıkarttılar: Önce 250 bin dolara, bu günlerde de artık 400 bin dolara ev satın alırsan, Türk vatandaşı kabul ediliyorsun; hem de tek başına değil, aile fertlerinle birlikte.
Burada para karşılığında pazara sürülen şey, doğrudan doğruya bizim vatandaşlığımız, yani sadece ve sadece bize ait olan bir şeydir, dolayısıyla bunu bizden habersiz ve de üstelik sadece para karşılığı satışa çıkartmak hem manen, hem de maddeten, yani ilk ilmeğinden en son düğümüne kadar gayri meşru bir davranıştır. Hemen hepsi Müslüman ülke kökenli ve en az 1 buçuk milyon kadarı ya burada doğmuş ya da daha çok küçükken buralara gelmiş en az 13 milyonluk bir yabancı ordusu; hemen hepsi aynı saftan, pek çoğu memleketin her köşesine yayılmış; hassaten katil bir azınlığı ise buradaki yönetimin desteği altında: Memleketin bütün ahalisi bu işlerin başındakilere karşı tavır almalıdır.
Hem sadece bize ait bir şeyi sat; kimlere sattığını elinden geldiğince bizlerden sakla; aldığın parayı da nereye harcadın, onu da söyleme: Herhalde “ticari sır” dedikleri bu…
Bütün bunlar Suriye meselesi etrafında ortaya çıktı: Önce ‘kardeş Esad’la, karı koca tatil yap; ama birden bakıyoruz ki, Batı’yla birleşip ‘katil Esed’i devirmenin en güçlü ortağı ol. Şam’da Emevi Camiinde zafer namazı peşinde koş; tabii bunun en dibinde yatan ise, Sünni İslam dünyasının lideri olma arzusu.
Dünyanın bütün şeriatçı teröristleriyle -bazıları açık, bazılarıyla da üstü kapalı- müttefikleş; Batı’ya karşı onları Suriyelilerden koruyan kalkan olarak para alırken, İslam dünyasına da ümmetin en büyük gücü olarak dünyanın en olmadık yerlerinden gelen Sünni Müslümanların merkezliğine oyna ve de bu arada yaklaşan seçimlerde oy olarak da kullanabileceklerini elinden geldiğince Türk tabiiyetine geçir; en güvenmeyeceğin kaynak 200 bin, çok daha güvendiğin kaynak ise 1 buçuk milyon civarında insandan bahsederken…
Aslında kendi vatanlarını şu ya da bu sebeple terk etmiş kişilere verilen ‘Türk tabiiyeti’, aslında bunlara Türklük aşılamaktan çok, biz Türkiyeliler nezdinde Türk tabiiyetinde olmanın değerini düşürmeye yöneliktir. Zira bunların gözünde aslında vatan ve millet değil, ümmet vardır; yani gerek coğrafi, gerekse de fiziki-sosyal her türlü sınırdan yoksun.
Bunların bir sürü çığırtkanı vardır; bunların en başında da RTÜK. Bir de kendilerinin din adını verdikleri ideolojinin başı ve erkanı. RTÜK, her şeyden önce kendi kendisini mahkeme yerine koyar, öyle davranır; diyanet dedikleri teşkilatın başı ve erkanı ise neyin haram, neyin de helal olduğunu belirlemekle meşguldür; başındaki kişi ordu teftiş eder, devlet binalarının açılışına katılır, tabii dinsel kıyafetiyle. Dört-beş yaşındaki çocukların tek bir anlamını dahi bilmedikleri ezberleme kurslarını okul-öncesi eğitimden saydırmanın da peşindedir, bu şahıs. RTÜK’ün başkanı ise, sadece haberlerde değil, canlı yayınlarda geçen kelimeleri dahi sansürleme telaşındadır; rakıyı, şarabı bile yasaklar. Ve fakat bunların hiç biri bizi şaşırtmaz: Bunların reis-i alemleri dememiş miydi ki “Türkiye’nin Taliban’ın inancıyla alakalı ters bir yanı yok”.
İnşallah bunlar da geçer; tabii, ben ölmeden.