2019 Mart seçimlerinde aynı bir zarfın içinde dört oy var. Yüksek Seçim Kurulu bu dört oydan üçünü geçerli, birini ise geçersiz sayıyor. Ekrem İmamoğlu da, kendisini kastederek ‘ahmak’ diyen saray sözcüsüne (bazıları ‘bakan’ diyorlar) ne diyeceğini soran basın mensuplarına verdiği cevapta ’31 Mart seçimini iptal ettirenler ahmaktır’ diyor ve işte bu yüzden yargılanıyor.
Adamların yaptıkları, tabii ki ahmaklık. Ahmaklık yapanlara ahmak diyemeyecek isek, delilik yapanlara da deli demeyelim. Üstelik bunlar gerçekten ahmak mı yoksa değiller mi. Tabii ben bilemiyorum, ama buradaki ahmaklık doğrudan doğruya ahmaklıktan değil, kötü niyetten kaynaklanıyor.
Bu arada eski emniyetçi Sabri Uzun'un Kaftancıoğlu’na verilen cezaları eleştirdiği tweetine karşı, Emniyet Genel Müdürlüğü de kendisini ‘ahlaksızlıkla’ suçlayan bir tvit attı: Devlete bak, kendi vatandaşını resmi bir beyanla ‘ahlaksız’ ilan ediyor; ki, burada ahlaksızlıkla suçlanan o dairenin eski başkanı. Ve daha sonra, Uzun'un rütbeleri de sökülüyor. Bizler “nedir bu edepsizlik” derken, bir de bakıyoruz Hanefi Avcı hakkında da soruşturma; onun da rütbeleri sökülüyor. Bu iki olay arasına sıkıştırılmış bir de Mustafa Yeneroğlu olayı var; HDP’ye karşı “çivilerim seni valla” tehdidi de daha hiç unutulmamış iken.
Rezilliğin sonu yok; TELE 1’e el koymaya yönelik bir kumpas da kuruluyor: Bak, RTÜK başkanı ve bu işlere alet olan diğer aparatçikleri; bugün işleriniz iyi gidiyor diye, bunun sonsuza kadar hep böyle sürmeyeceğini aklınızdan çıkartmayın. Ama çıkartıyorlar; son günlerde yine TELE 1’e, Halk TV’ye ve KRT’ye ceza yazdılar; bu arada Ankara adliyesinde Kuran kursu da açıyorlar, bütün adliye personeline ve ailelerine: Kadınlarla kadınlar, erkeklerle erkekler, kız çocukları kız çocuklarıyla, erkek çocukları da erkek çocuklarıyla farklı sınıflarda: Her şeyiyle utanç verici bir gösteri.
Bunların ‘Başkan’ları da, diyelim taa 1982’lerde kurulmuş Van Üniversite’sini kendilerinin açtığını söylüyor; ya da kendi partililerine “arkadaşlar biz geldiğimizde… bırakın paletli ambülansı, normal ambülans var mıydı” diyor. Ben daha bin dokuz yüz ellili yılların başlarında İstanbul Kadıköy’de iki ambülans olduğunu hatırlıyorum: Biri Skoda, diğeri de Studebaker; her ikisi de 1948 model. Ben 1947 doğumluyum; ama bu iki ‘cankurtaran’ı çok iyi hatırlıyorum; ben, Studebaker’i ‘Sütlü-beygir’ olarak telaffuz eder, Kadıköy’ün nüfusu da henüz 500 bin değil, sadece 100 bin olduğu o günlerden. Bu arada buzdolabı, ki o zamanlardaki adıyla ‘frijider (soğuk üreten)’in de, evlerin çoğunluğunda değil, ama hem bizim ve birkaç tanıdığımızın evinde, hem de oturduğumuz sokaktaki bakkal Karabet’in dükkanında olduğunu biliyorum. Buradaki adı geçen Karabet ’amcam’, Nazım’ın şiirindeki ‘babası Kürt dağlarında kesilmiş Ermeni vatandaş’: Nazım’ın annesi de bizim sokakta otururdu; bodrum ile tavan-arası birlikte bir kat sayılırsa, hemen hepsi üç katlı kagir evlerden oluşan, bizim de bu evlerden birinin ikinci katında kiracı olarak oturduğumuz sokak, Kadıköy Bahariye’de.
Bin dokuz yüz ellili yılların özellikle ikinci yarısı, önce çamaşır makinesi, kısa süre sonra da elektrikli süpürgelerin evlerde görülmeye başlandığı yıllar. Bunlar arasında en fazla satan İngiliz malı Hoover; ama bizim için önemli olan, bu gün de hala faaliyette olan ve sadece montajı değil, doğrudan doğruya teknolojisiyle de türk Tolon’un da piyasaya girmesi, Bursa malı. Bundan bir kaç yıl sonra da Arçelik çıktı ortaya; önce çamaşır makinesi, ardından da buzdolaplarıyla…
Bunlara bakılırsa, islamiyeti de yine bunlar geri getirmiş memlekete: Ulan, ben bile öptüm sakal-ı şerifi, hem de daha beş-altı yaşımdayken; ellili yılların en başı, Şifa Camii daha çok yeni açılmış, bizim eve de oldukça yakın; işte orada.
Bunların getirdiği tabii ki yeni bir şeyler de var. Benim kafamda en fazla kalan, Şehir Hastaneleri. Şehirdeki hastaneleri kapat, şehir dışında bir hastane kur ve de ona Şehir Hastanesi adını ver. Bu her şeyden önce dilin dil olmaktan çıkartılması. Ama çok daha vahim sonuçlara da yol açıyor: Bir sağlık merkezine ulaşmayı, bile isteye ne kadar zorlaştırıyorsan, aynı oranda bir cinayetin de –tedricen- faili olursun; zira ‘sağlık’ın mutlak zıddı ‘ölüm’dür.
Şehir Hastaneleri yap-işlet-devret modeli üzerinden yapılıyor; ama devlet ‘ticari sır’ diye sözleşmeleri kamu oyundan gizliyor. Bunların hepsi dövize endeksli, tıpkı otoyolları, üst geçitleri yapanlarla imzalanan antlaşmaları gibi. Oysa devlet kendisi için çalışan her hangi bir şirket değil, bizlerden topladığı paralarla çalışan bir mekanizmadır; dolayısıyla bizlere hesap vermek zorundadır, ama dedik ya ‘yapmıyor’, sayıştayı fiilen yok ediyor; “başkan”ları sayıştaya hitaben ‘açık aramayın’ diyor, Türkçeyi de ‘itibardan tasarruf olmaz’ özdeyişiyle zenginleştirmiş oluyor. Bu arada halk bir sürü ithal ilacı eczanelerde bulamıyor; ama neyse TÜİK de tedbirini almış, son yıllarda ölüm oranlarını yayınlamıyor.
Evet, artık millet olarak mı kalacağız, yoksa ‘dar-ül harp’ unsurlarına mı dönüşeceğiz: Önümüzdeki seçim, belki de bizim son şansımız.