Parmak boyasına karşı çıkan Yüksek Seçim Kurulu, boyayı kaldırırken de yasal bir düzenleme istemiş mi; yani yeni bir yasal düzenlemeye gerek var mıydı kuralı yeniden getirmek için?
2017 referandumunda, sandıklar kapandıktan sonra, imzasız atılmış oylar da sayılır hale getirildi; henüz Meclis’te her hangi bir yasal düzenlemeye gidilmeksizin. Yasal düzenlemeye çok sonra, aylar geçtikten sonra gidilecekti; yani, yeni kural düzenlemeye gitmek kesinlikle mecburi değildi.
2019 seçimlerinde aynı zarfa atılmış dört oydan 3’ünün geçerli, 1’nin ise geçersiz sayılması ‘akıl’dan da önce ‘ahlak’a aykırı olduğu anlamına gelmez mi? Yaptığı eylemlerle ‘akıl’dan da önce ‘ahlak’tan da yoksun olduğunu gösterenlere ‘ahlaksız’ demek suç mudur? ‘Parmak boyatma’yı reddetme, seçim hilelerine başvurmayı peşinen onaylamak değil ise, nedir? Burada artık YSK’nın tarafsız olmadığını tekrar tekrar bağırmak gelmiyor mu içinizden?
Bunlar, her yerde ümmetdaş, dolayısıyla şeriatdaş; yani, diyelim San Salvador’daki de ümmet, Türkiye’deki de ümmet, Nepal’deki de ümmet: Doğrudan doğruya “vatan” kavramı yok ediliyor ortalıktan; ister istemez vatandaşlık ve vatandaşlığın her bir bireye eşit derecede tanıdığı haklar da. Afgan, Suriye’li ve de diğer ülkelerden yurdumuza akın edenler, doğrudan doğruya ya da dolaylı olarak, bunların ‘ümmetçilik’iyle ilgili.
Şu anda kendi egemen olduklarını sandıkları topraklarda belirli bir ‘mikro-ümmetçilik’ kuracaklarını zannediyorlar gibi geliyor bana.
Her hangi bir yabancıyı ülke tabiyetine alma, her şeyden önce buranın gerçek vatandaşına haksızlık: Yabancıların vatandaşlık vasıtasıyla elde edeceği her toprak parçası, ülkenin topraklarının esas sahibi olanlarından şu ya da bu ölçüde gasp edilmiş demektir, belirli parasal ya da dolaylı menfaatler karşılığında. İşte bu yüzden de vatandaşlığa alınan her yabancının mutlaka ve mutlaka niye bu toprakların vatandaşlığına kabul edildiği devlet ilanları vasıtasıyla halka bildirilmelidir; tabii bazı az sayıdaki özel durumlar hariç.
Bu arada ister istemez, diyelim kaç tıp, hukuk, güzel sanat vs… ustası hoca ya da çırak ihraç edildi ve yine aynı süre içinde kaç hoca ve de çırak ülkeye ithal. Bunu neden soruyoruz: Bazıları var ki, ‘bizimkiler giderse gitsin, yeni muhacirler bize onlardan daha iyi bakar’ havasındalar, Allah onlara akıl fikir versin, ama onlardan da önce biraz daha zeka. Bunların gözünde bizim doktorlar ise ‘biraz daha lüks araba’ ya da ‘daha sık gidilen konserler’ gibi ‘süfli’ heveslerin peşine düşmüş zavallılar…
Bir devletin iyi mi yoksa kötü mü olduğu konusundaki nihai faktör, bu devletin kendi vatandaşlarının ülkeyi terk etmeyi hiçbir zaman düşünmemesidir. Kendi oturduğu
sokağın hemen başındaki iğneyi alıp yaptırdığı eczane, üç dört sokak ötesindeki bir sağlık merkezi, belki en fazla bir taksi mesafesinde en az bir hastane: Bu iktidar, şehirdeki hastaneleri boşaltıp, şehrin bayağı dışında ‘şehir hastaneleri’ kurmaktadır; her şeyden önce kültürümüzü bozmalıdır ki, ‘şehir hastaneleri’ aslen şehir dışında kuruluru kabul eder hale gelebilelim. Çoğu son depremde iyice hasar gören bu şehir hastanelerinde, katlar arasında merdiven yok, sadece asansör vardır (gerçek bu), bazı bölümler ise birbirlerine taksi-dolmuş tipi araçlarla bağlanırlar: Hasta mantığından tümüyle uzakta. Bir de bazı bölümler ve katlar arasında çelik merdivenler var, ama son depremde hepsi kilitli olduğu için belli ki yüzlerce, belki de binlerce kişinin hayatına mal olmuşlar. Evet, sigara sağlığa zararlı; ama un, tuz, şeker, sucuk, salam, kola vs…; onlara da mı kesin yasak koymak gerekiyor: Hastahaneler de dahil, bütün kamuya açık binalarda, girişleri sınırlı ve de belirli ücrete bağlı sigara içme odaları açılması, her hangi bir fantezi değil, demokrasinin vaz geçilmez bir sonucudurlar. Bu arada radyo ve televizyonlarda da sadece spikerlerin değil, bu organlara davetli her bir kişinin uyması gereken bazı kurallar vardır ki, bunların büyük çoğunluğu bedevi arap dünyasından alınmış olup, tam bir cehaletin yansımalarıdır: Örneğin, bozalardan pek çoğu, kefirlerin ise hemen hemen hepsi biradan daha
alkollüdürler ama, hiç mi hiç sakınmadan içilir, hemen hemen her yerde.
Burada esas olarak sistem bozuktur; her şey gerek dolaylı gerekse dolaysız olarak kim ki iktidar, işte ona bırakılmıştır: RTÜK başkanından hemen bütün yüksek yargı yönetim kurullarına, hemen her şey partilerin meclisteki mevcudiyet oranlarına teslim edilmiştir; muhalefetin de çok büyük ölçüde oylarıyla birlikte… Ve de ortaya ne çıkmıştır: İktidara tam-yandaş olmayanları dahi yargılayıp ceza kesen ve de daha yargı kararı bile kesinleşmeden uygulamaya kalkan ‘gayri-meşru’ bir yargı sistemi. Bunu uygulayanlar, elbette bir ceza görecektir inşallah en kısa sürede…
Bir de, sisteme daha ulaşmadan, var oluş koşulları açısından aslında sisteme de yabancı olan bir kurum daha vardır; ki, o da Diyanet İşleri Başkanlığı’dır: Yüzlerce yıllık bir dinsel imparatorluktan yepyeni bir ulus devlete geçilmektedir; ama mekanizma bayağı doğru işler; en az bir 85 yıl, sulh ve sukun içinde geçer; ama son 10-12 yıl, başta başkanları olmak üzere din üzerinden para kazananlar tarafından bu denge bozulur; tabii AKP hükümranlığı temelinde.
Önce cinsiyet temelli başörtüsü isterler, daha çocuk 3-4 yaşında iken; ardından çocuk 4-5 yaşında olup henüz daha kendi dilini dahi öğrenmemiş iken 400-500 sayfalık bir kitabı, hem de dilini bile öğretmeksizin belirli bir beste temelinde ezberletmeye dayanılır: Türkçesi “Kuran Kursu”.
Din, ne zaman ki bir ideoloji kendisini bir bütün ya da kısmen insan-üstü bir referans bulur, işte o zaman bir “din”dir; yani ne zaman ki bir ideoloji kendisine uymayanlara vereceği zararı şiddetlendirir ve/ya da süreklileştirir, işte o ölçüde de “din”leşir; yani, ne kadar ki şeditleşir, işte bu şekilde “din”dir. Ve de ne kadar ki Tanrı’nın varlığı ya da yokluğu konusunda saygıyı bırakıp bilim’e döner, işte o ölçüde a-gnos-tik, yani arasında ‘bilememci’dir; dolayısıyla insanlar arasında ister dişi olsun, ister erkek; ister zenci olsun ister, ister beyaz; ister inanan olsun, ister inanmayan vs…, hiç bir şey fark etmez; dolayısıyla bir daha bir insandır, yani saygı değer…