Türkiye artık ‘cumhuriyet’ değil; yani artık ‘halkın olan’, ‘halkın olan şey’, yabancı dildeki karşılığıyla ‘res(şey)-publica(şey, nesne)’ değil. Her bir şeye karar veren gerek dolaylı, gerekse de dolaysız olarak artık halk değil, tek bir kişidir. Bu kişi beş yılda bir halk tarafından seçilecektir; ama, her şeyden önce şunu biliyoruz ki, mevcut iktidar bu güne kadar yapılan her seçimde ya da referandumda elinden geldiğince her türlü hileye baş vurmuştur: Referandumda yaptığı mühürsüz zarfların da sayıma katılmasını aklınıza getirin, yeter; tabii, aylar sonra bu icraatı yasallaştırmak üzere yeni yasa çıkartmak zorunda olduklarını da bilecek kadar.
Diyelim seçim doğru dürüst, yasalara uygun olarak yapıldı; ama, seçimden seçime ya arada kalan dört sene: Bu mu cumhuriyete, yani ‘halkın olan(res-publica)’a uygunluk.
Parti, tam kelime anlamıyla ‘kısmi, parçasal’ demek; Cumhurbaşkanının görevi ise milletin, halkın tümünü temsil etmek, bu yüzden de halkın tümüne eşit mesafede bulunmak. Aynı kişi hem siyasal parti genel başkanı, hem de Cumhurbaşkanı olsun ve bu arada Cumhurbaşkanlığı yemini etsin. Bu, her şeyden önce mantık ötesi tam bir maskaralık; ama aynı zamanda siyasi bir rezalet de: Başbakanlık kaldırılmış, eskiden hükümeti teşkil eden teşkilatların başına getirilecek kişileri gerek seçme, gerekse de görevden alma işi de Cumhurbaşkanına verilerek kendisi aynı zamanda yürütmenin de başı konumuna getirilmiştir. Şimdi de haksız ve hatalı biçimde ‘bakan’ adı verilen kişilerin yanı sıra kendi yardımcılarını da yine kendisi seçecek ve de görevden alabilecektir. Gerek cumhurbaşkanı yardımcısı, gerekse bakan olacak kişilerin seçilme ön şartı ise, ya hiç milletvekili olmamak, eğer milletvekili iseler de seçilebilmek için milletvekilliğinden istifa etmeleri olmuştur. Bu kişilerin Cumhurbaşkanı tarafından getirildiği görevden istifa etme hakları ise kaldırılıp, cumhurbaşkanının takdirine bırakılmıştır
Cumhurbaşkanlığına seçilenin, aynı zamanda siyasal parti genel başkanı olduğu durumda, ister istemez yürütmenin de başı olacağı kesindir: Mevcut siyasal partilere ilişkin mevzuatta partinin bütün işleri konusunda, tabii bu arada kimlerin milletvekilliğine aday gösterileceği konusunda son karar da yine parti gene başkanına verilmiştir. Ancak, diyelim ki Cumhurbaşkanın partisi şu ya da bu sebeple Millet Meclisinde çoğunluğu sağlayamadı ve de Cumhurbaşkanlığı tarafından hazırlanan bütçe kanunu meclisten geçemedi, işte bu durumda bile Cumhurbaşkanı meclisten geçemeyen bütçeyi, geçmiş yılda tespit edilen enflasyon oranında arttırarak yürürlüğe sokacaktır; yani, artık yürütme de Cumhurbaşkanının etki alanına dahil edilmiştir.
Yargı ise, gerek Adalet bakanı, gerekse de müsteşarının bazı yüksek yargı organlarına dahil edilmesiyle, gerek bazı üyelerinin doğrudan Cumhurbaşkanı tarafından, bir diğer bölümünün de partilerin meclisteki üye sayıları temelinde seçilmesiyle, o da artık Cumhurbaşkanının etkisi altındadır.
Kısacası, burada ortaya çıkan sistem, değil bir cumhuriyet olmak, pek çok monarşinin dahi ulaşamadığı mutlak bir otokrasidir; yani tam Türkçesi, “bir tek ben bilirim”cilik. Ayrıca her otokrat rejim de illaki bizdekine benzeyecek değildir. Mesela her otokrat rejim, belki de hiç biri bizdeki kadar avami, hatta hakaret dolu bir dili siyasetin parçası haline getirmez: “Yüzsüz, terbiyesiz, alçaklar, zalimler, pislik, çöplük, edepsiz, cahil, cinsi-cibilliyeti bozuk, çukur, kalibresiz, tezek, ruhsuz, şer odağı, bozuk, namert, mezarlık soyguncusu, artist, haşhaşiler, nebbaşlar, sapıklar, ulan İsrail dölü, karanlık, görgüsüz, onursuz, müfteri, ahlaksız, eşkıya, zorba, dangalak, kifayetsiz, muhteris, vs…”; işte bütün bunlar Türk siyaset diline girmiştir, son beş-on yılda..
Anayasa ismen Cumhuriyet anayasasıdır; ama uyan kim? Anayasada Türkiye’nin üye olduğu uluslararası antlaşmalara sadık kalacağı vardır; ama Türkiye, diyelim Demirtaş ve Kavala’ya ilişkin AİHM’nin kararına uymamış; ancak aynı mahkemenin siyasal islamcı teröristlere ilişkin kararına uyup, çok sayıda insan öldürmekle suçlanan sanıkları serbest bırakmıştır. Bu arada ‘tek adam’, yerli üst mahkemelerin kararlarına da işine geldiğinde uyup, işine gelmediğinde de uymamıştır: MYK’ın Can Dündar ve Erdem Gül hakkındaki karara “uymuyorum, saygı da duymuyorum” demiştir. Ama, şimdi Kavala’yı ağırlaştırılmış müebbete mahkum eden mahkemeyi eleştiren yabancılara karşı “Türkiye’nin de bir hukuku var, herkes ona karşı saygılı olmalı” türünden bir karşı hücumda bulunuyor. Burada aslında hem yerli, hem de uluslararası hukuka da aykırı bir iş daha yapıyor: Gezi mahkemesinin yargılarının kesinleşmesi için, önümüzde daha iki merci var, yani mahkeme hala devam ediyor; buna karşı bu kişi mahkemelere açıktan telkinde, hatta büyük ölçüde şantajda bulunuyor; zira sonuçta bütün hakim ve savcıların geleceği bu kişinin kararına bağlı. İstanbul sözleşmesi konusunda da danıştay savcısının kararı buradaki iptalin hukuka aykırı olduğu yönünde; ama danıştayın kararı henüz belli değil. Korona-19’a ilişkin maskeler konusundaki kararı da, bilim kurulu üyeleri aynen bizler gibi aynı kişinin konuşmasından öğreniyorlar; daha sonra da yine aynı kişinin uyarısı üzerine çıkartıyorlar maskeyi. “Geceleri müzik yasağı” olduğu gibi kalıyor, her nedense… Radyolarda, televizyonlarda rakı, şarap, viski vs… demek de yasak; ki, burada esas önemli olan, insanlara yukarıdaki bir gücün denetimi altında olduklarını hatırlatmak. Alkollü içkiler derken, her seferinde bu içkilerin sağlığa zararlı olduklarını da söylemek bir mecburiyet; yoksa RTÜK ceza yazıyor. RTÜK üyeleri, siyasal partilerin Meclisteki üyeleriyle orantılı olarak seçiliyor: Aslında muhalefetin bir bütün olarak bu seçimlere kesinlikle katılmamaları lazım; ama böyle bir şey gerçekleşmiyor. Oysa RTÜK doğrudan doğruya iktidarın bir aparatı olarak iş görüyor: Diyelim Diyanete bağlı bir kuran kursunda aylar süren çoklu bir tecavüz olayı var; diyanet olayın üstünü kapatmaya çalışırken, Tele 1, KRT ve Halk TV’nin haberi yayınlayış biçimini “incitici” bulduğu için RTÜK’e de şikayette bulunuyor, RTÜK işte bu yüzden söz konusu üç televizyona ceza yazıyor. Bu arada Basın İlan Kurumu da sadece yandaş gazetelere ilan ilan veriyor; bununla da kalmıyor özel sektörün de yine aynı gazetelere ilan vermesini şu ya da bu şekilde sağlıyor. Saray’ın varlığı ise hukuk açısından yasa dışı, siyaset açısından da gayri meşru; ayrıca şu da var: İçinde oturacak olan başbakan iken Başbakanlık Servis Binası olarak temeli atılıyor, ancak kişi “başkan” olunca bu sefer adı saraya çevriliyor. Burada artık bir rejim değişikliğinin, yani cumhuriyetten monarşiye geçişin en önemli izleri var; zira cumhuriyet saray yapmaz, yıkar.
Evet, mevcut iktidar fiilen ülkeyi cumhuriyetten en otokratikinden bir monarşiye geçirmiştir; ama esas amaçları, bunu da aşan bir günahtır: Ulus devleti aşıp, şeriat adını verdikleri ve insan-üstü bir merciye dayandığına inandıkları bir ideoloji doğrultusunda insan soyunu, en başta cinsiyet olmak üzere işi solak ile sağlak ayırımına kadar götüren, dolayısıyla insan ve insan hakları kavramlarını tümüyle dışlayan bir siyasal yapı kurmaktır. Son yıllarda belirli ülkelerden gelen mültecilere ülke sınırlarını neredeyse tümüyle açıp, bunların bir bölümüne vatandaşlık vermeleri de işte böylesi bir çerçeve içinde değerlendirilmelidir. Burada artık vatan topraklarının bir bölümünün başka bir devlete bırakılmasından bile daha farklı bir şey gerçekleşmektedir: İlkinde vatan topraklarının yüz ölçümü, burada ise mahiyeti/niteliği değişmekte, “vatan” vatan olmaktan çıkartılmaktadır. İşte bu yüzden, başta muhalefet partileri ve bunların mecliste bulunan milletvekilleri, henüz yapılıp yapılmayacağı dahi belli olmayan bir seçimi beklemeden harekete geçmelidirler: Diyelim, milletvekilleri, hepsi ”başkan” tarafından seçilen bakan, başkan veya bakan yardımcıları konuşmaya başladıkları anda belirli bir hareket göstermeli, ya konuşan kişiye bakmamak, ya kendi aralarında konuşmaya başlamak ya da salonu terk etmek türünden bir şeyler… ve de tabii bu tür hareketlerinden toplumu birebir haberdar kılmak. Şunlar da mümkündür: Partilerin meclisteki temsilciliklerine göre aday gösterebildikleri, RTÜK ve diğer bir sürü devlet kurumunun yaptıkları seçimlere katılmayıp, bu kurumlara üyeliklerin üst meslek kuruluşlarınca seçilmesini teklif etmek; ya da “bakan”lara ya hiç soru sormamak ya da yasal cevap süresinde verilmeyen cevapları her ay kamu oyuyla paylaşmak…
Ve bu arada aslında bizlere çok iş düşüyor…