Bir sürü adam var, ortaya bir sürü rezillik koyan; ama adamlar aslında işin köpüğü. Görünürde adam; güya RTÜK başkanı; oysa doğrudan doğruya iktidarın, iktidar blokunun adamı; zira kişiler buraya siyasal partilerin parlamentodaki oranlarına göre seçiliyorlar: Adamlarda az buçuk utanma olsa, bu işe aday bile olmazlar.
İktidarın sansür aracı oluyor RTÜK. Sunucu televizyonda haberleri yorumsuz olarak sunacak, yayınlanacak şarkılarda “milli değerler”i temel olarak alacakmış. Bir de Diyanet İşleri Başkanı var; insanlar şu ya da bu şekilde giyinmeye ya da ne yiyecekse onu yemeye dini değerler doğrultusunda uyacakmış.
Ey adam; sen bir devlet memurusun; önce adam gibi giyin; gittiğin yerde dua falan okuyacaksan, orada takarsın cübbeni; ama dinler mi adam: Birkaç hafta oluyor yine gitti taa Şırnak’a; ordu denetlemeye, yine cübbesiyle.
Çocuklara, gerçek çocuklara, yani daha 3-5 yaşındaki çocuklara bilmedikleri bir dilde bir şeyler ezberletiyorlar, hem de 400-500 sayfa. Aslında ezberlenen metin çocuğun anadilinde olsa bile, henüz daha çok küçük, özellikle soyut içerikli kavramları kesinlikle anlayamaz; ama bu arada hiçbir şeyi akıl süzgecinden geçirmeyip, doğrudan inançla çözmeyi huy edinir.
Bu arada Diyanet başkan yardımcılarından birisi çıkıp diyor ki “genç bir kızımız, henüz daha nişanlı, bir damat adayının yanında, üstelik tesettüre de uygun değil, fotoğraf çektiriyor; bu teşhircilik”. Bak yavrum, sen de devlet memurusun ve de laik devlet ‘nas’la yönetilmez. Laik devlet, Afganistan ‘bakan’larını da devlet düzeyinde karşılayamaz; bu da anayasal suçtur. Yine aynı dönemde sanatçılara karşı kampanya, Cuma namazı sonrası cami içinden söylediği sözler; ama birkaç gün sonra -herhalde parti içinden gelen eleştiriler üzerine- “hedefim o şarkıcı değil” demesi: Ne samimiyet, değil mi? Ve de en son ve her şeyin ötesinde, Trabzon’da çocuğa söylettikleri sözler… En asgarisinden bir siyasal utanma: Bunlarda, yok öyle bir şey. Bu arada alkollü içkilere ve sigaraya korkunç fiyatlar, hemen her gün enerji mallarına zam; ama ekmeğe de, makarnaya da…
Bütün bunların başında iki arkadaş var; daha doğrusu iki iş(görev)daş, en azından şimdilik. Biri iktidar; diğeri de onun işbirlikçisi. Bu işbirlikçi, kendisinin hiçbir zaman kendi başına iktidara gelemeyeceklerin bilinci içinde, iktidarda olanların peşine takılmış. Aslında monarşizan; ama bu olmayınca “ne yapalım, hiç değilse oligarşik olsun” diye iktidardakinin peşine takılmış.
Cumhuriyetçi, tabii ki değil; yargıyı da, yürütmeyi de “icraat”ın peşine sürüklemek, tek tercihi. Toplumu, tek egemen hale gelmiş sermaye-emek çelişkisinden yüzyıllar gerisine götürüp, esas olanın “mesleki işbirliği (fascio)” olduğuna inandırmak: Faşizm.
Sivil toplum kuruluşlarının peşinde; hepsi kapatılsın istiyor; en çok da, Türk Tabipler Birliği’ni; bu arada Anayasa Mahkemesine de karşı, HDP’ye de. Milli bütünlüğe en fazla zarar veren odak, oysa kendisi; zira milli bütünlüğün “herkese hukuksal eşitlik”ten geçtiğini bilmiyor ya da bilmezden geliyor. Bu arada mafyayla da işbirliği halinde; ağzını açtığı anda ise gelsin küfürler, hakaret nitelikli sözler.
Yukarı da farklı bir biçimde söyledik ya, tek tercihi kendi içinde farklılaşmış bir toplumu, sadece bedevi bir toplumu ayakta tutabilecek olan ‘asabiyet -akrabalık- toplumuna çevirebilmek; yani ulusal/uluslaşma yolundaki bir toplumu ayakta tutabilecek olan tek şeyi, yani ‘hukuki eş-değerlilik’i ortadan kaldırıp, yerine neredeyse hayvansal bir duygudaşlığı getirmek; tabii gerektirdiğinde zorla. Başka terimlerle söylersek, ‘güçler ayrımı’nı tümüyle ortadan kaldırmak; yani cumhuriyet düşmanlığı adamın nihai derdi.
Diğer ortak ise, kafasının hem içinde hem de dışında İslam ümmetinin lideri, yani Halifesi olmak var; ama eylem düzeyinde kendi kendisini tümüyle “libero”, yani İtalyanların futbol dünyasına kazandırdığı anlamıyla serbest/özgür/hür; aynı zamanda hangi hürriyeti nerede, ne zaman ve kimlere karşı kullanacağının da yegane belirleyicisi.
Libero, rakip takımın forveti sizin savunmayı aşmış, kaleciyle karşı karşıya; işte burada “libero”luğunu sonuna kadar kullanıyor. Rapkip futbolcunun arkasındaysa sırtındaki fanilaya, ensesine, kulağına ya da doğrudan doğruya başına tükürür; sürati yetiyorsa rakibi arkadan ya da yandan çelmeler; fırsatını bulursa önüne geçip ya yere yatarak önünü keser ya da ayağını, bacağını tekmeler; mümkün olduğunca hakemlere göstermemek kaydıyla. Burada kimi hatırlıyorum?: Meclis’teki son bütçe görüşmelerinde de Özgür Özel kürsüde konuşurken ona arkadan yaklaşıp yumruk atmaya yeltenen AKP’liyi; o da eski milli futbolcuymuş, üstelik de ‘libero’.
Önce “bütün milliyetçilikleri yere gömdüm” gibilerinden bir şeyler söyler; ama bu arada Apo’yla da ilişki kurmuştur; kardeşine mektup okutturur, TRT ekranlarından. Terorizmle savaşır, ama yine de “asıl Demirtaş, Apo’ya hesap versin” der. Bizlerin parasıyla Kuzey Irak’taki icraatları, Suriye’de mevcudiyeti, Libya ve diğer bazı Afrika ülkelerinde faaliyetleri; ama her şeyden de öte, kendi ülkesinin sınırlarını fiilen korunmasız hale getirip, kendi öz vatandaşlarını bir mülteci istilasına maruz bırakması.
“Ümmet”in coğrafi sınırı yoktur; ama bir devletin egemen olduğu toprakları ‘ümmet’e açarken, kendisinden yana olmayan kendi öz vatandaşlarını “darülharp” ilan etmek, yani silip süpürülecek unsurlar olarak görmek, pek âlâ olur. Ya da kendi ormanlarını, belki kendin ateşe veremiyebilirsin -ki, aslında o da pek belli değil-; ama diyelim, kendi elindeki yangın söndürme uçaklarını 5000 bin değil de 4900 litre su taşıyorlar diye uçuştan men etmek, o da pek âlâ olur: Hem size, hem de yeni “ümmet”daşlarınıza epey bir toprak çıkar o güzelim Akdeniz kıyılarından; İskenderun’dan İzmir sahillerine kadar.
Ancak sadece kırdan değil, şehirden de toprak kazanmak gerekir. Bu konuda ilk kurbanlar, bazıları yüz yılı aşkın, pek çoğu ise aşağı yukarı 100 yıllık hastaneler. Önce boşaltıyorlar, sonra da zaman içinde yıkıyorlar; ama aynı araziye yeni hastane falan yapmıyorlar; ya AVM (Alış-veriş Merkezi), ya çok katlı bina, ya da “millet bahçe”si. Oysa bu şehri senin şehrin-kasaban yapan, belki hayata gözlerini ilk orada açtığın, belki bir/birkaç yakınını yaşarken son defa gördüğün, kızını ya da oğlunu ise ilk defa kucakladığın; çoğu defa bir vasıtaya bile binmeden ulaşabildiğin o hastaneler. Yeni yaptıkları ise, bir ya da iki devasa bina; çoğu, kentin kırla birleştiği yerde, hatta bazıları 15-20 kilometre kırda; ama hepsinin adı “Şehir Hastanesi”. Şehirlerde ise, içindeki aletlerin pek çoğu yeni hastanelere yerleştirilmiş “eski hastane/sağlık merkezi”: Yurt çapında yüzlerce; sırf Ankara merkezde 30-35 tane.
Geçtik grammatikal tutarlılığı, anlamsal uygunluğu, şehir planlamacılığını, yaşayanların mutluluğunu; burada, her şeyden önce potansiyel katillik var; zaman zaman da gerçeğe dönüşen… Kriz geçirmişsin ya da ağır yaralanmışsın; ikisi aynı şey mi 5-10 dakikada ulaşabildiğin hastane/sağlık merkezi ile en az bir saate gidebileceğin “Şehir Hastanesi”. Hastaneden bahsetmişken şunu da söyleyelim: Başta hastaneler olmak üzere, göçmenlerin Türkler üzerinde faikiyetleri var; yani, geride kaç Türk kalıyorsa kalıyor, göçmen gelince sıra başına alınıyor; Türklerden itiraz olursa, bazı göçmenlerin “biz Başkanın misafiriyiz” diyerek itiraza itiraz ettikleri söyleniyor. Bu arada şimdi aklıma geldi: Son seçime kadar seçmenler oturdukları yere göre dizilirlerdi; o yüzden diyelim aynı apartmanda oturanlar birbirlerini iyi kötü tanırdı. Son seçimden itibaren ise bu sıralama işi, Nüfus ve Vatandaşlık diye başlayan farklı bir kuruluşa verilmiş ve bu kuruluş, artık sıralamayı oturulan yere göre değil alfabeye göre yazıyormuş. Peki ben bunu niye anlattım? Anadolu’nun her kentinde değil, ama başta İskenderun ve Kilis olmak üzere sınır kentlerinde, aynı sandıkta oy kullanan insanların birbirlerini tanımasını güçleşmesi, aslında göçmen olup da hükümetçe kendilerine Türk kimliği verilen insanların doğrudan tanınmalarını, en azından belirli bir süre geciktiriyomuş; işte ondan, anlattım.
Şehir hastanelerini yapan mütahhitlerle de otoyol, köprü, alt geçit yapanlarınkine benzer antlaşmalar yapmışlar; gizlilik var üzerlerinde. Karayolculara geçiş garantileri vermişlerdi; bunlara da hasta garantileri. Devlet bunlara ne kadar para verecek: O, “ticari sır”mış. Ulan, devlet bizden ayrı bir şirket değil ki; onun verdiği paralar, bizim vergilerimiz. Bu arada, tabii yine vergilerimizle yapılacak Kanal İstanbul var: Arap şeyhleri veya karılarından başlayıp yine en fazla Arap zenginlerine; tabii, inşallah yapmaya vakitleri kalmaz.
Kanal İstanbul’un altında da aslında çok daha fazla hesap var. Tabii önce Lozan’ı ve de onun kilidi olan Montrö’yü kötülemek; bu arada çoğu Amerikalı birkaç radikalin de hoşuna gitmek: “Karadeniz Rus gölüne döndü artık”; bizden çok başkalarına yönelik sözler. 104 emekli amirali yargıladıkları gün, “kurulu anayasa düzeni değiştirmeye davet” suçundan; ama kadere bak ki, davanın duruşması ile aynı gün, davaya değil Montrö’ye destek geliyor Zelensky’den ve NATO’dan, “aman, bu antlaşmaya iyi sahip çıkın” diye: İnsan, hiç değilse bu durumda bir utanır; ama yok öyle bir şey, bunlarda…
Kadınlar Günü’nde, başta Kadıköy olmak üzere elinde tencere ve tavalarla sokağa çıkan kadınlara gaz püskürttüler, otobüslere doldurup işkence ettirtiler, sonunda tutuklattılar, “tencere ve tava insanlara zarar verir” diye: Önce “polis” utansın, daha doğrusu sadece ve sadece “polis” utansın; çocuklarının önünde…
Bunların bir diğer marifetleri de, köy okullarını kapatmak: Son yirmi yılda 20 bine yakın köy okulu; talebeleri güya talebeleri az olanlar. İktisadi, yani tasarrufa yönelik bir tedbir diyorlar; ama değil, doğrudan doğruya salt ideolojik.
Tabii önce şunu ortaya koyalım: Her din, her şeyden önce bir ideolojidir. Ne zaman ki bu ideoloji, kendi referans noktasının insan üstü/tarih ötesi bir yerde bulunduğunu da ileri sürer, işte ona da “din” deriz, böyle bir referansa gerçekten sahip olsun ya da olmasın. 16. Yüzyılda İtalya’da başlamış, 17. Yüzyılın sonunda ise Bastille’yde taç giymiş Rönesans (Yenidendoğuş): İnsanlık buradaki yaşamını, kimsenin bilmediği bir ‘öbür dünya’ya değil, doğrudan burada olup bitenlere uydurmaya yöneliyor; ki, bu da insanı bireysel farklılıkların ötesinde, tek bir soy olarak ele alınmasını getiriyor: ‘İnsan Hakları’. Burada yol, somut insandan başlıyor: Kadın ya da erkek, zenci ya da beyaz, inanan-inanmayan ve bir de ‘ben bilmediğim şeyin varlığına da inanmam’ diyen bir insan türü; yani, ‘a-gnos’tikler ve daha binlerce türden insanlar.
Burada kısaca laiklik kavramına da değinmek gerekir. Şöyle ki kadınların başını, daha bir az oranda da hem saçını, hem yüzünü örtmesi ise yer yer gelenekleşmiş bir olgudur. Ancak kadının yüzünü örtmesi, her şeyden önce kendi hayatını da zorlaştıracaktır; kişinin doğrudan tanınmasını önlediği ölçüde ise suçtur. Başını örtme: Tabii ki suç değildir; ancak ne zaman ki saçının tek bir telini bile göstermemenin peşindedir; işte bu, eğer kadın devlet memuru ve de bu özeni çalışmakta olduğu sürede gösteriyorsa, işte bu suçtur; tabii, eğer devlet laikse. Suçtur, zira devlet hem laik, ama hem de belirli bir inancın gereğini kendi memuresi üzerinden sergiliyor. Ama kadın, işini bitirip yola çıktı; artık ister tümüyle örtebilir saçını, isterse de bırakır tümüyle serbest.
Bu arada Avrupa’nın tavrına bakalım: Adamlar aslında sevinçli, böyle bir kapı komşuları olmasından. Zira Türkiye, ilk başta resmen olmasa da, ama artık yeni yeni resmen de, ‘göçmenleri göndermeyeceğim’ diyen bir iyönetime sahip; ki, burada Türkiye’nin yaptığı, aslında Avrupa’nın bu gününden daha çok yarınına da yansıyacak bir iyilik ve Avrupa bunu hakikaten çok ucuza mal ediyor, bu iktidar sayesinde…
20 binden fazla köy okulu kapatılınca, öğrenci sayısı da üç milyon üç yüz binden altı yüz bine düşüyor. Sırf köylerde hemen her gün milyondan fazla öğrenci gün ağarmadan, ayakta. Sabaha daha en az iki saat var; kasaba ya da şehirdeki -tarikat- yurtlarına gönderilenler ise, onların da yine en az 1 ya da 2 saat günün ağarmasını beklemeleri gerekiyor; ki, söz konusu yurtlarda çocukların başlarına neler gelebildiğini yeniden hatırlayalım. Ancak bizce çok daha önemli olanı, yargının bu konudaki haberlere genellikle önce erişim yasağı koyduğu, bunun ardından ise bu haberlere erişim yasağı konulduğuna erişimin de engellemesidir. Vakıa, şehir ve kasabalarda mahalle okullarının de bayağı hızlı bir şekilde İmam-Hatip’e dönüştürülmesiyle, çocuğunu oturduğu mahallenin dışında okutma imkânlarından yoksun ailelerin çocukları da, bunlara benzer koşullarda yaşar hale getiriliyor.
Köydeki değişme son 10-15 yılda müthiş hızlanmıştır. Diyelim bir üründen iç pazara katkı, aşağı yukarı yüzde 50; ama 4-5 yıl sonra bakıyoruz, yüzde 20’ye düşmüş. Hakeza, köylü nüfusu toplam nüfusun yüzde yirmisi; ama yine bakıyorsunuz beş-altı yıl sonra oran yüzde 7-8. Ancak en önemlisi, ekilen toprak son 10-15 yıl içinde iki Trakya boyu alan kaybetmiş. Ekilen toprağa ihtiyacımız mı kalmadı: Hayır değil, zira Türkiye Afrika’da ekilecek toprak kiralıyor ya da satın alıyor.
Şöyle bir söz vardı, son 10-15 yılda çıkmış: ”Eskiden buğday satıp fabrika satın alırdık, şimdi artık fabrika satıp buğday satın alıyoruz”. Ama onun da süresi çabuk doldu; zira artık satacak fabrikamız da kalmadı; işte o yüzden de zeytinlik satıp, çoğu ithal malı yaprak ve ağaçla donatılmış ‘millet bahçe”leri kuruyoruz.
Yeni düzende Türkiye değil hukuksal, anayasal ya da yasal meşruluğu, düz akılla düzenlenmiş meşruluğu dahi kesinlikle elde edemez. Burada bize lazım olan “şizofrenik akıldır”dır: Aynı anda hem belirli bir partinin, yani belirli bir “bölüm/parça/taraf” anlamına gelen bir kuruluşun, ama hem de Devlet’in başı, işte bu adama “tarafgir olmama/taraf tutmama yemini” ettiriliyor.
İstanbul Sözleşmesi’ de iptal edilemez; gerek ilke olarak, gerekse teamüllere uygun düşmediği için. Meclis’ten 246’ye karşı tek bir oy alarak; o oy da karşı değil, çekimser. Aleviler, Demirtaş ve Kavala’yla ilgili kararları uygulamamak da anayasaya aykırı; aynı zamanda, yerli üst mahkemelerin alt mahkemelere dair kararlarını uygulatmamak da… Radyoda, televizyonlarda sadece sunucuların değil, misafirlerin de rakı, şarap vs… demesi yasak; bu arada, otomobilden diş macununa, firma adı vermek de; büfelere içki satma yasağı ve müthiş vergiler; devlet hastanelerinde, doktor her hastaya en fazla 5 dakika ayırabilecek, gerisi yasak; değil bisiklette, mobilette bile arkaya adam almak da yasak, isterse kocan, karın ya da çocuğun olsun; durduruyorlar hemen seni, ceza yazmak üzere. Sayıştayın detaylı bilgi vermesi de yasak, gerek milletvekillerine, gerekse herhangi başka bir kuruluşa; oysa dedik ya, harcanan para tümüyle bizim paramız. Bütün bunlar, muhalefet partileri tarafından bir dizi orta boy, ama aynı anda birden farklı yerlerde ve mutlaka bir sonuç doğuracak kadar uzun süreli mitinglerle protesto edilebilir. Bu arada, en azından muhalif milletvekillerine düşen bir görev vardı, ama yapmadılar. İki ya da üç dönem önce bir Meclis başkanı vardı, adam daha görev başındayken bakın ne dedi: “Burası dindar bir ülke, o yüzden Anayasamız daha az laik olmalı”. En asgarisinden bir tepki olarak, bu adamın yönettiği toplantılara kesinlikle girmemeliydi milletvekilleri; halka da, “bu adam size devlet dini uygulatmak istiyor” diyerek. Milletvekilleri pek âlâ “torba yasa” görüşmelerine de katılmayabilirler, tabii aynı zamanda halka bu yasaların ne anlama geldiğini anlatarak: Diyelim “otomobil nasıl temizlenir” konusunda bir yasa, 20 sayfalık; ama araya bir de “burunda çapakların oluşması nasıl önlenir” diye de bir paragraf eklemişler yasaya; ya da başka bir yerde de “otomobil koltukları bitten nasıl temizlenir”e ilişkin bir madde: “Torba yasa” dedikleri, işte böyle bir şey; “ben bu işin görüşmesine katılmam” demek de, ahlaken tümüyle haklı. Kendilerine hâlâ “bakan” denilen kişiler de var ortalıkta; oysa bunlar her şeyden önce mantıken “bakan” olamazlar; zira, “başbakan”ları yok. Milletvekili olsalar bile, “bakan(?)” olmak için bu görevden istifaları gerekiyor. Arkalarında her hangi bir sivil toplum kuruluşu, bir referandum ya da plebisit gibisinden de hiçbir şey yok; karşılarında ise patronları var. Bazıları bunlara ‘sekreter’ de diyor, Amerikan usulü: ‘Bakan’ dememekte haklılar; ama ‘sekreter’ demeye de hakları yok; zira sekreterin kökeninde ‘secret’, yani ‘sır’ var; oysa bizim hâlâ ‘bakan’ dediklerimizle patronları arasında hiçbir ‘sırdaş’lık ilişkisi yok: Başkan istediği zaman göreve atıyor, istediği zaman da oradan alıyor. “Bürokrat” ya da “saray bürokratı” diyenler ise şunu unutuyorlar: Bu yeni ‘bakan’lar, kendilerini atayan/alan patronu aşan hiçbir güce bağlı değiller. Bunların adı, aslında “saray müstahdemi” olmalı: İstifa bile edemiyorlar; patronun, “kendilerini görevden alınma ricasını kabul etmesi” gerekiyormuş. Bu, aslında ayıbında çok ama çok ötesinde bir ifade: Karşındaki de senin kulun değil; o da bir vatandaş, sencileyin. İstifa ederse, o eder; senin onun istifasını kabul ya da ret etmen gibi bir şey olamaz; ama gece yarısından sonra, belki…İşte, bizim parlemanterler ‘bakan’ diye bu adamları dinliyorlar, Meclis’te: Ayıptır be; hiç değilse, bu ‘bakan’lar kendi hadlerini bilmeyip size terslendikleri, çuvallatmaya kalktıkları, hele hakaretamiz laflar etmeye kalktıkları zaman, salondan ya gönderilmeli; ya da olmadı, siz salonu terk edin. Bu ‘bakan’larla aynı statüde bir de patron yardımcınız var; kendisi daha önce şu Lübnan’lı iş adamının TELECOM’u soyup soğana çevirdiği süreçte, Türk temsilcisi; şimdi de, patron bütçeyi ona okutturuyor; kendisi, zaten çok az gelir parlamentoya.Patron, uçakları herhalde çok seviyor; 14-15 tane var. Birini, haydi 2’sini satsa, en az bir filo kurulurdu yangın söndürme uçaklarından. Ayrıca çok büyük olmayan bakım/tamir masraflarıyla hemen havalanabilecek 7-8 uçağımız vardı; nedense bu işten de kaçınıldı. Sadece bir kaç uçak satmakla, binlerce öğrenciye yurtlar yapılabilirdi. Şu anda devlet yurtlarında yer yok; öğrencilerin pek çoğu da tarikatlere ait yurtları istemiyor; kiralık ev ise, öğrenciye eskiden de pahalıydı; ama şimdiki fark müthiş: Bir sürü öğrenci, kazandığı üniversiteden vaz geçip, evine döndü.
,
Bu arada Corona(COVID-19) pandemisi, aslında devam ediyor; ama, yöneticiler “bitti artık” bu iş dediler; bir tek, geceleri müzik yapılan barlar-kafelerde yasak var. Oysa ölümler berdevam; bugüne kadar ölen sağlık görevlisi, 600 yüze yakın. Ama bunlar ölümlerin en yoğun olduğu zamanlarda bile bu hastalığı ‘meslek hastalığı’ olarak kabul etmedilerdi. Neyse şimdi daha da özgürler, pandemiyi kabul etmemekte; ama, yine de kimse kimseye söylemesin: Anti-virus tedbirlerin tümü, Cumhurbaşkanı ve yakın çevresi için hâlâ yürürlükte, geçerli…
Bu da aslında yeni bir aşağılama türü; ama iktidarda bu yöneticiler varken, görülebilecek en zarif şekli; zira, başta patron olmak üzere, bunların ağızlarından çıkanı duyma zorlukları var. Buna karşılık, muhalefetin en büyük zorluğu, kötü söz söylemede, kırıcı laf etmekte. Örneğin Metin Lokumcu’nun nasıl öldürüldüğünü biliyoruz; ama aradan ancak birkaç ay geçiyor, bir de bakıyoruz Kılıçdaroğlu anası vefat eden malum şahsın evinde, taziye ziyaretinde. Her halde ertesi yıl, tazminat ödemeye mahkum yargıçların bütün borçlarını devlet üsleniyor; benim hatırladığım, hemen hemen hiçbir ses çıkmıyor. Bir süre geçiyor, iktidar muhalefete karşı kullanmak üzere bir yasa getiriyor meclise, milletvekillerinin yargılanmasına ilişkin. Muhalefet partisi lideri diyor ki “bu anayasaya aykırı, ama biz yine de olumlu oy vereceğiz”: İyi bir muhalefet. Daha sonrasında ise, 7 Haziran seçimleri; Davutoğlu başbakan; onunla tam 33 gün peşinen başarısızlığa mahkum olduğu belli bir süreç; seçimin iptaline 4 gün kalmış, ama muhalefet tümüyle sessiz. Yenilenmiş seçimde, AKP tam 9 puan fark atıyor: Oyların yüzde 49’u; 2017 referandumunda ise, sadece siyasal değil, hukuksal, yasal ve sportif hukukun yanı sıra, düz akla da sığmayan bir iş yapılıyor: Oylar sayılmaya başladıktan sonra, kural değişiyor; ki, aslında değişmiyor; zira, aslında sonradan değiştirilecek, yasayla; 2018 yerel seçimleri ve değil Türkiye, yeryüzündeki hiçbir yerde görülmeyecek bir rezillik: Aynı zarfa, aynı anda ve tek kişi tarafından konulmuş dört seçim kartından, sadece biri –‘İmamoğlu’ yazanlar- hileli sayılıp o konuda referandum yenileniyor; muhalefetin çıkarttığı ses, yine adeta bebek mırıltısı. Evet, bütün bunlar ayıptır; ama, esas büyük ayıp nerededir: Kent ya da kasaba belediye başkanı oyla gelmiştir, oyla gider; suçluluğu mahkeme kararıyla ispatlanana kadar da suçsuzdur. Ama diyelim ki, suçluluğu ispatlandı; bu durumda da dışarıdan kayyum değil, belediye meclis üyelerinden biri açık oyla seçilir. Oysa mevcut hükümet, sadece kayyum atamaya kalktı; hem de suçun ispatlanmasını falan da beklemeden, özellikle HDP’nin kazandığı hemen bütün il ve ilçelerde. Oysa işte tam tamına burada muhalefet bir blok olarak iktidarın önüne dikilmeliydı, hiç bir parti farkı gözetmeksizin; ama yapmadı, yapamadı: Her bir partide, birbirine benzeyen de, hiç mi hiç benzemeyen de bir sürü sebep vardı ileri sürülen.
Neyse, biz son söz olarak şunu söyleyelim: Kim ki iktidarda, kendisinin gidici olduğunu fark ediyor veya böyle bir zehaba kapılıyor, işe seçim yasasını değiştirmekle başlar; parmak boyasına da, belirli bakanlıklara tarafsız kişilerin seçilmesine de karşı çıkar; muhtemelen, sayısal çoğunluğu üzerinden bu konularda başarılı da olur; ancak şu da vardır ki, ne kadar kendisini bu işe vermiş ise iktidardaki, aynı ölçüde baarısızlığa gebedir, sonuçta bütün çabaları