İki üç hafta kadar oluyor, yaratığın biri diyordu Özdemir İnce için, “… ismini anarak ağzımı kirletmeyeceğim bir herif, ezan Arapça okunmasın diyor”. Evet, dinsel bir ritüel ise, ezan Arapça okunsun; ama her defasında müezzin minareye tırmansın, işin içine kesinlikle hoparlör falan koymadan okusun ezanını Arapça. Yok eğer mesele insanlara namaz saati geldiğini bildirmekse, Arapça ya da Türkçe, ezan okumaya gerek yok; özellikle cep telefonuyla o kadar kolay olur ki, bu iş.
Burada esas önemli olan, yaratığın ne dediği değil, fakat tavrındaki düşmanlaştırıcılık. Aslında şimdiki partisine girmezden önce, bu partiye de karşı bayağı düşmanlaştırıcı sözleri var: ‘AKP’ye geçeceğime, Saadet’e çaycı olurum’; ‘İsrail en büyük zaferi AKP sayesinde kazandı’; ‘Harun gibi gelip, Karun gibi gitmeyeceğiz; Musa gibi gelip, sonra firavunlaşmayacağız’.
Biri daha var, adını yine ağızımın sağlığı açısından söylemeyeceğim; Kemal Kılıçdaroğlu’na “REZİLSİN” iltifatında bulunmuş, reisine mütercimlikte bulunan kadına “hanım kızım” dedi diye. Halbuki ‘hanım kızım’, kadın ya da erkek bir büyüğün kendinden yaşça bayağı küçük bir kıza ya da kadına yönelttiği, kibarın da ötesinde, en şefkatli hitap şeklidir dilimizde. İşte tam da bu yüzden ben de eleştiriyorum Kılıçdaroğlu’nu, tabii tersi yönden; bu güzel hitap tarzını, bilmeden de olsa Türkçe’yi dahi bilmeyenlerin ayağının altına düşürdüğü için.
Bu ‘hanım kız’, oralara anası etrafında kurulmuş bir şürekanın üyesi olarak gelmiş. Gerek kendisi, gerekse de kız kardeşi, Cumhurbaşkanı danışmanı; oysa bırakın cumhuriyeti, en diktatoryal bir devlette dahi çok az rastlanabilecek bir keyfilik var bu işte: Resmi görevi olmayan birisinin, böylesi bir görüşmede mütercimlik yapması.
Bu hanımın kız kardeşini de, Dr. Karakaya’nın ölümü üzerine isyan eden doktorlara attığı bir tvitle tanıdık. Ayıplıyormuş, içkilerine laf ettirmeyen doktorların bir ölümü fırsat bilerek mesleklerine ihanet etmelerini: Aslında böyle bir insana ‘ayıptır be kardeşim, bak koskoca danışman bile olmuşsun’ demek lazım; ama bu durumda, ‘tam yerini bulmuşsun’ diyorum. En yeni haber ise, ‘küçük hanım’ın da Kılıçdaroğlu’na dava açıyor olduğu. Bu arada ben de şunu belirteyim: Bunların anasına Meclis’te yemin ettirilmeyince, ben de ondan yana tavır almıştım, taa ki kendisinin Amerikan tabiyetine girdiğini öğreninceye kadar; bir de o zamanlar, türbanlı ya da türbansız ‘baş örtmek’ vardı; yani, türbanlılık laik devlete karşı bir protestoya dönüşmeden önce.
Neyse o günlerden bugünlere geldik; hani Bilal’in bile devletin yurt dışı seyahatlerine katıldığı ya da RTÜK muhalefet liderinin videosunu yayınladı ya da kendisini eleştirdi diye TV kanalarına ceza verdiği, kendisini yargıç yerine koyduğu.
Bir de diyanet işleri diye bir yer var; başkanı ortalıkta dinsel kıyafetiyle dolaşıyor. Bak yavrum bak; sen halife değil, basit bir devlet memurusun. Bu arada başkanı olduğun kuruluş, kendisine bağlı kurslardaki taciz ve tecavüzlerin üstü örtülsün istiyor. Başımızda bu hükümet varken belki bir ölçüde başarılı da oluyorlar. Zira neler yapmıyor ki mevcut yönetim; mesela protokolde Diyaneti 28 derece yükselterek Genelkurmay’ın önüne geçiriyor. Bu siyasal bir yükseltme. Daha sonra ne diyor yürütmenin, daha doğrusu her şeyin başı: “Burada nas varken, sizlere ne oluyor”. Bu da ideolojik bir yükseltme. Daha sonra ise çok daha kalıcı bir yükseltme geliyor. Danıştay vasıtasıyla hukuki bir kılıfa bürünmüş, ama aslında sosyo-ekonomik bir yükseltme: İstanbul Sözleşmesinden çıkma kararı.
Danıştay ne diyor bu yükseltmeye: Bu işte gayri kanuni bir şey yok. Oysa bir meclisin, tek bir çekimser hariç, mevcudunun bütünüyle kabul ettiği bir antlaşma, reisin tek bir imzasıyla ret ediliyor; ki burada artık Lozan’dan tutun da Montrö’ye, her türlü uluslararası antlaşma, tek bir kişinin imzasına tabi kılınıyor
Burada artık değil devlet, en basitinden bile olsa aşiret dahi yoktur ve de Türkiye işte bu yöne hızla itilmektedir: Mutlaka bir şeyler yapmalıyızdır; hem de yarın bugünkünden mutlaka daha fazla.