Kişi, ekonomi yönetiminde naslardan, yani dinsel dogmalardan söz ediyor. Bu aslında anayasal bir suç; zira devletimiz laik bir cumhuriyet, yani devletin yönetimini herhangi bir ideolojinin normlarına uydurmak yok.
Her bir din, kendi kendisine belirli bir kutsallık da yüklemek üzere insan-üstü ve tarih-ötesi bir dayanak noktası bulmuş bir ideolojidir; gerçekten böyle olsa da, olmasa da. Laiklik ise din kılıklı ideolojilerle rekabet etmek üzere değil, ‘öbür dünya’ ister olsun isterse olmasın, insanın bu dünyadaki işlerini yine insanın kendisi görür, bu dünyada geçerli kuralları da yine insanın kendisi koyar iddiasının ürünüdür.
Şöyle de söyleyebiliriz: Bir tanrı ya da belirli bir tanrılar takımı ister olsun, isterse de olmasın; laiklik bunlarla kesinlikle ilgilenmez. Laikliğin iddiası şudur: ‘Bu dünyada olan benim, işte o yüzden bu dünyanın sorumlusu da yine ben olacağım’. XV. ve XVI. yüzyılda İtalya’da başlayıp Fransız İhtilaliyle taçlanan bu iddia temelindedir ki önce ‘kadın-erkek eşitliği’, daha sonra da ‘insan hakları’ kavramları ortaya çıkacaktır.
Bu günlerde kışa da giriyoruz; yaz ile kış saatleri ayırımı 5-6 yıldır artık yok. İnsanlar artık işe-okula gece karanlığında gidiyor. AKP’liler enerji tasarrufundan bahsediyor: Tümüyle yalan.
İstedikleri bütünüyle ideolojik: En başta Suudi Arabistan'la ve de diğer İslam ülkeleriyle, bizdeki ezan-namaz saatleriyle denk düşürmek; hele ki bu kararın alınması bunların ümmetin başına geçme heveslerinin kabarmasıyla aynı döneme, yani 5-6 yıl öncesine dayanması… AKP başkanı kendisini cümle aleme tanıtıyor, Büyük Ortadoğu Projesi'nin, yani Arap Baharı'nın eş başkanı olarak.
Bunlarda vatandaşlık-yurttaşlık kavramı yoktur; ümmetçilik esastır. İsterse kendisiyle aynı taşı toprağı birlikte kullanıyor, aynı vatanı paylaşıyor olsalar bile en yakın kapı komşusunu dahi, kendisine karşı cihat uygulanacak bir darül-harp mensubu olarak görebiliyor bunlar: Onun evi, taşı-toprağı, malı-mülkü; yetmedi karısı, çoluğu-çocuğu da artık bir ganimettir; yani artık el konulup alınır satılır hale getirilebilecektir bunların gözünde.
Ülkedeki cumhuriyetin ürünü olan bütün fabrika ve kurumları özellikle yabancılara satmaları, Suriye’deki gerek yerli, gerekse de yabancı dincilere sağladıkları destek, yardımlar ve koruma, ancak en önemlisi bir yandan başta Suriyeliler, Afganistanlılar ve de Kafkas halkları olmak üzere Müslüman yabancılara karşı fiilen yok edilen yurt sınırları, diğer yandan da yine çok büyük çoğunluğu Orta Doğu kökenli Müslümanlara satılan -çoğu güya 250 bin liradan- binalarla birlikte verilen vatandaşlık hakları.
Hemen bütün çalışanlar ve emekçiler, ancak en büyük ölçüde de taşımalı eğitime tabii köylü çocukları söz konusu sabit yaz saatinin en büyük mağdurudurlar. Şöyle ki, bunların 2002’de başlayan iktidarında günümüze kadar iki bine yakın köy okulu kapatılmıştır. Bu durumda bazı köy çocukları günde gidiş-dönüş olmak üzere yüz kilometreye varan bir yolu otobüslerde, midibüslerde geçirmekte, dolayısıyla her sabah herkesden çok daha erken bir saatte uyanıp yola koyulmak zorunda kılmaktadır. Bu da bir yandan köylünün –zaten hükümetin tarım politikalarıyla zaten genelleşmiş- köyden kaçışına, başta İstanbul olmak üzere büyük kentlere, ama genellikle de varoşlarına yerleşmek zorunda etkili olmaktadır, bir diğer yandan da çocuklarını köylerine en yakın ilçe ve ya iller merkezindeki tarikat kurslarına emanet etmeye zorlamaktadır: Bu günlerde köylerindeki okulları kapatılmış çocukları, ya bir 5 ya da 6 yıl sonra büyük kentlerin varoşlarındaki ya hepten işsiz ya da en fazla geçici işçi genç insanlarına ya da tarikat evlerinde yetişmiş beyinsiz varlıklarına dönüşmeye yöneltecektir.
Bu arada şunu da unutmamak gerekir ki AKP Genel Başkanı'nın kişileri değerlendirmede gerçekten ‘mümin’ olup olmamayı ana kriter olarak ele alıyor olması da aslında doğrudan doğruya laikliğe aykırı bir davranıştır. Bu arada şu da çok önemlidir ki, bambaşka bir diyanet işleri başkanı ve başkanlığı vardır: Son Cumhuriyet bayramında görülmüştür ki, Diyanet İşleri Başkanlığı yirmi sekiz kişinin önüne geçmiş, Genelkurmay Başkanlığını da bile geride bırakmış, 17 bakanlıktan 10’unu geride bırakmış bir bütçeye sahiptir.
Başkan en son olarak bütün çocuklar Müslüman olarak doğmuş ancak sonradan farklı ana-babalar tarafından farklı dinlere dağılmışlardır, ya da insanlar inançlarını sadece vicdanlarını bırakmayıp gündelik yaşamlarına da uygulasınlar diyebilmiştir. Oysa Diyanet’e düşen ,“sizin kutsal dediğiniz kitabın şu bahsinde şöyle söylenmektedir” demektir; yoksa insanlara şu ya da bu tavsiyede bulunmak değil.
Şu andaki başkanın bir yardımcısı da, daha birkaç hafta önce, kızların giydiği gelinlik elbisesinin nasıl tesettüre aykırı olduğunu, dolayısıyla teşhirciliğe gireceğini söylemiştir: Ey başkan, ey yardımcısı önce haddini bilip insanların nasıl giyineceğini söylemek senin vazifen değil; bir devlet memuru olarak yapılabilecek hem en suçluca, hem de en ayıpça bir şeydir.
Bu arada Başkanın üzerine düşmeyen ve de kesinlikle düşmemesi gereken başka bir şey daha da –kişi güya profesörmüş- yapıyor: Dört-beş yaşındaki çocukların gönderildiği Kuran kurslarının okul öncesi eğitimden sayılmalıymış. Oysa bu kurslar kesinlikle yasaklanmalıdır.
İnsan kendi inancına göre bir iki satırlık bir duayı yabancı dilde öğretebilir kendi çocuğuna; ama çok ayıptır küçücük çocuklar için Kuran kursları açmak, hiçbir kelimesini bilmediği bir dilde yüzlerce sayfalık bir kitabı ezberletmek üzere: Her şeyden önce, çocuğu geriye götürür.
Yazımızı şöyle bitirelim: Bunların bir de TBMM Başkanları var; 2015’ten sonra birkaç sene Meclis’i de yönetti. Bu adam hem başkanlık zamanında, hem de bu yakınlarda mealen şunu söyledi: "Anayasamız biraz dindar olmalı."
Sen kimsin be adam; ya da senin gibilere ‘adam’ denilebilir mi ki: Benim ve de herkesin dinine, inancına ya da inançsızlığına karışma hadsizliğini nereden buluyorsun?