Bir kadın, özel işlerinde ya da özel bir işte çalışıyorsa saçını ister tümüyle açsın, ister tek telini göstermeyecek şekilde kapatsın, kimse karışamaz; tabii kimliğini şu ya da bu şekilde kapatmayacak, yani kim olduğunu peçe, burka vs… ile örtmediği ölçüde. Ancak ne zaman ki devlet adına bir iş görüyor, işte orada saçını örtse bile, bunu belirli bir dinin sembolü olmayacak şekilde yapmak zorundadır: Kadın ister en düşük seviyede bir devlet memuru olsun, isterse vali, başını örtebilir; yeter ki bu örtme biçimi devleti belirli bir dine farklı yaklaştığını göstermesin
Mevcut iktidarın, türbanlı bir kadını, değil valiliğe getirmesi, en düşük devlet memurluğunda çalıştırması dahi doğrudan doğruya laikliğe aykırıdır.
Bir kadının başını örtmesi, hemen bütün kültürlerde şu ya da bu şekilde var olan bir gerçekliktir; ama saçının hiçbir telini göstermeyecek şekilde örtmek, en azından kültürümüzde doğrudan doğruya devletin belirli bir dinin şu ya da bu şekilde hizmetkarı olması anlamına gelir.
Mevcut hükümetin Afyonkarahisar’a atadığı kadın vali başını örtsün; ama saçının hiçbir telini göstermemek düzeyinde değil. Kendi makam arabasıyla değil de özel arabasıyla ister evine ya da her hangi bir yere gidip gelirken, istediği gibi örtsün başını; ama görevi başındayken türbanla örtülmüş bir saçla değil.
RTÜK’ün bir başkanı var; hani şu “Başkan” konusunda “sen ne söylersen söyle, boynumuz senin karşında kıldan ince” anlamında bir söz söylemişti: Yahu, sen tarafsız bir kurumun başındasın; bu söz söylenmez.
RTÜK, iki milletvekilinin (Özgür Özel ve Ahmet Şık) söylediği sözleri -üstelik canlı yayında- verdiler diye, dört televizyona (Tele 1, Halk TV, KRT ve Flash) ceza yazıyor. Buna karşılık TGRT’de pek soylu bir ‘bakan’, herhangi bir kişi için ‘soysuz, insandan düşük bir seviyedesin’ diyor; ama, oraya bir ceza yok. Bu arada Eskişehir’de vali, gençlerin yapacağı ‘fest’i, yani Türkçe’siyle ‘bayram/şenlik’i yasaklıyor.
Kadın-erkek aynı çadırda yatacak, sevişecek, içki, sigara ve uyuşturucu madde kullanacaklarmış. Bir de devletin Emniyet teşkilatı var; bunlar da yine kendi aralarından çıkmış Sabri Uzun’a ahlaksız diyor, resmi bir ilanla; Canan Kaftancıoğlu’na verilen cezayı eleştirdiği için. Bunların aslında hiçbir yerde hiçbir kimseye ahlaksızca ya da edepsizce demeye hakları yok: Bunların asıl kendisi ‘ahlaksız’ ve ‘edepsiz’.
Bunların RTÜK’ü de, valisi de, güvenlik teşkilatı da vs… hepsi aynı soydan.
Kim bunlar: Önce işi, fabrikaları ya özelleştirme ya da kapatmayla başladılar; ardından, çoğu ormanlık alanların ya da yaylaların altındaki maden ocaklarını yerli ya da yabancı firmalara kiraladılar, dolayısıyla pek çok yayla ve orman yok edildi; bu arada orman yangınları hem çoğaldı, hem de uzun süre söndürülmeyip etraflarına da yakar hale getirildiler; dolayısıyla -insanlar da dahil- milyonlarca canlı öldü; bunların ‘bakan’larından biri önce dedi ki “biz de yeterli yangın söndürme uçağı ve helikopteri yok”; ama kısa süre sonra da “bizim uçak, helikopter konusunda her şeyimiz tam” diyordu; aslında THK’nun yıllardır kullanılan on kadar uçağı vardı, ama bunlar THK’yı ihale dışı tuttular, sırf bu uçaklar beş bin değil de dört bin dokuz yüz litre su alabiliyor diyerek, tabii aslında bu kurumu da, o ”iki ayyaş” kurdukları için; Van gölü sahilleri de dahil olarak, Türkiye’nin en güzel koyları ve yalıları Köşkün kapatması haline getirilirken, en verimli tarım toprakları da imara açılıyordu: Yirmi sene içinde ülkenin tarım toprakları neredeyse bir Bulgaristan kadar küçüldü, çiftçi sayısı da 2,5 milyonun üzerinden şu anda beş yüz bin altına düştü; tarım alanında kendi kendisine yeten 7 ülkeden biri olarak bildiğimiz ülke, buğdaydan samanına kadar hemen her tarım ürününü ithal etmeye sürüklenirken, aynı zamanda bazı Afrika ülkelerinden tarıma müsait toprak satın almaya ya da kiralamaya başlardı; bunlar, dağlık-taşlık kamu topraklarını da kendi yandaş müteahhitlerine sattılar, oralardan dinamitle kopardıkları büyük blokları, inşa ettikleri liman ve diğer tesislerin temelinde kullanılmak üzere; bunların doğal ya da insan ürünü tarihi yapılara da saygıları yoktu: Göreme vadisini, Süleymaniye’nin de çevresini imara, Ayasofya’yı ise ibadete açtılar.
Bunların zamanında Suriye’de iç savaş başladı. Ailecek, birlikte tatil yaptıkları ‘kardeşim Esat’, kısa sürede ‘katil Esed”e dönüştü; Emevi Camii’nde birkaç saat içinde zafer namazı kılınacaktı. Burada aslında üç ayrı oyun oynanıyordu; tabii her üçü de algısal: a)Başta Amerika olmak üzere, Batı’ya karşı “ılımlı İslam” modelinin (Büyük Ortadoğu Projesinin ya da Arap Baharı) eş-başkanı; b)Arap-İslam dünyası karşısında, ümmetin en büyük lideri; c)bizler karşısında da “kardeş komşu”yu en büyük despottan kurtaran demokratik ağabey.
Bunlar işin algısal yanı. Gerçekte olan ise şu: Türkiye, gerek Suriye’ye gidecek İslamcı militanlar için son durak, Suriye'den şu ya da bu nedenle kaçacak olanlar için de ilk durak olması. Bu durum Türkiye’de iktidarda olanlar için çiftli bir avantaj sağlar. Bunlardan ilki ve en doğrudan görünebileni, Avrupa’ya karşı “bakın ben bunları burada tutup size büyük bir hizmette bulunuyorum, bunun karşılığında siz de bana para vereceksiniz”, gerektiğinde de “bakın üzerinize salıveririm bu göçmenleri” diyebilme olanağıdır. Ama esas önemlisi şudur: Türk toprakları, rejime karşı yerli ve yabancı unsurların kaçabileceği, tedavi ya da başka sebeple uzun sürelerce kalabileceği, hatta vatandaşlığına geçebilecekleri gerçekten büyük bir toprak.
Bu hükümetin başkanı, askeri işler konusunda kimi baş danışman konumunda tutmuştur: Başkenti İstanbul, anadili de Arapça olan bir konfederasyonu düşleyen bir eski askeri. Ve şu anda milli eğitimin ikinci başkanı kimdir: ‘Türkçe artık öldü’ deyip, imam hatip öğrencilerini teneffüslerde dahi ya Arapça konuşmaya, yok eğer konuşamıyorlarsa yanlarına bir tercüman getirmeye mecbur eden bir yaratık.
2018 sonunda başkanlık beyannamesiyle Türkiye vatandaşlığına geçme de 1 milyon dolardan, 250 bin dolara indirilmişti: Bu, herhalde yasal; ama kesinlikle meşru olmadığı gayet de açık. Haziran’da bu miktar 400 bine çıkartılacakmış; ancak bu bile 2018’deki kura göre yine, TL açısından daha düşük bir kura tekabül ediyor. Bu kura göre, 200 bin civarında mülteciye Türk vatandaşlığı verilmiş. Oysa Türk vatandaşlığı, her birimiz için anadan-babadan kalan ortak bir miras; yani ‘alabilmek için’ değil ‘reddedebilmek için’ dava açmamız gereken bir veri; işte bu yüzden de istisnai ve çok özel bir kimlik: Herkese ancak özel koşullarda, hatta belki de halk oyuna sürülerek verilmesi gerek bir paye. Bu durumda ‘mülteciler için, onlar bizim misafirimiz, hiçbir yere göndermeyiz’ demek de, aslında bir suç; vatan hainliğinden bile daha ağır, millete ihanet etmeğe denk düşen bir suç; mültecileri bizlerle milletdaş etmeye değil, bizleri onlarla birlikte ümmetdaş etmeye yönelik bir girişim. Pratik sonuçları itibarıysa, kim ki işe, aşa ve meskene ne kadar muhtaç; işte aynı ölçüde işe, aşa ve meskene kavuşması aynı ölçüde o kadar zor.
Bakın ne diyor Yasin Aktay, Cumhurbaşkanı danışmanı: “Suriyeliler gitsin, ülke ekonomisi çöker”; Başkan’ın içişlerinden sorumlu bürokratı da, daha yakınlarda ne söylüyor, mülteciler hakkında: “Bir milyon insan gidecek. Kim isyan edecek biliyor musun? O, iş sahipleri"; ki, bu kişi daha önce de “Çalışma ve Sosyal Güvenlik” sekreteri, yani bunların ‘bakan’ dediği şeyden olmuştu: Türkiye, aslında neo-liberalliğini İslami bir kılıf altına saklayıp, insan aklının asla kabul etmeyeceği pek çok şeyi inanç birliği (ümmetdaşlık) adı altında yürürlüğe sokmuş bir iktidarın yönetimi altındadır.
Evet, ister bildiğimiz baş örtülü bir kadın olsun, ister türbanlı –ki, türban kelimesini de İhsan Doğramacı çıkartmıştır-, isterse de normal baş örtülü, başı kapalı kızları üniversiteye almamak gerçekten hem ayıp, hem de yasa dışı bir şeydir; ama –baş örtülü değil- türbanlı bir kadını değil vali, en düşük devlet memurluğunda çalıştırmak da aynı zamanda bir suçtur; daha önce de dedik ya, devletin belirli bir inançtan yana olduğunun ilanıdır; kendisi ister inançlı olsun ya da olmasın, vatandaşlık hukukundan yana olan herkesin karşı çıkması gereken bir tasarruftur.