Evet, nereden başlamalı? Biz ‘can’dan başlayalım. COVİD-19’un doğrudan tedavisi yok; ama aşılar var; ama bize yeterince gelmiyor. Niye? Hükümet üzerinde durmuyor da ondan. Aslında biz kendimiz de yapabilirdik; ama önce Refik Saydam Hıfzısıhha Enstitüsünü kapattılar: İthalat daha ucuza geliyormuş. gerekçesiyle. O enstitü ki, taa 1928’de kurulmuş, hani o ‘hiçbir şeyin yapılmadığı Eski Türkiye’de; hani şu Osmanlı borçları ödenir, okuma-yazma oranı 1920’de yüzde 2,5 iken 20 yıl sonra yüzde 25’e yükselirken ve taa o zamanlarda bile Çin’e aşı ihraç ettiğimiz.
Başta Kılıçdaroğlu, muhalefet liderlerinin hep birlikte “nerede aşılar” diye bağırmaları gereken bir dönem. Bazıları ‘ihmal’ diyor; ama aslında iktidarın bilinçli tercihi. Erdoğan üçüncü dozunu yaptırdı; vatandaşın ise ikinci dozu yaptıran, on üç milyonu bile bulmadı; bu arada da ithal aşılardan bir bölümü -150.000 bin- Libya’ya hediye.
Bugüne kadar devlet açıklamasına göre 50 bine yakın insan öldü, ki işin uzmanları ölü sayısının 2,5-3 kat daha fazla olduğunu söylüyorlar, yani hemen her gün bir uçak dolusu kayıp: Aşılanmadığı için ölen insanların ölümünden kim sorumlu…
Okulları en fazla kapalı tutanlar arasında da yine biz varız. 1,2 milyon eğitim çalışanından şu ana kadar ancak sekiz yüz bini aşılanabildi. Bu arada Eğitim Bilişim Ağından yararlanan öğrenci sayısı da toplam 18,5 milyon öğrenciden ancak 12 milyon oldu.
En çok kazanan müteahhitlerin vergi borçları erteleniyor, alacakları ise anında ödeniyor; ayrıca maddi yardım da yapılıyor kendilerine. Saray da zevki sefa içinde; her yere binlerce korumayla gidiliyor, çoğu kez 100’ü aşan arabayla. Aslında sarayın kendisi de hem gayri meşru, hem yasa dışı. Erdoğan başbakanken Başbakanlık Hizmet Binası olarak inşaata başlanıyor; ancak cumhurbaşkanı olunca Cumhurbaşkanlığı köşküne çevriliyor, yani mevkiiye göre değil, kişiye ,göre bir bina; dolayısıyla her şeyden önce cumhuriyete aykırı. Ama sırf bu değil, zira Mimarlar Odası’nın açtığı davada, 271 Sayılı İlke Kararı bir kez daha Danıştay 6. Dairesi tarafından iptal ediliyor, yani aynı zamanda yasa dışı.
Sarayın çevresinden başlamak üzere, belirli kişilere üçlü beşli görevler de veriliyor; yani bazı evlere yüz bin liranın üzerinde maaş giriyor. Ancak bu arada ülkede işsizlik diz boyu; gençlerin büyük çoğunluğu boşta, burs paralarını ödeyemiyor, evlerine haciz geliyor: Yurt dışına kaçmak, hayatlarını oralarda kurmak istiyor.
Hükümet yok, partili başkanın bir genelgeyle atadığı/görevine son verebildiği saray memurları (‘bakan’lar) var. Bunların gözünde vatan, arsaya çevrilebilecek bir arazi. Vatan yoksa, tabii millet de yok; dış işleriyle uğraşan memur, millet diyemiyor, ümmet diyor.
Ümmet’in coğrafi sınırları yok. Bunların kafasında dünya ikiye ayrılıyor: Darülislam – darülharp. Darülharp, kendisine karşı savaş açılacak, cihat düzenlenecek ve -insanların kendisi de dahil- ganimet elde edilecek yer: Bunların kafasında vatan diye bir şey yok; dolayısıyla ne de vatandaşlık. Yeri geldiğinde, kendisine uygun düştüğünü sandığı anda kendi kapı ya da apartman komşusunu dahi darülharp ilan edebilir; zira darülharp’te ne yaparsan yap, peşinen meşru. Bu durumda Meclisteki muhalefete de düşen bir görev var: Bakan görünümlü bu memurlar Genel Kurula geldiklerinde, salonu hemen terk etmek; ki bu aslında ‘torba yasa’ görüşmeleri başladığında da alınması gereken bir tedbir.
Ulus ile devleti yan da getiremeyen kafaların, şehir ile halkını da yan yana getirememesi kaçınılmaz: Bunlar, şehirdeki hastaneleri kapatıp ya şehrin en uzak noktalarında ya da doğrudan doğruya şehir dışındaki sağlık merkezleri kurma yolundalar, üstelik de bunlara Şehir Hastanesi adını vererek. Oto yol, köprüler, yeraltı geçitleri ve hava meydanları gibi bunlara da verilen koşullar aynı: Dolar üzerinden ödeme; İngiliz mahkemelerine verilen davalara çözme yetkisi; araç geçişi yerine hasta bulma garantisi; bunların çok uzun süreli olması ve de hiçbir hukuka sığdırılması mümkün olmayan bir koşul olarak Türkiye devleti ile yapım ve işletmeyi üslenen şirketler arasındaki sözleşmenin ticari sır addedilip parlamenterler de dahil herkesten saklanması. Evet, işte tam tamına bu sonuncu noktada, başta ana muhalefet olmak üzere iktidarda bulunmayan parti ve kuruluşların keskin ve karar getirici bir girişimde bulunuyor olması gerekir, zira karşı tarafta şirketler vardır, ama bu tarafta var olan devlettir, yani kendisi para üretiyor olmayıp bizden aldığı vergileri harcayan siyasal düzenek. Ticari sır adı altında sömürülen bizlerizdir; zira yukarıda da söyledik, devletin harcadığı paranın tek kaynağı bizlerizdir: Bu konuda kampanyalar açılmalı, “o paranın sahibi biziz de biz” konusu her fırsatta işlenmeli; söz konusu bu paralar olduğunda, muhalefet Meclis genel kurulunu boşaltmalı, ticari sır kavramına son verilmediği sürece halk da sürekli olarak uyarılmalıdır.
Son 18 yıl içinde Kamu İhale kanunu tam 191 kere değiştirilmiş, her defasında ihale verilecek firmalara uydurulmak üzere.
Bunlar nasıl ki insan soyunu ikiye bölerler, darülislam ve darülharp adı altında, insan soyunu da yine ikiye bölerler; her şeyden önce de cinsiyet temelinde, dişi ve erkek diye; kadın hep aşağıda kalmak üzere. Oysa insan hakkı tektir, bireyler ister dişi olsun, ister erkek.
İnsanın dişisiyle erkeğinin birbirini cezbettikleri açıktır; öyle olmasaydı bugüne kadar gelemezdi insanlık. Ve de biz insanlar bir birimizi esas olarak neyimizle tanırız: Simamızla, çehremizle; yoksa kolunuzla bacağımızla, ayağımızla veya sırtımızla değil ve de tümüyle açık ya da kısmen kapalı, saçımızda simamızın bir parçasıdır Tamam, kadınların bazılarının baş örtmesi de geleneksel-kültürel bir vakıadır; ancak saçının bir tek telini dahi görünmeyecek şekilde örtmesi, Doğramacı’nın uydurduğu terimle ‘türban’laması, doğrudan doğruya devletin laikliğine halel getirir; dolayısıyla devlette çalışan kadınların devlete hizmet verdiği süre boyunca kesinlikle ‘türban’sız olmalıdır. Evinden işine, işten sonra da tekrar evine giderken isterse türbanlansın, ancak devlete hizmet verdiği süre içinde, başını ister örtsün isterse de örtmesin, kesinlikle türbanlı olmayacaktır. Burka, peçe ve belki de çarşaf, tabii ki yasak; zira bunların arkasına giren ya da girmek zorunda kalan kadın, insan hakkı kavramından peşinen uzak. Bu noktada şu özdeyişi koyarsak hiç de fena olmaz: Antropoitlikten beşeri alana geçiş, celp edeni cezalandırmak değil, celp olunanı terbiye etmektir. Bu arada şu da var ki, küçük çocukları tek kelime dahi Arapça öğrenmeden, Kuran’ı ezberleten kurslar mutlaka kapatılmalıdır. Laik devlete düşen bir görev daha vardır: Çocuklar okula nasıl gelirlerse gelsinler, ama derslere baş örtülü olarak giremesinler.
Burada şu soruda da sorulabilir: Devletin laikliği şart mıdır? Evet şarttır, zira insanları şöyle veya böyle, ya da gözleri çekik mi yoksa başka türlü mü deyip de köle addetmek ya da şu ya da bu insan hakkından yoksun bırakmak nasıl ki yasak, işte aynı şekilde devletin laikliğine karşı çıkanları da, en başta seçme-seçilme ve de çocuk yetiştirme hakları olmak üzere bazı haklardan yoksun kılmak da aynı ölçüde bir insanlık vecibesidir. Bu arada şunu da söyleyelim ki, diyanetin başındaki zatın, resmi dini törenler dışında dini giysilerle ortalıkta dolaşması da aslında yasaktır.
Toplumu en fazla sıkması gereken bir diğer şey ise, anayasa mahkemesi en başta olmak üzere, çeşitli yargı organlarına üye seçiminin kısmen Cumhurbaşkanına, geri kalanının da meclisteki mevcutlarına göre partilere verilmesidir: Yargı çok büyük ölçüde daha peşinen neye göre karar vereceği konusunda belirlenmiş olmaktadır; bu durumda da muhalefetin bu tür seçimleri kararlı bir biçimde boykot edip iktidarı ve ortaklarını daha en baştan gayri meşru kılması gerekir. Bu arada RTÜK kurullarına yine aynı şekilde yapılan seçimlerin de yine muhalefet tarafından -ve de bir kampanya dozunda halkada iyice anlatılıp- boykot edilmesi, bu konuda da iktidarın yalnız bırakılması gerekmektedir. Bu arada otomobil ve diğer bazı ürünlerin de markalarının gerek radyo, gerekse de televizyonda telaffuz edilmeleri ya da gösterilmesi, bazı kelimelerin telaffuz edilmesi yasaktır; içki ve sigaralar ise televizyonlarda buzlanmaktadır: Bunlarla da uğraşmalıdır muhalefet.
Bu arada pandemi vesile edilerek kısmi içki yasaklarının kaldırılması da mutlaka gündeme getirilmelidir. En son olarak şunu da söyleyelim: AKP başkanı istediği herkese istediğini söylüyor, ama o aynı insanlar, değil benzeri sözleri söylesinler, başkanın söylediklerine en ufak atıfta bulunsunlar, yıllarca hapis cezalara uğratılıyorlar: Cumhurbaşkanlığı yemini de hemen değişikliğe uğratılmalıdırlar.
Bu bayağı uzun bir yazı oldu. Önce ‘can’la başladık; sonunda da, bazıları için ‘can’dan da öte bir kavramla bitirelim: Onur, şeref.
Onur, bazı yarı cahillerin sandığı gibi Türkçedeki ‘onamak’tan türetilmiş değil, Fransızcadaki ‘honneur’ün Türkçeleşmiş halidir; yani ‘şeref’.
Onur/şeref ile ‘can’ın benzerliği de buradan gelir: Şeref/onur, can gibi kendisinden başka hiçbir şeyle karşılanamaz, dolayısıyla her iki (onur/şeref; can) değerin de kesinlikle değişim değeri yoktur. Buna karşılık itibar, evet onurlu, şerefli adama da verilir, ama aynı zamanda diyelim para harcama, şöhret kazandırma, etkili bir mevkiye getirtme, hapisten kaçırtma, askerden muaf tutturtma vb… gücüne sahip olana da: İtibar, tam tamına ‘kullanım’ değil, ‘değişim’ değerine sahip olup, sadece şeref/onura sahip olanın kendisine hiç mi hiç ihtiyacı yok iken, şeref/onur ne kadar az ise, işte o pay artık başka şeyle doldurulur; yani, “itibardan tasarruf edilmez”