Rejim değişti ve biz tek adam rejimine geçtik.
Böyle bir değişiklik, isterse halk oylaması sonucunda olsun, kabul edilebilir mi? Hayır…
Demokrasi(demos=halk; kratos=güç, kudret), insanların yaşadığı toprakla bütünleşmesidir. Tek adam rejimi ise o toprakta yaşayan insanların o topraklar üzerindeki haklarından, karar verme yetkisinden vaz geçmesidir; yani demokratik değil, tümüyle anti-demokratik bir karar veriştir. Vakıa 2018 oylamasında böyle bir olay da olmamış, sandıklar açılmaya başlandıktan sonra getirilen imzasız zarflara oyların da sayılmasının basit bir sonucudur. Aslında İstanbul Büyük Şehir Başkanlığı konusunda yapılan ikinci oylama da kesinlikle reddedilmesi gereken bir oylamadır: Aynı bir zarf içine atılan 4-5 oydan sadece birisi için yapılmış, diğer oylar ise geçerli sayılmıştır.
Her şey tek adamın idaresine verilmiştir. Her şey bir yana, cumhurbaşkanı şu ya da bu ölçüde görevini göremez hale geldiğinde kendisine vekalet eden kişi de doğrudan kendisinin atadığı, yani seçilmemiş birisi olacaktır. Hakeza artık kabine de kalmamıştır; bütün bakanlar sadece artık cumhurbaşkanına karşı sorumludur, dolayısıyla artık adı resmen cumhurbaşkanı olsa da aslında artık doğrudan doğruya bir tek adam rejimidir.
Parlamento’nun, yani seçilmişlerin gerek bakanları seçme veya denetleme, gerek bütçeyi reddetme, gerekse de gensoru verme hakları artık yoktur.
Burada her şeyi 1215 ile başlatmak gerekir: Vergi verenlerin verdikleri verginin nelere harcandığının hesabını sorma hakkı; yani Magna Carta, İngiltere’de. Ve de bundan 800 yüzyıl sonrasında bugünün Türkiye’sinde insanların kendi verdikleri vergilerin nereye harcandığını soramama haksızlığı.
Devletin kendi üretimi yok; bütün gelirinin yegane kaynağı bizim vergilerimiz; yani devletin bütün gelirinin hepsi bizden; ama bunlar “ticari sır” adı altında olan biten her şeyi bizden gizliyorlar.
Aslında buralara gitmeye bile gerek yok; hem de ilk bakışta çok alakasız gibi görünen bir alanda: Şehir planlaması.
“Şehir hastaneleri” adı altında şehir merkezinden 15-20, hatta yerine göre 25-30 kilometre uzaklıkta devasa hastaneler kuruldu; ama bunlara “müşteri” çekmek umuduyla şehrin merkezindeki en az bir-iki, hatta yerine göre 6-7 hastane kapatıldı, şehirde yaşayanların hemen herkesin rahatlıkla ulaşılabileceği uzaklıkta, özellikle de acil durumlarla karşılaşıldığında: Bu mu demokrasi…
Aslında daha da ileri gidersek, bu aynı zamanda, mevcut durumda kadın-erkek eşitsizliğini de berkiten, güçlendiren bir tavırdır: Aynı maddi ve de hatta manevi güce sahip olsun, bir kadın ile bir erkeğin evine birkaç kilometre uzaklıktaki bir hastane ile 15-20 kilometre uzaklıktaki bir hastaneye gitmeleri her ikisi için de aynı güçlükte midir; olay acil olsun ya da olmasın.
‘Ticari sır’ olayını haksız yere çok kullandılar, özellikle köprü, tünel, şehir hastaneleri vs… konusunda; ama çok daha inanılmaz kullanımını yapmak sağlık işleriyle uğraşmaya memur edilmiş kişiye düştü: Bir muhalefet milletvekilinin kaç grip aşısı satın alındığına ilişkin sorusunu ‘ticari sır’ bahanesiyle cevapsız bıraktı; yani bunlar, artık malı mülkü geçtik, doğrudan doğruya insanların sağlığına, ömürlerine, hayatına geldik, hala ‘ticari sır’ maskaralığının arkasına sığınıyorlar.
Bu arada, en başta devlet patronluğu olmak üzere kişilere tahsis edilen yüzlerce araba, uçak-helikopter, yat ve de saraylar, köşkler…: “İtibardan tasarruf olmaz” deme seviyesine her halde henüz ulaşamamış kişiler olarak, bize bayağı ayıp görünüyor, hem de çok ayıp.
Her şeyden önce yerli/milli araba diyorlar, ki hepsi var: Renault, Tofaş, Hundai vb… Zırhlı mı olacak, yaptırtırsın üç beş tanesine zırh korunmasını… Ayrıca, en fazla toplam zırhlı zırhsız altı-yedi tane; ki aslında bu miktar da fazla. Bu arabaların orijini Almanya, Fransa, Japonya vs… iken, bu ülkelerdeki resmi araç sayısı bizdekilerin en fazla yedide/sekizde biri: Bize bu da çok ayıp gibi geliyor…
Bir de makamdan çok, makamı kim dolduruyor ona göre araba ayarlamak ya da yerine göre -bazen karı-koca- pek çok yerden maaş almak…
Bu arada TV’lerde ekran karartma, ucu mutlaka rüşvete çıkacak davalarda erişim yasağı ve bunları desteklemek üzere basın ilan kurumunca ve de diğer bazı örgütlerce. getirilen ilan yasakları. Bütün bunlar gerek terörü, gerekse darbeleri meşru kılmak açısından halkı yönlendirmeye yönelik teşebbüslerdir. Yasalara uygun biçimde seçilmiş belediye başkanlarını şu ya da bu şekilde görevden almanın ötesinde, yerlerine kimlerin geçeceğini de belediye meclisinin seçimine baş vurmayıp doğrudan doğruya vali veya kaymakamları atamak: Hiçbir darbe kendiliğinden gelmez…
Bu türden anti-demokratik tedbirler, sadece yüksek yargı kurumlarına değil, en basit yargı ve sair kurumlara atanmanın da iktidarın seçimine, olmadı tavsiyesine uygun olarak yapılmasını kural haline getirmiştir. Bu arada hakimlerin hatalı kararlarından dolayı ödemek zorunda kalacakları tazminatın FETÖ davaları sırasında devletin yükümlülüğüne geçirilmiş olması da aslında bugünkü yeni düzene geçilmesinde bayağı bir atlama tahtası olmuştur. Herhangi bir memuriyete girişte iktidardan bir ‘referans’ getirmek artık vaka-i adiye haline gelmişken, bütün bunlardan kurtulmak için mülakatların kayda geçirilmesinden hakimlerin çalışma yeri güvencesine kadar çok kapsamlı bir değişikliğe ihtiyaç vardır.
Buraya kadar ele aldığımız sorunlar siyasal, ekonomik ve sosyaldir; yani, hepsi aynı türden varlıklar arasında tartışılıp incelenebilecek. Ancak bir de şu türden bilgiler de vardır bizim ilk, orta ve liselerde verilen bilgiler arasında: İnsan-üstü, yani insanı aşan bir merciden verilen bilgiler. İşte bunlar devletin laikliğine aykırıdır; zira bunlar inanca konu bilgilerdir, dolayısıyla kişiden kişiye pekala değişebilir. Bu durumda kişinin inancına ilişkin bilgilerin laik devletin okullarında hangi ders adı altında veriliyor olursa olsun devletin laiklik niteliğiyle çelişir.
En basitinden bir örnek verirsek, diyelim sağ elin hayırlı işlerde, sol elin ise, diyelim taharet işlerinde kullanılacak olması yolundaki bir bilgi doğrudan doğruya bir inanç konusu olduğuna göre laik, yani ‘halkın devleti’ olan bir devletin okullarında verilebilecek bir bilgi niteliği taşımaz. Zira böyle bir olay bir yandan bireyin inanç veya inanmama özgürlüğüne bir tecavüz olmanın yanı sıra devleti milletten koparıp ümmet kurma peşindeki bir devlet haline getirir, ki bu yoldaki en temel adım 12 Eylül cuntacılarının ürünüdür: Din derslerini okullarımızda mecburi hale getiren, işte bu darbecilerdir.