Yeni Zelanda’daki katliamın zamanlaması manidar. Katliamcı caninin paradigması, burada bize dayatılanla bire bir örtüşüyor: İslam, fetih, Osmanlı, Türkler, Erdoğan.
Erdoğan, tüm İslam alemi adına hedefse, aynı zamanda bu alemin müdafii, sözcüsü konumuna yerleşmiş olacaktır ve de seçimlere sadece 2 hafta kala: En büyük şehirleri kaybetme arifesindeki Erdoğan’ın elini güçlendirme, buna karşılık da kendisini el altında tutma peşinde olan birileri devreye girmiştir.
Erdoğan, Esad’ın en büyük, hatta tek düşmanı. Ama yine aynı Esad’ın en, hatta tek fiili-askeri destekçisi durumundaki Ruslar ve İranlılarla işbirliğinden vaz geçebilecek en son kişi. Diğer yandan da bir tek kendisinin terörist ilan edip yok etme peşine düştüğü YPG’nin en büyük destekçisi, savunucusu, resmi müttefiki ABD’nin stratejik müttefiki olduğu iddiasında.
İnsanlara kendi caddelerini ve meydanlarını kim yasaklar: İşgalciler. İnsanlar ıslıkla, düdükle karşı çıkıyorlar. Kendi şehirlerinin kendilerine yasaklanmasına ve tam bu sırada, tamamlanıp ibadete bile açılmamış camiden ezan okunuyor, üstelik saptırılmış vakitte. Bunun adı da ezan-bayrak düşmanlığı ve Taksim’i işgal etmek oluyor. “Ayıptır” diyeceğim ama yetmez, yetenini söylersem de birilerine hakaret addedilip başımıza bela getirebilir.
Şunu bilelim: Siyasal İslamcıdan değil ''vatansever'', ''vatan haini'' bile olmaz. Zira cihat-fetih adı altında gözleri sadece başkalarının vatanlarında; yani başkalarının malında, mülkünde, evinde, toprağında, parasında, servetinde, karısında, kızındadır ganimet diye. Bu arada şu notu da düşelim: ''Vatan haini'' bile olamayacak kadar vatan kavram ve algısından uzak yaratıklar için ''vatandaş'' diye bir şey de olamaz. Ki, bu da siyasal olarak ''cumhuriyet''in reddi, felsefî ve ahlakî olarak ''insan''ın türsel tekliğinin, dolayısıyla ''insan hakları''nın da temelden inkarıdır.
Ganimet, yani haydutluk ve yağma, yani üretmek değil, başkalarının ürettiklerine el koymak: AKP’nin 16-17 yıl içinde ülkemizi tarımdan hayvancılığa, endüstriye kadar her alanda daha önce ürettiği, hatta tek üreticisi olduğu her kalemde ithalatçı konumuna düşürdüğü ulus düşmanı tasfiyecilik: Çok değil, 15-20 yıl öncesine kadar temel problemlerinden biri komşu ülkelere canlı hayvan kaçakçılığının nasıl önleneceği olan Türkiye, Uruguay’dan Avustralya’ya kadar en olmadık ülkelerden gerek canlı gerekse kesilmiş hayvan, elinde kalmış hayvanlarını doyurmak üzere de saman ithal etmek zorunda bırakılmış bir ülke.
İşte tam bu noktada''globalization'' tabirini ''global'' yani ''topyekün''den değil de gerek bizimkilerin gerekse Fransızların yaptığı gibi ''globe''dan, yani ''yerküre-dünya'' kavramından kalkarak küreselleşme-dünyasallaşma (mondialisation) olarak tercüme etmenin ne kadar yanlış ve yanıltıcı olduğunu yakalayabiliriz. Globalleşmede söz konusu olan, fizikî-coğrafî bir yaygınlaşma değil, kapitalizmin hayatın bütün alanlarını pazar-piyasa kurallarına tabi kılacak şekilde derinleşmesi, dolayısıyla kim ki daha yüksek pazarlık gücüne sahip, işte onun egemenliğinin önünü açmaktır.
Kısacası, mera yasakları, orman ve köy yakmalar, köy boşalttırtmalar yoluyla insanları üretim alanları ve araçlarından yoksun kılıp cebren proleterleştirme, buna kılıf olmak üzere de insanları önce işkenceden geçirip sonra da yasal çerçeveler içinde yaşayamaz hale getiren 12 Eylül faşizmi, hiç de öyle üç beş beyinsiz üniformalı kuklanın ihanetiyle açıklanabilir olmayan bir globalleştirme operasyonudur ve buradaki operasyon şefi doğrudan doğruya Turgut Özal’dır. Ve de Özal ''iş bitirmek'' iIe ''iş yapmak''ın, yani hizmet ya da nesne bir şey üretmenin -hem de devlet politikası düzeyinde- önüne geçiren kişidir ve ''iş bitirmek'', Fikret Başkaya’nın veciz tabiriyle daima ve daima ''birilerinin işini bitirmek'' şeklinde tecelli eder. Yazımızı şöyle bitirelim: Bunlar, memleketi o denli kendine yetmez haline getirdiler ki, beka sorunlarını bile burada üretemeyip çareyi 17 bin kilometre ötedeki bir vahşeti ganimet bilip mal bulmuş magribî gibi sarılmakta buldular.