Babam Birinci Dünya Savaşı’na katılmış. Bursa’lı, yaya olarak da Çanakkale’ye kadar yürütmüşler. Fıtığı var; ama orta okulu da bitirmiş; yani o güne göre bayağı tahsilli: Yazıcılar sınıfına koymuşlar. Bakıyorlar ki yazısı da oldukça güzel, şu İngiliz-Fransız gemilerini denize bıraktığı mayınlarla batıran Nusrat’ın yağlı boyalı hemen bütün tabelalarını ona yazdırıyorlar.
Mustafa Kemal, işte bu yüzden onun cephe arkadaşı oluyor ve de babam bir gün bile, değil Atatürk, Gazi Mustafa Kemal kelimesini bile kullanmadı: “Gazi”, onun cephe arkadaşıydı; hep “gazi” olarak andı.
Vatan, millet ve de cumhuriyet düşmanları henüz daha kendilerini göstermiş değillerdi, o yüzden de babamın “gazi” kelimesini kullanması bize hiç garip gelmezdi. Annem, bizimle birlikte yaşayan halam ve onun kızı ve de tabii ki babam, nasıl ağlamışlarmış o öldüğünde. Annem hep anlatırdı; yabancılar da gelmiş cenaze törenine ve onların pek çoğu da ağlamışlar: Bizimkiler Ankara’daymışlar 1946 sonuna kadar.
Annem çoğu kez Atatürk diye anardı; ama kırk yılda bir olsa da “Gazi” ya da “Kemal Paşa” dediği de olurdu. Onun iktidarına şu ya da bu şekilde aleyhte laf ettiğim zaman da mutlaka ve mutlaka “onlar olmasaydı, sen bu lafları bile Türkçe edemezdin” ya da “beni babanla eşit görüyorsan, onun sayesindedir” diye terslerdi. Anıt-kabir’e de beni ilk o götürdü.
Mustafa bizim aileden biriydi; küçüklüğünde, diyelim annesi bakkala gönderdi, adını bilmeyenler her halde, “Zübeyde’nin sarı oğlan geldi, şunu bunu aldı” derlerdi kendisi hakkında. Daha sonraki yılları da zaman zaman aklıma gelir: Çok yakışıklıydı, muhtemeldir ki Manastır’da da pek çok kız mutlaka “ne güzel oğlan” demişlerdir kendisi için.
“Selanik’li Mustafa”da vardır bizim dilimizde ve kasıtlı bir biçimde Atatürk demeyenler, benim kendi kendime Mustafa’dan Atatürk’e kadar kendisine nasıl hitap edeceğimi belirleyemezler; eğer belirleyebiliyorlarsa, yani ben onların koyduğu koda uygun olarak kendisinden her bahsettiğim anda Atatürk demek zorunda kalıyorsam artık onların koyduğu kurala uymuş, yani onların getirdiği paradigmaya farkına varmaksızın uyup onların oyuncağı olmuş olurum, üstelik de onlara karşı çıkmakta olduğumu zannederek: Canan Kaftancıoğlu’na yapılan her itiraz ya böylesi bir eblehliğin ürünüdür ya da -daha kötüsü- parti içi demokratlığın sahtekarane bir göstergesi.
Ben çok severim Atatürk’ü, her şeyden önce Aydınlanma’nın ve Büyük Fransız Devrimi’nin bir insanı olmasıyla. İnsanı insan olarak görmeyen, dolayısıyla aslında evrensel insan haklarına layık olmayan canlıların getirdiği “Atatürk”e “Atatürk” dememeyi öğreten ilkelliği kaale almayıp, yerine göre ve de içimizden geldiğince “Zübeyde’in sarı oğlan”ından “Atatürk”e kadar her çeşit adlandırmayı kullanalım; dedim ya, Atatürk’e Atatürk dememeyi kaale almamak tam tamına budur. Ayrıca bunların kafasında “millet”, yani belirli bir vatanda birlikte yaşayan bir toplum yok, “ümmet” vardır; yani belirli bir vatandan bağımsız bir topluluk vardır; ki bu durumda kendisiyle aynı arazide yaşayan, belki de kendisinin kapı komşusunu dahi malına, mülküne ve kendisi için değerli olan her şeyine ganimet olarak el konacak birer nefret, hatta birer mürtet olarak görecektir; ki iktidardakilerin toplumu ayrıştırmalarındaki ısrarı da tam tamına bu yönelime denk düşer.
Atatürk’e geri dönelim ve de diyelim ki, o bizden biri; anlamayan anlamasın, ama hepimizle eşit.