Geçen bir yazımızda yazmıştık; laiklik Eski Yunanca’daki “halk” kavramından türetilmiş. Ancak demokrasi de yine Eski Yunanca’daki ‘halk’ kavramından türetilmiş; ama Eski Yunanca’da laikliğe kökenlik eden kelime esas olarak “yaygın, sıradan, alışılagelmiş vb…” kavramlarına daha bir yakın iken, demokrasiye kökenlik eden ‘demos’ belirli bir bölgede ikamet eden, orada yaşayan halka işaret eder.
Burada hemen şu yargıya varabiliriz: Hem demokrasiyi övüp, ama hem de genel ve/veya özel/bölge seçim barajlarından söz edenler ya gerizekalı, ya seçim üzerinden insanları aldatmaya kalkan yalancılar ya da hem gerizekalı hem de yarı ahmak bireylerdir.
Bu noktada şunu da söyleyebiliriz: Laisizm her şeyden önce “insanın başına gelen iyi ya da kötü her şey insanın ürünüdür” şeklindeki felsefi bir düşünüşe, ‘demos’la başlayan demokrasi ise hukuki/siyasi bir anlayışa daha yatkındır.
Laiklik mutlaka demokrasinin yolunu açmaz, ama laikliğin olmadığı yerde kesinlikle demokrasi de olamaz.
İlk bakışta aradaki bağı kurmak oldukça güç gibi görünse de, örneğin köylerdeki aşağı yukarı 20 bin okulu kapatıp, hem daha en küçüğü 5-6 yaşındayken en az 2 buçuk milyon insanı hafta içinin her günü, yerine göre 60-70 kilometre yola mahkum edenler, işte aslında insanları doğup büyüdükleri yer ile sahip olduğu ortaklığı en baştan yok etmeye çalışanlardır, ve bu işlem aynı zamanda yedi yüz bin iş bekleyen öğretmen adayının bulunduğu bir ortamda yapılmaktadır.
Buna benzer bir anlayış şehirlerde de yapılmaktadır: Ülkenin neredeyse iki yüz yakın ilçesinde çocukların önemli bir bölümü imam hatip liselerine gitmeye fiilen mecbur kılınmaktadır, zira ana-babaların çoğunun ilçe dışındaki liselere çocuklarını gönderme gücü ya da gönderildikleri liselerde başlarına neler gelebileceği hakkında fazla bilgileri yoktur.
Baştaki hükümet “itibar için tasarrufa yer yoktur” anlayışı içinde her türlü lüks harcamayı meşrulaştırmanın da ötesinde “yerli ve milli” bir vazife olarak da gösterme anlayışı içindedir; ki, tam bu noktada biz de üç yıl önce ölen bir arkadaşımızı yeniden anmak zorunda kalıyoruz: Dr. Barlas Tolan (önce Gazi, sonra da Galatasaray üniversitelerinde sosyoloji profesörü), ilk tanıştığımız günlerde, yani bundan tam 45 yıl önce, şöyle bir şey söylemişti: “Bilimin sonu yoktur, ama özellikle sosyal bilimlerde bilgi üretmenin temel koşulu vardır, o da görgülü bir aileden/ortamdan gelmiş olmak”. Bu arada şunu da belirtelim ki, ‘rüküş’ kavramı doğrudan doğruya ‘lüküs’ kavramından türetilmiş yarı argo bir Türkçe kavramdır: Gereksiz yere gösterişli, tantanalı, haşmetli maskaralıklar yapan kadın; şimdilerde de hem erkek hem kadın.
Görgüsüz kavramını en iyi görgüsüzün kendisi bilir; bunların arasında da en alt düzeyde olanı da, kendisine ”lüküs”, görgülülere de “rüküş” gibi görünenleri hayata geçirdiği ölçüde ve de bunları kendi parasıyla da değil başkasının parasıyla gerçekleştirebildiği ölçüde.
Şöyle de söyleyebiliriz: Görgülü insan, kendisinin görgülülüğünü dolaysız yoldan kendisi hissetmez. En basitinden bir örnek verecek isek, diyelim bir bardağa çay koyuyoruz, kendimiz içmek üzere. Ne kadar koyarız bu bardağa çayı: İçebileceğimiz kadar ve de bunu diyelim daha çok küçük yaşlarda bize babamız öğretmiştir, “aman evladım, bardağına çayını içebileceğin kadar koy” diyerek. İşte bu görgüdür, ama biz bunun görgülülük olduğunu bilemeyiz.
Annemden de pek çok şey öğrenmiştim, ama en unutmadığı şey, Mustafa Kemal’in kendilerine verdiği eşit yurttaşlık hakkıydı: Annem 1912-13 doğumluydu ve peçe veya çarşaf giymesini öngören maskaralık işte tam bu yıllarda kaldırılmıştı.
Aynı soydan gelen erkek-dişi eşitsizliği hayvanlarda sual edilemez; onlar içgüdüleriyle hareket ederler. Ancak erkek-kadın eşitsizliği ahlaki bir sorundur, dolayısıyla insan söz konusuysa sual edilir. Kadın-erkek eşitliğinden yana olmayanlar aynı zamanda her türlü insan hakları kavramının haricinde tutulmalıdır. En azından seçme-seçilme ve de kendi çocukları da olsa çocuk yetiştirme hakları mutlaka ve mutlaka yasaklanmalı, en azından belirli ölçülerde kısıtlanmalıdır.
Devlete veya benzeri kuruluşlara düşen bir görev daha vardır ki o da milyonlarca insanın, üstelik çoğu da aileleriyle birlikte 1000 lira civarında bir parayla bir ayı geçirmeleri beklenirken, bir bölümünün de bir milyona yakın, hatta milyonu da aşan bir gelir elde etmelerinin sona erdirilmesi gerekir. Böylesi bir gelir farkı, toplumu aynı bir toprakta yaşayan gerçek bir kollektif birim, yani demokrasinin “demos”u olmaktan çıkartır. Artık “rüküş”lük uçak, araba ve yatlardan saraylara kadar kesinlikle sınır tanımaz hadlere ulaşırken ister istemez gerek hukuksal, gerekse de ahlaki boyutları zorlayacaktır; ki bu arada Cumhuriyetin, saray yapan değil, saray yıkan bir rejim olduğunu da unutmayalım.
Bu denli bir gelir eşitsizliği büyük ölçüde hesap vermekten kaçınma yoluyla yapılacaktır ve de işte tam bu ortamda ortaya “unutulma hakkı” diye bir kavram gündeme getirilir. İnsanlar artık yapmış olduklarının bir bölümünün şu ya da bu yoldan işitilip duyulmasını gerek doğrudan müracaat, gerekse de yargı yoluyla engelleme hakkına sahip olacaklardır; yani geçmişte yapılmış veya hala yapmaya devam ettikleri bazı şeylerin şu ya da bu kanalla kamu oyuna bildirilmesinin engellenmesi “hak”kı.
Adam, diyelim yıllar teşrik-i mesaide bulunduğu, hatta zaman zaman en pis işleri kendilerine yaptırttığı ortağıyla şu ya da bu sebeple arası bozulmuş olsun, onları diyelim teröristlikle suçlarken aslında onlarla yıllar boyu ortaklık yaptığına dair yayınların yapılmasını gerek idari, gerekse cezai yollardan engelleyebilecektir. Ya da adam, diyelim şampiyonluklara da sahip bir boksör; ama bu arada kadın veya çocuklara tecavüz etmiş; işte bu “unutulma hakkı” vasıtasıyla, ettiği tecavüzlerin yayılıp duyulmasının önüne geçmiş olacak, en azından önüne geçebileceğini zannedebilecek. Şöyle de kullanılabilir bu unutturma yasası: Diyelim adamın verdiği tarihte, kendisi daha ilkokul talebesi, ancak ya kendisinden geçmiş ya da doğrudan uyduruyor, kendisine kızının yazıp masasına bıraktığı bir mektuptan söz ediyor…
Vakıa artık hakimlerin önemli bir bölümü de pek çok mahkemeye gizlilik kararı getirerek herkese kapalı pek çok kararı imzalıyorlar, ama demek ki bazılarının gözünde bu yetmiyor ki artık “unutturma yasası“ da çıkartıyorlar.
Yazımız burada bitiyor, ama iki önemli teklifi de sizlere sunarak: RTÜK kapatılmalı; Diyanet İşleri Başkanı da o görevinden istifa etmeli, olmadı mutlaka alınmalıdır; zira bir devlet memuru için dini bir görev haricinde sarıklı ve cübbeli olarak ortalıkta dolaşmak yasaktır, yasak.