Aşı karşıtları evvelki hafta İstanbul Maltepe’de miting düzenlediler, 3-4 bin kişilik bir miting, hükümetin himayesinde. Bir kadın vardı; elinde kocaman bir pankart: ”Beden bizim, irade bizim”.
“Beden bizim” sözü doğru, ancak ikinci kısım yanlış; zira buradaki kadın kara çarşaflı. Çarşafı, yukarıdan aşağıya alnının üstüne kadar geliyor; yüzünün alt tarafında ise çarşaf çenesini ortasına kadar kapatıyor. Tamam, bedeni kendisine ait; ama iradesi şu ya da bu ölçüde başka birilerinin egemenliği altında.
İnsan insanı neresinden tanır: Elinden, bacağından, kalçasından, sırtından vs… değil, yüzünden, simasından, çehresinden; bu arada şunu da vurgulayalım ki kişinin çehresine -tümden açık veya kısmen kapalı- saçları da dahildir. İnsan, kendi çehresini kapattığı ölçüde, ister kadın olsun isterse de erkek, kendi kimliğini de gizlemiş, kendi kendisini kimliksizleştirmiştir; hatta, burka ya da benzer bir şey giyildiğinde kişinin erkek mi yoksa kadın mı olduğu bile anlaşılmaz bir hâle gelmiş olur.
Laik bir devlette burka giymek, peçeyle dolaşmak, tabiî ki yasak olacaktır. Ancak aslında şu da vardır ki, diyelim bir kadın saçının bir tek telini bile göstermeyecek şekilde başını örtmüş devlet hizmeti görüyor, işte bu da yasak olmalıdır; zira böylesi bir örtünme, devletin belirli bir din anlayışı içinde olduğu, onun partizanlığını yaptığı anlamına gelecektir.
Din, aslında bir ideolojidir ve de temelinde bilgi değil, inanç vardır. Bu tür ideolojilerin, kendi iddia ettikleri gibi bir ilahı ya da ilahları var mıdır, yoksa yok mudur; bu hiç önemli değildir. Burada önemli olan, insanın böyle bir şeyin gerçek olup olmadığına inanıp inanmaması değil, böyle bir şey gerçek olsa da olmasa da, böyle bir kulluğa razı olup olmamasıdır. İşte bu yüzden de laiklik, cumhuriyet’den (respublika: Res-varlık; publica-halkın) doğrudan doğruya halk-erkine, yani demokrasiye doğru giden yolun hareket noktasıdır: Laikos, Eski Yunanca’da ‘her türlü rütbe, unvan, soy-sop, iltisaktan arınmış’, yani bir bakıma ‘sivil insana ait olan şey’ anlamına gelmektedir. Bu durumda Diyanet İşleri Başkanlığı adı verilen kurumun işlevi, bu tür ideolojileri toplumsal hayatın kökenine yerleştirmek değil, tam tersine bunları derleyip toplayıp, toplumsal hayatı vicdanın, bunun olmadığı yerde de, adaletin emrine vermektir.
Ve işte bu yüzdendir ki Erbaş adlı efendi, bulunduğu mevkiden hemen istifa etmelidir. Ama neredee; zira oraya kendi ferasetiyle gelmemiştir ki, yine kendisi ayrılabilsin. Taliban’a pek fazla uzaklıkta olmadıklarını açık açık söyleyenlerin, gerçekte hiçbir coğrafî sınırı bulunmayan ‘ümmet’i, bizim ülkemizin sınırları dahilinde kurmayı deneyenlerin soyundandır: Nüfusun yüzde onu kadar, hatta belki onu da geçen Müslüman göçmenler, boşuna mı buralarda…
Ya kendilerinden olmayanlar, kimlerdir: Suriye’de, Irak’ta, o da olmadı Afganistan’da şehit edilecekler; dere yatağına yapılmış evleri ilk selde yıkılacaklar; ilk orman yangınında yaşam ortamları ortadan kaldırılacak olanlar; yüz yüze eğitimin kurbanları vb.