Özellikle 2008’de finans kapitalin çöküşü, Batılı ülkelerde derin bir krizi de beraberinde getirdi. Birçok düşünür, iktisatçı “Küresel Kapitalizm’in Sonu” diye başlıklar atarken, bir kısım iktisatçı ise ciddi ciddi çözümün yine Keynesyen ekonomi olduğunu kısık sesle dile getirmeye başladı.
İktisadi olarak “Küreselleşme” denen yeni ekonomik yapının finans kapital üzerine kurulduğunu söylemiştik. Ama sistem emeklilik fonları dağıtıp, asgari ücretleri daha aşağı çekerek ve devlet fonlarıyla finans kapitali bir şekilde kurtarmaya çalıştı. Küreselci ideologlar bir çağın sonu diye düşünürlerken, finans kapital sahipleri ise artık bir şeyden çok emindiler, “Ne yaparsak yapalım halk başını kaldıramaz, çünkü onları öyle bir gericileştirdik, öyle bir korkuttuk, öyle bireyselleştirdik ki artık bir arada hiçbir şey yapamazlar...” demeye getiren açıklamalar yaptılar. 2012 yılında Davos’ta yapılan toplantıda Prudential CEO’su Tidjane Thiam açıkça diyebilmişti ki: “Sendikalar halkın düşmanıdırlar, asgari ücret işleri mahvetmeye yarayan bir makinedir, bunlar düşmandır ve kapitalizmin gelişmesinin önündeki büyük engellerdir.”
Net olarak ve de altını çizerek bir kez daha belirtmekte fayda var; Yeni Küresel Emperyalizm’in temel yapısı finans kapitaldir. Paranın hızlı bir şekilde yer ve el değiştirmesi. Yaygın inanışın tersi bir durumdur bu; yaygın inanış daha ucuz emek gücünün olduğu ülkelere yatırım yapmak diye düşünülürken gerçek bambaşkadır. Bu belki Yeni Küresel Emperyaliz’min ilk aşamasında bu şekildeydi ama şimdilerde bunun yerini finans kapitalin aldığını görüyoruz. Büyük finans kuruluşları ve sahipleri paralarını hızlı bir şekilde kâr edebilecekleri alanlara kaydırıyorlar. Paranın hızı sayesinde de risk gördüğü anda da kaçabiliyorlar. Elbette bunu finans kapitalin tüm dünyada kabul ettirdikleri yeni hukuk sistemi sayesinde sağlıyorlar. Paranın bir ülkeye girmesi ve çıkması tamamen bu yeni hukuk düzeni sayesinde sağlanıyor. Buna olanak sağlayan büyük oranda yeni teknolojik sistem. Görünmez paralar bir ülkeden başka bir ülkeye bir saniye içinde yer değiştirebiliyor. Buna bir başka destek olan alan ise taşeronlaşmadır. Artık büyük şirketlerin yerine, o büyük şirketlerin çalıştığı taşeronluk sistemi hizmet etmektedir.
Bu anlattıklarımızı yakın zamanda gerçekleşen bir olayla daha iyi görürüz. Yunanistan’da 2015 seçimlerini kazanan Syriza, 2008 Küresel Krizi le baş başa kaldı. Küresel aktörlerin oyunuyla çöktü.
“Küreselleşme aşırı zenginlere daha hızlı para kazanmak için daha fazla olanak sağladı. Bu bireyler büyük meblağlarda parayı yerküre etrafında aşırı hızlı bir şekilde hareket ettirmek ve çok daha etkili bir şekilde spekülasyon yapmak için en son teknolojilerden yararlandılar. Maalesef teknoloji, dünya yoksullarının hayatlarında hiçbir etki yapmamakta. Aslında küreselleşme bir paradoks: Çok küçük bir azınlık için çok yararlıyken, dünya nüfusunun üçte ikisini dışarıda bırakmakta veya ötekileştirmektedir.”
Küreselleşme, Zygmunt Bauman
Bu hızlı yer değiştirme ve paranın harekâtı öyle devasa boyutlara ulaşmış durumdaki; Rene Passat’ın hesaplamalarına göre, kurlar arasında yapılan tamamen spekülatif nitelikteki finansal işlemler günde toplam 1.300 milyar dolarlık bir hacme ulaşmakta olup, bu rakam ticari işlemlerin hacminden beş kat daha büyüktür ve dünyadaki tüm “ulusal bankaların” rezervlerine denk düşen toplam 1.500 milyar dolara çok yakın bir meblağdır. Passat’ın vardığı sonuç şöyledir: “Bundan dolayı ‘piyasaların’ spekülatif baskılarına birkaç günden fazla direnebilecek hiçbir devlet yoktur.”
Basit bir örnekle açıklayalım bunu.
Elinde milyar dolar para hacmi olan bir yatırımcı ve küresel ölçekte bir finans kurumu düşünün. Bizim ülkemizde kâr edebileceği alanları araştırıyor. A kahve zinciri şirketinin %25’ini satın alıyor. B market zincirinin %10’unu satın alıyor. Ülkemizde bir başka finans kurumunun hisselerini, başka bir bankanın hisselerini satın alıyor. Sonra ülkemizde siyasal bir kriz baş gösteriyor olduğunu düşünelim. Bu finans kurumu tüm hisselerini 1 dakika içinde borsada satıp, ülkeyi terk ediyor. İşte olay bu kadar basit aslında.
Bu yapının temel başka özelliği ise görünmez olması. Sahiplerinin kim olduğu bilinmiyor ya da bir vakıf tarafından yönetiliyor, ayrıca her finans kuruluşunun bir başka büyük finans kuruluşuyla aralarında ortaklık anlaşmaları görülüyor. Taşeronluk sistemi demiştik, Vakko’da satılan bir ürünün üretimini düşünmek yeterli. İplik bir yerden, dikiş bir yerden, paketlemeci başka yerden vs. uzayıp gidiyor. Görünmezliği biraz da bu şekilde sağlamış oluyorlar.
O yüzden, ulus-ötesi karaktere sahip şekillendirici güçler büyük oranda anonimdir ve dolayısıyla tanımlanmaları zordur. Birleşik bir sistem veya düzen oluşturmazlar. Ağırlıkla “görünmez” aktörlerin yönlendirdiği bir sistemler kümesidir... Söz konusu güçlerin birliği veya maksatlı eşgüdümü (diye bir şey yoktur).... “Piyasa” rakip güçlerin pazarlık yapmak üzere etkileşime girmelerinden çok, maniple edilmiş taleplerin, yapay olarak yaratılmış ihtiyaçların ve hızlı kâr arzusunun itişip kakışmalarıdır.
Küreselleşme ve çevre
Öncelikle şunu belirtmekte fayda var. Kapitalizm rekabet üzerine kurulu bir ekonomik yapıdır. Rekabetin olduğu yerde kazanmak başlı başına bir ideolojidir. Kazanmak için yapılan her şey de mubahtır. O yüzden kapitalizmin ortaya çıktığı günden itibaren sömürü her anlamda kaçınılmazdır. Bu ister emek gücü sömürüsü olsun, ister doğa sömürüsü, kaynak israfı olsun böyledir. Yapısal olarak da bu kaçınılmazdır. Bir kapitalist önce kendi kârını düşünür ve bu ona en haklı eylem olarak gelir.
Kapitalizmin doğası sömürmektir. Önce kendi halklarını sömürür. Küresel yeni emperyalizmde ise sınır tamamen ortadan kalkmıştır. Daha ucuz emek gücüne gidiş, kendi halklarından daha çok geri kalmış ulus halklarını sömürmekle mümkündür. Bu doğa için de böyledir. Bir Amerikalı işadamının Bangladeş’te üretim yaptırırken, Bangladeş halkının yoksulluktan ölmesi, sendikasız 15 saat çalışması, ölmesi umurunda bile değildir. Bangladeş denizinin yok olması, çevre kirliliği umurunda bile olmaz.
Ama ne gariptir ki çevreci kuruluşların fonlayıcıları yine bu büyük küresel emperyalist finans kuruluşlarına kalmıştır. Almanya veya başka Batılı devletler çevre kirliliği için ülkelerinde mücadele ederken, çıkan ambalaj atıklarını, Türkiye’ye göndermekte hiç tereddüt etmez.
Geri kalmış ulusun halkları ise artık yaşanmaz hale gelen ülkelerini terk edip Batı’ya göçmeye başladığında ise, sınırlar çizilir ve yeni faşizmin kapıları açılır.
“Dolayısıyla, doğayı çekip çevirebilme olasılığı var. Sorun, bunun nasıl yapılacağında. İşte bu noktada, yirmi birinci yüzyılın en büyük sorunlarından birine geri dönüyorum: Bunu kim yapacak? Bunu planlayan ve gerçekleştiren otorite kim olacak? Böylesi otoriteler küresel düzeyde değil, yerel ve ulusal düzeyde mevcuttur. En büyük çevresel felaketlerse bugün küresel ölçekte cereyan ediyor.”
Yeni Yüzyılın Eşiğinde, Eric Hobsbawm
Göçlerle gelen acı ve yeni faşizm
Faşizmin yaygın kullanımı, bir ırkın kendisini üstün görmesi ve kendi ırkı dışında olanlara her türlü şiddeti, ayrımcılığı yapabilmesidir.
Peki yeni faşizm dememizin sebebi ne? Artık bir ırk üstünlüğünden daha ziyade, kendisini bir yere ait hisseden kişinin, bu yer hakkında kendisinden bir başkasına yaşama hakkı tanımaması diyebiliriz. Daha ileri gidecek olursak, kendisinden başka kimseye yaşam hakkı tanımama da diyebiliriz. Bu yeni insan tipinin karakteristik özelliğidir. Kendi inancı, kendi ırkı, kendi yaşadığı yer, kendi cinsel tercihi, kendi estetik anlayışı dışındaki her şeye düşmanlık, yeni faşizmin dinamikleridir.
Peki dünya madem küreselleşiyor, herkes vatansız oluyorsa bu yeni faşizm nasıl ortaya çıkıyor?
Yeni küresel emperyalizmde devlet ve hukuk yoktur
Çok kısaca anlatmak gerekirse, yeni küresel emperyalizm en çok ulus-devletleri etkisiz hale getirmiş ve bunun sonucunda da sınırsız bir sömürü ortaya çıkmıştır. Sınırsız ve hukuksuz. Küresel emperyalizmi tek cümleyle ifade edecek olsak, hukuksuzluk diyebiliriz. Bu yeni düzene “Yeni Ortaçağ” dememizin temelinde de bu iki olgu yatmaktadır, devletsizlik ve hukuksuzluk. Ortaçağ, devletsiz ve hukuksuzdur, şimdi olduğu gibi.
“Küreselleşme kabaresinde devlet bir striptizle soyulur ve performansın sonunda sadece en yalın gerekliliğiyle baş başa kalır: Baskıcı güçlerin maddi tabanının yok edilmesi, egemenliği ve bağımsızlığının ilga edilmesi, politik sınıflarının silinmesiyle, ulus-devlet mega şirketler için basit bir güvenlik hizmetine dönüşür... Dünyanın yeni efendilerinin doğrudan yönetmeye hiç ihtiyaçları yoktur. Onlar adına işleri idare etme görevi ulusal hükümetlere verilir.”
Küreselleşme, Zygmunt Bauman
Buna devletin küçülmesi demek ne kadar doğrudur bilmem ama, yeni bir şekle büründüğü gerçektir. Devletin küçülmesinden daha ziyade, devletin atomize olması ya da yeni mafya devleti demek daha doğru geliyor.
Aslında Ulus-Devlet’i bir hakeme benzetebiliriz. Hakem iyi veya kötü, belirli kurallar çerçevesinde maçı yönetmeye çalışır. İyi hakemler olduğu gibi kötü hakemler de vardır. Dürüst hakemler olduğu gibi şikeci hakemler de vardır ama eninde sonunda kötü bile olsa belirli kuralları uygular. Hakemsiz bir futbol maçını hayal etmek yeterlidir. Hakemsizlikte maç kesinlikle güçlünün koyduğu kurallar çerçevesinde oynanır. Eric Hobsbawm bunu şöyle anlatır:
*
“Fakat bu durum daha mütevazı bir ölçüde, yurttaşların yasalara uymaya baştan hazır olmaları, şöyle ki, hukuksal yasaların ahlaken meşru olduğu duygularının kalıcılığı açısından da geçerlidir. Eğer bir yasayı meşru görüyorsak, ona uymaya hazırızdır. Futbol maçlarında hakem ve yan hakem bulunmasının gerekli olduğu kanısındaysak, onların meşru bir işlev yerine getirdiklerine güveniyoruzdur. Zaten bizde bu güven olmasaydı, sahada düzeni sağlamak için nasıl bir güç kullanmak gerekirdi? Birçok otomobil sürücüsü hızlı kameraları ahlaken geçerli saymaz ve bu yüzden onları görmezlikten gelmekte hiç duraksamaz.”
Küreselleşme, Demokrasi ve Terörizm, Eric Hobsbawm
Sınırsız ve hukuksuz bir sömürü imkânı, özellikle yoksul ulusları köle pazarı haline getirmiştir. Kendi ülkeleri sınırsız bir şekilde sömürüldükçe işsiz kalan, açlığa mahkûm olan, içsavaşlarla yaşanmaz ve can güvenliğinin kalmadığı bu ülke halkları tası tarağa toplayıp, ölümü göze alıp Batı’ya doğru yola çıkarlar. Afrika siyahi halklarının gemilerle köle olarak götürüldüğü zamanlardan hiçbir farkı yoktur bu gönüllü sürgünlerin yaşadıklarının. Onların da birçoğu gemilerde ölüyordu, şimdinin gönüllü sürgünlerinin de neredeyse yarısı bu yolculuklarda hayatını kaybediyor.
Gittikleri Batı ülkelerinde bir köleden farksız bir yaşam süren, hiçbir güvencesi olmayan bu yeni insan türü gittikleri yerlere uyum sağlamaktan daha çok, kendi gettosunu yaratıp hayatta kalmaya çabalıyor. Bundan daha doğal bir yaşam itkisi olabilir mi? Batılı ülke yaşayanları ise sanki sorunu bu göçmenler yaratmış gibi onlara düşman oluyorlar. Yeni faşizmin en temel dürtüsü bu oluyor. Tam da bu yüzden Batı halkları faşizanlaşırken, ezilen halklar bir şekilde kendilerini ya mafyanın, ya radikal hareketlerin, bazıları ise sol düşüncenin içinde buluyorlar.
Dünyanın bir kısmı zenginleşirken, bir kısmı aşırı yoksullaşıyor. Sömürülecek yoksul ülkeler sürekli olarak etnik, dini, aşiretler arası içsavaşa itekleniyor. Bir kısım insan aşırı zenginleşirken, büyük bir kısım insan ise aşırı yoksullaşıyor.
BM son İnsani Kalkınmışlık Raporu’nda en tepedeki 358 “küresel milyardere” ait toplam servetin en yoksul 2,3 milyar insanın (dünya nüfusunun yüzde 45’i) toplam gelirine denk olduğuna dikkat çekmiş, bulguları yorumlayan Victor Keegan, dünya kaynaklarının mevcut dağılımı “eşkıyalığın yeni formu” olarak adlandırmıştır.
Ve sanıldığının aksine küreselleşme insanlara tüm dünyanın kapılarını açmıyor, duvarlarını ortadan kaldırmıyor.
Bugün dünyada, 1914 öncesine kıyasla işgücünün serbest dolaşımında daha büyük bir kısıt söz konusudur. 1914’ten önce Birleşik Amerika’ya ya da Güney Amerika’ya olan göç üzerinde hiçbir sınırlama yoktu.
Tüm bunlar olurken dünya yeniden duvarlarla örülmeye ve ayrıştırılmaya çalışılıyor. Popülist faşist yönetimlerin seçim kampanyalarının ilk maddesi hep, yeni duvarlar örmek oluyor.
*
“Dünyanın gelişmiş kısmının etrafını sorumluluktan uzak güvenli bir kordonla çevirmesi, küresel bir Berlin Duvarı dikmesi, ‘dışarıdan’ gelen tüm bilgilerin savaş, cinayet, uyuşturucu, yapma, bulaşıcı hastalıklar, sığınmacılar ve açlık resimleri olması, yani bizi tehdit eden şeylerin resimleri olmasıdır.”
Küreselleşme, Zygmunt Bauman
SONUÇ
Bu yazı söylediğim gibi eninde sonunda sadece bir yazı dizisidir. Daha derin okumalar için yazıda da atıfta bulunduğum kitaplar okunmalıdır. Çocukların anlayacağı seviye için,
Polar Yeleğin Dünya Seyahati, sonrasında Yordam Kitap’tan çıkan Paul Mason’ın
Kapitalizm Sonrası, Eric Hobsbawm’ın
Küreselleşme, Demokrasi ve Terörizm ve
Yeni Yüzyılın Eşiğinde, Zygmunt Bauman’ın
Küreselleşme ve kapitalizmin yarattığı iş tanımı için David Graeber’in
Tırışkadan İşler kitaplarını önerebilirim. Ama daha da önemlisi, Lenin’in
Emperyalizm, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması kitabı. Peki ama neden? Tarihsel olarak baktığımızda, bir benzerlik arayışına girdiğimizde koşullar 1. Dünya Savaşı öncesi koşullarına neredeyse bire bir uymaktadır. Dünya büyük bir bunalımın eşiğindedir. Ve bu dönemin en önemli olgusu emperyalizm ve yeni emperyal savaştır. Emperyalizm eninde sonunda büyük bir dünya savaşı ile ancak sonuçlanabilir. O yüzden bu dönemde (ki sıklıkla karşılaşıyoruz, Marksizm’e büyük bir yönelim vardır, özellikle beyaz yakalı veya orta direk denen sınıf tarafında) bize yol gösterecek olan Marx’tan daha fazla Lenin’dir.
Yazının girişinde söylediğim gibi, küreselleşme birçok büyük düşünür tarafından ele alındı. Daha çok alınması gerekmekte. Tarihçiler, siyaset uzmanları, iktisatçılar daha çok yazmalı bu konuyu. Neden?
Küreselleşmenin yeni ideolojik maskesini kaldırdığımızda alttan çıkan şey, saf emperyalizm kavramıdır. Demek ki emperyalizme yeniden bakmak önemli.
Emperyalizme baktığımız zaman ortaya çıkardığı en önemli sonuç dünya savaşıdır.
Sürekli tekrar ettiğimi biliyorum ama yine de söylemekte fayda var. Dünya yeni bir savaşa hem de büyük bir savaşa gebedir. Bunun sorumlusu da küresel emperyalizmdir.
1'inci Dünya Savaşı öncesinde Doğu toplumlarının neredeyse tamamı sömürge altındaydı. Çin, Hindistan vs. Ortadoğu ülkelerinde keza öyle. Afrika kıtasının tamamında.
1945’ten sonra birçok ülke kendi ulusal bağımsızlığını kazanmaya başladı. 1990’dan sonra tekrar tüm dünya yeni sömürge alanı haline geldi. Kurulan ulus-devletler dağıtıldı. Sömürüye daha açık hale getirildi.
Kavramlar önemlidir demiştik. Küreselleşme kılıfı altında yaratılan aslında yeni sömürü düzeni. Daha vahşisi ama daha az su yüzüne çıkanı. Peki biz de yeni bir kavram üretmek zorunda değil miyiz?
Lenin, kapitalizmin en yüksek aşaması emperyalizm söylemiyle, kapitalizme gerçek anlamını yeni bir kavramla sunuyordu.
Küreselleşme yerine, yeni küresel emperyalizm tanımı daha doğru ve içi dolu bir kavram gibi geliyor.
Bunun adı yeni küresel emperyalizmdir ve en az eski emperyalizm kadar vahşi ve insanlık için tehlikelidir diyebiliriz.
O zaman Lenin’in
Emperyalizm kitabından başlayarak tekrar yeni okumalar yapmak zorundayız.