“İnsan ne zaman kötümserse bilin ki o zaman ortaçağı yeniden yaşıyoruz demektir. Kötümser tutucudur, tutucu kötümserdir.”
– Yalçın Küçük
“Yeni Ortaçağ” bir kavram, bir periyodizasyon çalışması olarak ne işimize yarayacak?
Benim için bu soruya verilecek cevap net; son 40 yılda dünya ortaçağı aratmayacak bir karanlığa adım adım gömüldü. Bu karanlık dönem, tüm yönleriyle ortaçağa benzemektedir. Benim görevim, bu karanlıktan çıkış için tarihin olanaklarından faydalanmak ve günümüze, hatta geleceğe bir nebze ışık tutmak.
Louis Althusser, Yeniden-Üretim Üzerine adlı kitabının önsözünde bu tarihsel deneyimleri şöyle açıklar:
“Lenin bize defalarca söyledi: Ders çıkarmak için nedenlerini analiz edecek kadar temellerine inmeyi bildiğimizde bir yenilgi her zaman için bir zaferden daha zengin bilgilerle doludur, çünkü sonuçları, bizi şeylerin özüne inmeye zorlar. Ciddi bir kriz bunu haydi haydi yapar.”
Burada önemli olan kavram, derinleşmek; büyük yenilginin (emekçiler ve tüm insanlığın yenilgisinden bahsediyorum) bize sunduğu olanaklar açısından tarihe yeniden bakmak ve derinlemesine bu dönemin tahlilini yapmak gerekiyor – ki böylece çıkış yolunu ve yeni mücadele alanlarını doğru tahlil edelim.
Şunu kaydetmek yerindedir, belki fizik disiplinini ayrı tutabiliriz, toplumsal arayışlarda şimdi asıl ihtiyaç teoridedir. Teori derinleşmektir. Görünmeyeni görebilmek için formüller üretmektir. Peki bu neden önemli? Hiçbir yeni pratik olmadan, daha başka söyleyişle, hiçbir yeni gözlem olmaksızın teori kurmanın mümkün olduğu bir dönemdeyiz. Kriz zamanları bu durumu içkin olarak taşıyan dönemlerdir. Yalçın Küçük bu durumu şöyle formüle eder:
“Bu tespit, paradoksal bir formülasyona da imkân verebiliyor; belki yeni gözlem ve veriler, bir teori tuzağına da yol açabiliyor, teorinin pratiğe elastikiyeti kalmamış anlamındadır. İkincisi, teori için var olan teorilerden kurtulmak da gerekli olabilmektedir. Son olarak, her ikisini birleştirerek, buna ‘Kopernik’e dönüş’ adını verebiliriz.”
Tarihin bir bilim haline gelmesini Marx’a borçluyuz. Bunu Althusser çok yerinde bir tespitle şöyle açıklar:
“Marx, yaptığı keşifle, ‘Tarih-kıta’yı bilimsel bilgiye açtı. ‘Tarih-kıta’dan kaynaklanan konuları işleyen tüm bilimlerin, yalnızca tarih, toplumbilim, insan coğrafyası, iktisat, demografi denenlerin değil, psikolojinin, ‘psikososyoloji’nin ve genel olarak ‘Toplumsal Bilimler’in ve daha da genel olarak ‘İnsan Bilimleri’nin dayanağını oluşturan bir teorinin temellerini attı. Bu toplumsal ve insani bilimlerin, gerçek bilimsel varlıkların temellerini Marx’ın teorisinde görmemeleri, bunları yarı-bilim, sahte bilim ya da toplumsal uyumun basit teknikleri yapan ideolojik nosyonlarda direnmeleri, hakiki teorinin kurucusunun Marx olduğunu kabul etmelerini engelleyen burjuva ideolojisinin baskın etkisinden kaynaklanır.”
Hiç olmadığı kadar ideolojik bir çağda yaşamaktayız. Örneğin bu döneme “Yeni Emperyalist Çağ” demeyi de uygun bulduğumu belirteyim. Lenin ünlü Emperyalizm, Kapitalizmin Sonuncu Aşaması adlı kitabında, dünyayı Büyük Savaş’a sürükleyen en büyük olgunun tekelleşme olduğu tespitini yapar. Günümüz 1900’lü yılların çok çok daha ötesinde, “Yeni Ortaçağ” ile birlikte tekelleşme sürecine girmiştir. Peki o gün ile bugün arasındaki fark nedir? O günlerde tekelleşme birçok insanın gözünde kavranabilir bir durumken, bugün insanların gözünde tekel olgusu, tekelleşme zaten olması gereken bir durum olarak görünmektedir. O yüzden “Yeni Ortaçağ” en ideolojik çağdır diyebiliyoruz. Egemen sınıflar öyle baskın bir ideolojiye sahiptirler ki, insanlar her şeyi normal olarak görmektedir. Bu konu ayrı bir yazı konusu olduğu için burada bırakıyorum.
Gelelim yazımıza.
Şu ön bilgilendirmeyi yapmayı zorunluluk olarak görüyorum. İçinde yaşadığımız döneme elbette birçok düşünür başka isimler vermektedir. Bir isim vermek ve bunu kavramlaştırmaya çalışmak önemli; nedeni ise, kavramlaştırmak, yeniden teori kurmaktır, teori ise bize pratiğin dışında görünmeyeni görebilmeyi sağlar. Bu döneme “İmparatorluk” diyenler, “Yeni Emperyalist Çağ” diyenler, “Neoliberalist Çağ” diyenler, “Postkapitalist Çağ” diyenler ve de “Küreselleşme Dönemi” diyenler de mevcut. Biz “Yeni Ortaçağ” veya “İkinci Ortaçağ” kavramlaştırması kullanıyoruz ama “Yeni Emperyalist Dönem” kavramı da bizim çıkarımlarımıza en yakın olanı.
“Yeni Ortaçağ” kavramını birçok kişi dillendirse de, anlamlı bir çözümlemeyi ilk olarak Alain Minc yaptı. Konuyu derinlemesine daha sonraları Yalçın Küçük devam ettirdi. O yüzden bu yazıda sık sık bu iki yazardan alıntılar yapacağız.
Alain Minc, Yeni Ortaçağ adlı kitabını 1993 yılında yazarken kafasındaki önemli sorunlardan bir tanesi de şuydu: Ne kadar sürecek bu süreç?
“Bu ortaçağ, aşağı ve yukarı dönemlere sahip olarak hızlanmış bir zamanda mı akıp gidecek? Kesinlikle yanıtı olamayan sorular bunlar, tek bir inancın dışında: Eskiden yüzyıllarla ölçülen şey, hiç olmazsa on yıllarla ölçülecek; öyle ki bizim kuşağımız, yaşamı boyunca, bu konuda karar vermek zorunda oluşu dışında bir başka ufka sahip olamayacak.”
Minc “Yeni Ortaçağ”ın başlangıcı olarak Soğuk Savaş’ın bitişini göstermektedir.
Alain Minc, “Reel Sosyalizm”in çözülüşünü Roma İmparatorluğu’nun çöküşüyle eşdeğer görüyor. “Roma İmparatorluğu’nun yıkılışından bu yana bir benzeri olmadı.” Ve ekliyor. “İşte, bizi yeni bir ortaçağa götüren de, bir bakıma bu postkomünist dünyanın kurucu ilkesini keşfedememe yeteneksizliğidir.” Buraya kadar güzel ama, Alain Minc’in tespiti şu noktada yanlış, evet sosyalizmin çöküşü bizi ortaçağa götürdü ama bu süreç çok daha öncesinde başlamıştı, net tarih söyleyecek olursak, 1970’lerin ortası ve neoliberalizme geçişle başladı. 1980 Reagan-Thatcher gericiliği fiili olarak resmileşmesini gösterir. “Reel Sosyalizm”in çöküşü ise bu geçişi çok çok hızlandırdı ve büyük bir ivme kazandırdı.
Alain Minc’in büyük katkısı yeni bir kavramla ortaya çıkıyor. Gri alan olarak tarif ediyor yeni ortaçağın yaşama koşulunu:
*
“Yeni Ortaçağ: Zengin toplumların mafyalar ve yolsuzluklarla kemirilmesinden Rus düzensizliğine varıncaya dek, her türlü otoritenin dışında sayıları giderek artan ‘gri alanlar’ın gelişimi. Yeni Ortaçağ: Aklın kurucu ilke olarak, uzun zamandan beri kaybolmuş olduğu sanılan ilkel ideolojilerin ve boş inançların yararına silinip yok oluşu. Yeni Ortaçağ: Krizlerin, sarsıntıların ve spazmların sanki günlük yaşamımızın dekorları gibi geri gelişi. Yeni Ortaçağ: Düzenli evren gitgide daha küçük bir yere sahip olurken, bizim eylem araçlarımıza, hatta analiz olanaklarımıza giderek duyarsızlaşan alanların ve toplumların daha büyük bir yer kaplayışı.
Komünizmin çöküşü öylesine inanılmaz zincirleme etkiler yarattı ki birçok devleti ayaklar altına alıp gri alanların dirilişine yol açtı. Piyasaya hiçbir fren olmaksızın gelişme sahaları açıp uygar kapitalizmin yıllar boyunca uğraşıp inşa ettiği karşıt erklerin gücünü azalttı. Düzen geriliyor. Bununla birlikte Fransız Devrimi’nden bu yana toplumlarımızın üzerinde temellendiği hukuk, ahlak ve ilkeler de geriliyor.”
Geçen hafta yazı dizisinin başında ortaçağın ve yeni ortaçağın ortak özelliklerini madde madde sıralamıştım. Şimdi bu maddelerin açıklamasına geçebiliriz.
Ortaçağ, bir feodal yönetim şeklidir. Yani, derebeylerinin yönetimi. Ulus devletlerin olmadığı, küçük derebeylikler tarafından yönetilen toplulukların siyasi yönetim şeklidir.
Öncelikle bazı yanlışlıkları düzeltmek gerekiyor.
Feodalizm ile ortaçağ aynı kavramlar değildir. Feodalizm bir yönetim şeklidir ve klasik ve basit olarak tarif edecek olursak, Roma İmparatorluğu’nun yıkılışıyla başlayıp, klasik devlet olgusunun dağılması ve yerine küçük küçük derebeyliklerinin geçmesidir. Yani feodalizm merkezden kopuştur. Feodalizm aynı zamanda belirli bir üretim biçimini de ortaya çıkarmıştır. Köleci toplumdan yarı köleci, toprağa bağlı, toprakla alınıp satılan köylü biçimini ortaya çıkarmıştır. Ortaçağ ise insan düşüncesinin parçalanması, atomize edilmesi, dinin daha ön plana çıkması gibi olgularla tarif edilecek bir düşünce yapı sistemidir diyebiliriz.
Yalçın Küçük kısaca şöyle anlatır bu durumu:
“Feodalite ile ortaçağı özdeşleştirmenin doğru olmadığını hep söylüyoruz. Ortaçağ, daha geniş ve uzundur. Bununla birlikte ortaçağa, feodalitenin damgasını vurduğunu kabul etmek zorundayız...”
Bir öneri olarak aynı ayrımı; “Yeni Ortaçağ” ile “Yeni Emperyalist Dönem” olarak da kurgulayabiliriz, hatta bu kurgu işimize yarayacaktır.
Feodalite ortaçağda görülen bir yönetim şekline verilen addır. Feodalizm ya da feodal düzen, kamusal iktidar veya yönetimin özel ellere geçmesidir. Kral elbette var, krallar var, fakat yönetim lortların, efendilerin elindedir. Vasalla oğullar arasındaki hukuk da tamamen özeldir.
Demek ki, günümüzün tekeller çağı olması, yönetimin özel ellere geçmesi, bizi ortaçağa yaklaştıran en temel özellik olarak karşımıza çıkıyor. Bu, konunun üzerinde en çok çalışılacak kısmıdır.
Feodalizm, bir hükümet biçimidir. Temel ilişkiler ağı, lort ve vasallar arasındadır. Resmi olmaktan çok kişisel, başka bir deyişle, personel kontaklar sonucu oluşmaktadır. Bu, iktidarın resmi değil şahsi ilişkilerle gerçekleştiği anlamına da gelmektedir. Bu nedenle, kuvvetler ayrımının düşünülemez olması bir yana fonksiyonları bile birbirinden ayırmak imkânsızdır. Askerler politika yapabilmekte, yürütmede bulunanlar yargılayabilmekte, yargıda olanlar birilerinin adamı olabilmektedir.
Yavaş yavaş günümüz toplumsal yapısının ipuçlarını bulmaya başladığımızı söyleyebiliriz. Ama elbette devamı var. Daha çok benzerlikler bulacağız. Kral elbette var, fakat yönetim lortların elinde, yani günümüzde, görünürde elbette devletler var ama yönetim tekellerin eline geçmiş durumda. Ortaçağda kraldan daha zengin derebeyleri görmek sık rastlanan bir durumdu. Günümüzde de devletinden daha fazla gelire sahip olan tekellere sıklıkla rastlanmaktadır.
O zaman feodal sistemdeki sınıflara göz atabiliriz.
Üç sınıftan oluşur, feodal aileler, yani aristokrasi, ruhban sınıfı, köylü yani reaya.
Ortaçağ döneminde, ruhban sınıfı neredeyse asil ailelerden bile daha zengindir. Birçok köylü, küçük toprak sahibi, geçinemez ve yaşayamaz olduğu durumlarda, hem askerlikten kaçmak hem de rahat yaşayabilmek için, akın akın, manastırlara girmektedirler. M. V. Levtchenko, Bizans Tarihi adlı kitabında, “(...) Temeli bekârlığa dayanan anormal toplumsal kuruluşlar olan manastır hayatı ve buna rağmen, sağlıklı erkekler, vergilerin ağırlığından ve askerlik yükümlülüklerinden kurtulmak için buralara kaçıyorlardı” tespitini yapmaktadır. Zaman zaman manastırların veya kilisenin toprak mülkiyeti, ülkenin en büyük toprak mülkiyeti haline gelebiliyordu. Çatışmaların büyük çoğunluğu ve zaman zaman düzenlemelerin getirilmesinin sebebi de buydu. Artık bizim gençlerimizin, esnafımızın neden tarikatlara sığındığı veya sığınmak zorunda olduğu daha anlaşılır olmuştur sanırım. Bazı tarikatların birçok tekelden daha zengin olması, devlet içinde, devletten daha güçlü hale gelmesi, darbe yapacak ve hükümetleri değiştirecek güce ulaşması sanırım yaptığımız ortaçağ analiziyle daha anlamlı olmuş olacaktır.
Feodalitede üç sınıf görüyoruz:
a) Aristokrasiyi de kapsayan ruhban sınıfı. Buna Oratores deniyor ve bir rengi beyaz.
b) Silahlı grup. Bu da genellikle aristokrasi içinden seçilen grup. Çünkü o çağda silahlara, zırha sahip olabilmek ancak bu sınıfın yapabileceği bir şey. Bu gruba Bellatores de deniyor ve rengi de kırmızıdır.
c) Köylü, reayanın oluşturduğu geniş bir sınıf, bu sınıfa da Laboratores deniyor, rengi mavidir.
İşte bu yüzden pek çok Avrupa ülkesinin bayrakları bu üç renkten oluşuyor.
Yalçın Küçük “Yeni Ortaçağ” incelemelerini tek bir kitapta toplamamıştır. Kitaplarının içerisinde bölümler halinde mevcuttur. Sağlığı yerinde olsa biliyorum ki bu konuyu tek bir kitap haline getirecekti, bu da bizim şanssızlığımız. Bir makalesinde şu tespiti yapmaktadır Yalçın Küçük:
“Feodalite, mülkiyet ve zor yönetici sınıfların kaynaştığı bir ‘devlet’ biçimidir. Nitekim 1066 Hasting Muharebesi’nden sonra Fatih William, the Conqueror, iki binden fazla malikânenin üst-egemeni, overlort olduğunu ilan ile bunları iki yüz fief olarak yakın baronlarına, vasal dağıtmıştı; vasallar artık feodal üstlerinin adamı oluyorlardı, hem güvenlik ve hem de yönetim kapasitesi kazanmaları bu yolladır. Dolayısıyla, büyük zenginlik ile yönetimin birleştiği ve oligarşinin zorla ele geçirdiği her dönem ve yönetimde feodalite karakterini görmemiz kaçınılmazdır.”
Günümüz tekellerinin artık alt tekelleri mevcuttur. Özellikle finans kapital tekelleri, birçok tekelin üst-tekeli olarak görünmektedir. Bu bilgiyi de buraya bırakmış olayım.
Başka bir makalesinde ise ortaçağ ile “Yeni Ortaçağ” arasında benzerlikleri tespit ederken, askeri düzen üzerine şunları söyler:
“Ortaçağ ile birlikte bu ayrımın, milites ve rustici ikilisiyle değiştiğini tespit ediyoruz. Rustici, tarımla uğraşanlardır ve bugünkü Avrupa’nın köylüleşmesine denk düşmektedir. ‘Milites’ sözcüğünden, hâlâ hatırladığımız ve kullandığımız ‘militare’ ve ‘milices’ var. Toplumun silah kullananlar ve toprak işleyenler olmak üzere iki sınıfa ayrılması, ortaçağın oluşmasıyla birlikte görülen maddi gelişmelere uygun düşüyordu. Roma düzeni yıkılmıştı ve her yerde mafyöz özellikler gösteren irili ufaklı egemenlikler çıkıyordu. Her prens, bey, şef ya da mafya babasının kendisine bağlı silahlı birlikler kurması normaldir ve bunlara ‘milis’ diyoruz. Ortaçağ ve dar anlamda da feodalite, bugünkü Batı Avrupa’da bir yandan silahlı bir sınıfı –milites– yaratıyor ve diğer yandan da bunun dışında kalanları, demilitarieser ediyordu, rustici denilen tarımla uğraşanlar bunlardır.”
Ve şöyle devam eder tespitlerine:
“Yalnız öncelikle, atlı saldırı düzenledikleri kabul edilen Araplarla mücadele edebilmek için şövalye düzenine geçmeyi, bir organ nakline benzetemeyiz; toplumsal düzende zincirleme transformasyonlara neden olması kaçınılmazdır. Brunner’in, Poitiers Savaşı’ndan hemen sonra Martel’in çok geniş Kilise topraklarına el koyduğuna işaret etmesi çok yerindedir; atlı, at ve at da otlak demektir ve ayrıca at sahibi olmak çok masraflı bir iştir. Bu durumda biz, şövalye düzenine geçişi bir tür profesyonel askerliğin kabulü sayabiliriz; bunu da köylünün silahsızlandırılması ve yönetenlerin karşı konulması zor silahlarla donatılması olarak anlayabiliriz. Demek ki sınıfsal bir dönüşüm başlatılmaktadır.
Bir nokta var, savaşlarda atın kullanılmasının 8. yüzyılda başlamadığını kesin olarak biliyoruz; Romalılar da atı biliyor ve savaşta kullanıyorlardı. Bu nedenle atın kullanılması değil nasıl kullanıldığı önemlidir. Roma savaşlarında at daha çok düşmanı bozmak ve ağır piyadenin önüne sürmek için kullanılıyordu. Bunun dışında, savaşlar esas olarak, piyadenin işiydi.”
Özellikle “ortaçağ” ile “Yeni Ortaçağ” arasındaki bu mafyöz benzerlikleri geçen haftalardaki “Yeni Mafya Düzeni” yazı dizimizde uzun uzun anlattığım için burada tekrar etmeye gerek yok. Dileyen o yazı dizisine bakabilir.
“Ortaçağ” ile “Yeni Ortaçağ” arasındaki benzerlikler elbette bunlarla sınırlı değil, daha çoğu var, bunların tespitini yapmayı haftaya bırakıyorum.