Sivil toplumculuk, devletin küçülmesi için yola çıkmış bir düşünce akımıdır ama sonucuna baktığımızda devletin küçülmesine değil, devletin genişlemesine sebep olmuştur.
Şunu netlikle ve kimsenin itiraz edemeyeceği şekilde tekrar etmenin faydası var: Sivil toplumculuk ve STK’lar neoliberalizmin bir ürünüdür. Söylediğimiz gibi sivil toplum kuruluşlarının ortaya çıkma sebebi neoliberal ekonomilerle birlikte oldu ve baskıcı gösterilen devlet aygıtının zayıflatılması gerektiği ve bunun yerini daha özgürlükçü küçük grupların alması gerektiği tezi savunuldu. Sanırım itiraz şurada olacaktır ve önce itirazı yazıp sonra da cevabını vermek gerekiyor.
Evet sivil toplumculuk düşüncesi, Marksizm’e önemli katkılar yapmış İtalyan devrimci Antonio Gramsci tarafından ilk olarak dillendirilmiştir. Ama çok kullanılan ve aslından koparılmış Marx’ın sözünü de unutmamak gerekiyor: “Katı olan her şey buharlaşıyor.” Katı olan ile neyin kastedildiğine bakmadan, sol liberaller tarafından sürekli dile getirilen bu söz tamamen aslından koparılmış ve liberalizme hizmet eden bir söz olarak dolaşıma sürülmüştür. Bu ara ekleri yapmamın bir sebebi var, liberalizm en büyük yatırımını ideoloji ve ideolojik aygıtlar üzerinden yapmaktadır. Neyse, STK’lara gelecek olursak, fikir babası Gramsci olunca sivil toplumculuk fikri de solun içinden çıkmış oluyor. Gerçi sola karşı kullanılan tüm fikirler ne yazık ki yine solun içinden çıkıyor. Gramsci, sivil toplumculuk tanımında; iktidarın devrimci bir amaçla ele geçirilmesi, iktidar öncesinde uzun yıllara dayanan mücadele geleneği topluma tamamen yerleşmiş ve orada hegemonyasını kurmuşsa mümkün olabilir, diyor. Buradan Althusser’e ulaşıyoruz ve ideolojik aygıtların öneminin ne olduğunu tartışmaya başlıyoruz. Sorun aslında ne Gramsci’de ne de Althusser’de, sivil toplumculuk fikrinin içinin boşalması ve tekellerin oyuncağı haline gelmesinin sebebi, Gramsci’den sonra gelen Gramscicilerde ve Althusser’den sonra gelen Althussercilerde. Bu küçük ek önemli... Şunu da unutmamak ve tartışmaya yeni bir katkı sunmak açısından, Gramsci sivil toplumculuk fikrini öne sürdüğü yıllarda İtalya faşizmin baskıcı koşulları altındaydı, ancak günümüz dünyası faşizmin baskısından daha vahim bir durumda, ortaçağ karanlığına savrulmuş durumdadır ve solun geriye çekileceği mevziler, Gramsci’nin koşullarından bile daha vahimdir. Bu tartışmalı alanı burada bırakıyorum ve hem Gramsci’nin hem de Althuser’in yeniden okunmasını tavsiye ediyorum ama bir şartla: Yeni Althushercilik ve Yeni Gramsciciliğe bulaşmadan.
Biz tartışmamıza kaldığımız yerden devam etmeliyiz ve sol içi yapılacak olan yeniden okumalara girmeden bunu yapmak zorundayız. Her şeyin zamanı var ve bu içinde bulunduğumuz zaman diliminde, sol bütün mevzilerini kaybetmiş, ideolojik mücadelede son derece geriye gitmiş durumdadır. Böyle zamanlarda geriye çekilmek ve kanserli hücrelerden kurtulmak zorundayız. Sol için en büyük kanserli hücrelerden birisi de, bu sivil toplumcu anlayıştır ve onu tedavi etmek yerine, tamamen kesip atmak gerekiyor. Tedavi ancak hastalık stabil duruma geldikten sonra yapılacak bir işlemdir ve bunun da zamanı vardır.
Kanser tedavisine başlayabiliriz o zaman. Kaçıncı kez tekrar ediyorum bilmiyorum ama STK fikri neoliberalizmin en önemli icatlarındandır. Bu yeni STK’lar, devletin asli görevi olması gereken konularda kendilerine görev biçtiler. Elbette devlet ve ulus devlet kavramlarının yeniden tartışılması gerekiyor, bunu kısmi olarak daha önceki yazılarımda yaptım, şimdi yeniden tekrar etmiyorum (konu için Tele 1’de daha önce yazdığım, Ulus Devlet, Küreselleşme ve Yeni Mafya Düzeni yazılarıma bakılabilir). Yaşadığı ülkenin doğasını korumak devletin görevi iken bunu sivil toplum kuruluşları sağlamaya çalıştı (öncelikle böyle düşünülmesinin zorunluluğu insanların kafasına ideolojik olarak yerleştirildi). Sağlık sisteminin devletin birinci görevi olması gerekirken, sivil toplumcular buna el attı. Yardım kuruluşları, vakıflar vs. hasta için yardım kampanyaları, para toplamalar vs. Elbette neoliberaller sağlıkta özelleştirmeyi böylece daha rahat yapabildiler. Deprem olur, devletin yapması gerekenleri, sivil toplum kuruluşları üstlenir, yapmadığında vicdan azabı da cabası... İdeolojik olarak bunun normal ve zorunlulukmuş gibi algılanması... Böylelikle devlet küçülüyormuş gibi gözüküp, daha homojen ve daha yaygın, küçük parçalar haline gelmiş olur.
Vicdan kısmı ise önemli, hayatın tüm yükünü ve sorumluluğunu senin sırtına yükler ve seni vicdanınla baş başa bırakır. Kısacası kendi kendinin polisi oluverirsin. Sadece yardım anlamında değil, birbirini gözetleme ve yargı dağıtma halinde de.
Sivil toplumculuk, kendi kendinin polisi olmaktır.
“Sivil toplumun devletin küçülmesine değil, tersine büyümesine işaret ettiğini şuradan okumak da mümkün: Batı toplumlarında insanlar artık kendi kendilerinin polisidirler. Yönetenlerle yönetilenler arasındaki mesafenin açılmasıyla adına polislik dediğimiz özdenetim mekanizması burada birbiriyle çelişmiyor, aksine birbirini tamamlıyor. Bu tür oturmuşluk içinde, bunun güç ya da kendine güven olarak görülmesi de mümkün, devletin bazı alanlardan çekilmiş olması da, büyük bir hata ya da büyük bir kasıtla, devletin küçülmesi olarak tercüme ediliyor. Oysa ortada olan bir devir teslim: Devlet, kendi kendinin polisi olan vatandaşına bazı görevleri devretmiş oluyor. Burada devletin küçüldüğü değil, devletin evlere kadar girerek, asıl varlığından çok daha geniş bir alana yayıldığı söylenebilir. Dikkat edilirse, sivil toplumu model olarak öne süren metropollere ve sivil toplumun oturduğu ülkelere bakıldığında, kendi kendinin polisi olmuş vatandaşların çoğunlukta bulunduğu ülkeler kolayca tespit edilmektedir.”
Sol liberallerin akıl hocalarından biri sayılabilecek John Keane, devleti ve sivil toplumu birbirinden ayırır.
Keane’ye göre devlet; askeri, yasal, yönetsel üretici ve kültürel organlara sahip karmaşık siyasal kurumlar ağıdır. Buna karşılık sivil toplum, özel pazara yönelik, gönüllülükle yürütülen veya dostluk temelli faaliyetler alanıdır. Görüldüğü gibi Keane, sivil toplumu devletin dışına yerleştirmenin ötesinde, bu toplumdaki piyasa ilişkilerini (ki emek gücünün meta olarak alınıp satılması da bir piyasa ilişkisidir) ‘gönüllülük’ ve ‘dostluk’ temelindeki etkinlikler olarak tanımlayabilmektedir. Üstüne üstlük, Keane’ye göre yeni bir sosyalizm anlayışı, siyasal ve toplumsal alanlar arasındaki bu ayrılığı kaldırmayı değil, sürdürmeyi gerektirmektedir.
Sivil toplum söyleminin öngördüğü politizasyon, kapitalist demokrasilerdeki genel depolitizasyonu kırmak bir yana, yer yer takviye edecek bir içerik taşımaktadır.
Bunun başlıca nedeni, günümüz kapitalist toplumlarında genel siyasal süreçlerin barış, demokrasi, çevre ve insan hakları alanlarıyla sınırlanması, buna karşılık işsizlik, pahalılık, yoksulluk, eşitsizlik vb. gibi gündelik yaşamı çok daha doğrudan ilgilendiren konuların kitle katılımını dışarıda bırakacak biçimde teknik mistifikasyona uğratılmasıdır. Türkiye dahil günümüz kapitalist toplumlarında depolitizasyon olgusunun asıl özelliği, insanların politikadan büsbütün uzaklaşmaları değil, politizasyon alanlarının bu anlamda birbirinden koparılıp yalıtılmasıdır.
Sivil toplumculuk sorumluluktan en az hasarla kurtulma çabasıdır yani büyük oranda korkaklık ve konformizm içerir.
Özellikle son yıllarda sosyal medyanın hayatımıza girişiyle bu durum daha da belirgin hale gelmiştir. Sosyal medya nedir? Hayatımıza ne gibi yenilikler veya kötülükler getirdi? Düzgün kullanılırsa bir işe yarar mı? Elbette bu yazının sınırlarını açan, hem sosyolojik, hem psikolojik ve daha da önemlisi siyaset bilimi açısından önemli bir konu ve bir kitaplık bir çalışmayı hak ediyor. Ama bizi bu yazı sınırları içerisinde ilgilendiren kısmı, “klavye delikanlılığı” diye tabir edilen, siyasete bulaşmış gibi gözüküp, aslında tam da siyasetin dışında kalmayı ifade eden anlayış. İçinde linç kavramını barındırması, tek-tipleşmeyi sağlaması ve belirgin bir konformizm yaratması. Yine ayrıca bakmamız gereken kısmı, yukarıda kısaca değindiğimiz vicdan yaratma başarısı. “Ben daha ne yapabilirim, bu konuda sert bir tweet attım ya?” gibi söylemleri doğurması.
Zygmunt Bauman, İtalyan bir gazetecinin kaleme aldığı Eğitim Üzerine isimli söyleşi kitabında şu tespiti yapar:
“Politik eylem alanı Facebook veya Twitter kullanımıyla sınırlanamaz; çünkü ilişkilenmiş gibi göründükten sonra bağlantıyı koparmak aşırı kolaydır. Kararsız bireysel çözümlerin yaygınlığı, eskiden beri gelen koşulları kalıcılaştırma eğilimindedir, fakat bireyler yaşamlarını riske atan adaletsizlikleri protesto etmek için canlı zihinleri ve bedenleriyle toplandıklarında kolektif aktör devreye girer.”
Sivil toplumcu düşüncenin ve bu düşüncenin yarattığı STK’ların bir diğer özelliği ise, bu oluşumlardaki bağın, suni ve kolay dağılıyor olması.
Bauman şöyle devam eder:
“Tıpkı sürüler gibi, politik kümeler ve ittifaklar da kısa ömürlü yapılardır. Toplanmaları kolaydır ancak kurumsallaşmalarına yetecek kadar yan yana kalmaları zordur. Karargâhlar, bürokrasiler, liderler, öncüler ve idareciler olmadan da yaşayabilirler. Neredeyse birdenbire bir araya gelip yine aynı hızla dağılıverirler. Yaşamlarının her anı yoğun tutkularla doludur fakat o yoğun tutkular çabuk sönümlenmeleriyle meşhurdur. Kimse sadece tutkuyla alternatif toplumlar inşa edemez fakat bunun yapılabileceğini düşündüren yanılgı, böyle bir toplumun inşası için gerekecek enerjinin çoğunu tüketir.”
İnternet aracılığıyla yürütülen eylemler, politikasızlığın yerine ancak politika hayali koyabilir.
Ortada bir plandan, bir istekten bahsetmek oldukça zor. Daha çok kendi üzerinden bir serzeniş var. Doğru sorular sorulmadıkça, doğru cevapları bulmak mümkün olmadığı için, soruların, plansız ve bireysel odaklı olduğu görülüyor. Ortada iktidarı zorlayacak herhangi bir zor aracı olmadığı sürece, tüm bu istekler sadece cılız bir kendine acımaya dönüşüyor. Bunu da en güzel “hayal kırıklığı” kelimesi tarif ediyor.
Buradan yine çok tartışılacak bir alana geçiş yapmak durumunda kalıyoruz. Kendiliğinden hareketlerin siyaset dünyasına kattıkları veya götürdükleri. Bu konuya girme sebebimiz ise, sivil toplumcu düşüncenin kendiliğinden hareketleri derin siyasi hareketler olarak görmesi. Elbette en göze çarpan bu tür hareketleri kısaca sıralayabiliriz. Doğu Bloku ülkelerinde meydana gelen renkli devrimler ve daha sonrasında Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da ortaya çıkan Arap Baharı bunlara önemli örneklerdir. Bizim ülkemizde de meydana gelen “Gezi Olayları” buna bir örnektir. Elbette burada renkli devrimler ile Arap Baharı’nı ve Gezi Direnişi’ni aynı kefeye koyacak değiliz. İlk ikisinde sivil toplumculuk hareketi önemli bir yer tutar, bunlar, finansmanını Soros ve benzeri kişilerin yaptığı, Batı destekli hareketlerdir. Ama Gezi için söylenebilecek olan şey ise, kendiliğinden bir hareket olması ama içinde siyasi bir yapılanma oluşturmaması. Bu önemli direnişi kendiliğinden oluşumlar içine koymamız gerekiyor. Bu konuyu da burada kesiyorum ve son yıllarda olan kendiliğinden hareketlerin aslında çok siyasi ve Batı tarafından fonlanmış olduğunu aklımızın bir köşesine yazmamız gerektiğini unutmamamız gerektiğini söylüyorum.
Elbette sivil toplumculuk belirli bir insan ve eylem tipini de beraberinde getirmiştir. Bazı kavramlar içi boşaltılarak, bazı yeni kavramlar ortaya atarak, belirli bir insan ve insan davranışını da örgütlemiş oldu. Ama en temel hedefi, bir arada olmak, sol için örgütlü mücadele alanlarını terk edip, bireysel veya halk hareketlerinin politikanın temeli olduğu yanılsamasını yaymak olmuştur. Son yıllarda ise özellikle sosyal medyanın baskın bir yaşama biçimi olması, medyanın yerine geçmesi, düşünce birlikteliklerinin de bireyselleşmesine sebep olmuştur. Düşünce denilen şey ise, topluluk ister, tartışma ve çatışma ister.
Bauman bu yeni tip insan ve isyan tipolojisini şöyle tarif ediyor:
“Sokaklara dökülen insanların tümü meydanlara gidip oralarda kalmıyor. ‘Hepimiz içindeyiz’ tarzı bir deneyim belki bir hacdan ziyade aşırı ısınan bir tavada çıkan parıltıları andırmaktadır. Tabii Londra, Birmingham, Manchester veya Bristol’de bir süre hacca da dönüşmüştür. Ancak burada bir dava iddiası yoktur. Eğlence tek başına yeterlidir, teşekkür ederiz. Hemen o anda tüketilecek bir keyif. Bir şeyleri hemen şimdi yapma anından tatmin olma. Tüketicilerin yaşamı zaten böyle bir şey değil mi? Londra’nın mahallelerinde yağmacılık yapan dört genç, Sky News’e sanki alış veriş çılgınlığına gittiklerini söylemişlerdir. Gerçekten de alışveriş çılgınlığıdır. Benzerlerinden ayıran tek farkı, nakit veya kredi kartının olmayışıdır. İkisine de sahip olamayan insanlara biçilmiş bir alışveriş çılgınlığıdır.”
Bir de bu yeni insan tipini tarif etmeye kalkıştığımızda tüketim kavramını ve tüketim toplumu kavramını unutmamak gerekiyor. Yine Bauman’dan bir alıntı:
“Tüketimciliğe isyan etmemişler, aksine kovuldukları tüketici saflarına bir anlığına da olsa, katılmaya çalışmışlardır. Kazan kaldırışları, şu amaçlarla türü deyişlerle değil sadece şu sebeple türü cümlelerle açıklanabilecek birikmiş bir hayal kırıklığının, plandan ve bütünlükten yoksun bir şekilde kendiliğinden patlamasından ibarettir. Bu yıkım sefaleti içinde ‘Ne için?’ sorusu herhangi bir rol oynamamaktadır.”
Aynı davayı seçmenin getirdiği dayanışmadan ziyade bir davaya sahip olmanın getirdiği bir dayanışma.
Sivil toplumcu düşüncenin hâkimiyetini bir önceki yazımda belirttiğim gibi, 2002 seçim sonuçlarını gördüğümüzde net olarak anlamıştık. Neoliberalizm ülkemizde de net hâkimiyetini kurmuştu. Dayanışma kavramı, özgürlük kavramı, çeşitlilik kavramının sivil toplumculuğun üç önemli kavramı olduğunu söylemiştik. İşte sivil toplumculuğun hâkim konuma geldiği bu yıllarda kurulan ÖDP tam da bu kavramları parti ismine taşımıştı. Özgürlük ve Dayanışma Partisi. Parti sembolü olarak da tüm renkleri barındıran gökkuşağı imgesinin kullanılması. Tam da bu yüzden kavramı bir kez daha tekrar edecek olursak Samir Amin’in “Eşitliğin olmadığı yerde özgürlük vahşettir” sözünün ne kadar anlamlı olduğunu tespit ederiz. Dayanışma ise yukarıda belirttiğimiz gibi, devletin yerine, devleti daha da büyütecek alanlar yaratmanın altyapısını oluşturmaktadır.
Buradan gelelim sivil toplumculuğun siyasi söylemine.
1. Liberal söylemde çözümleme, bireyden (sivil toplumcuların deyişiyle yurttaştan) ve onun devletle ilişkilerinden başlar ve sonunda oraya geri döner.
Buna karşılık Marksist yaklaşımda çözümleme, insanların gündelik yaşamda sürdürdükleri toplumsal ilişkilerden başlar.
2. Liberal söylem kimi eşitsizlikleri kabul etse bile, bu eşitsizlikler hiçbir zaman mülkiyet ve sınıf gibi eksenlere oturtulmaz. Bunun yerine “dezavantajlı gruplar”, “çıkar grupları”, “marjinal gruplar”, “dışlanmışlar” vb. gibi söylemlere sığınırlar. Bunu yaratan sistemle herhangi bir mücadele söz konusu değildir.
Geçenlerde izlediğim bir film bu fikrimi açıklamakta fayda sağlayacaktır. Yönetmenliğini Lübnanlı Nadine Nabaki’nin yaptığı Kefernahum adlı filmde fakirlik içinde yaşayan, ilkokula gitmesi gerekirken sokaklarda çalışan, ergenliğe yeni girmiş kız kardeşi başlık parası karşılığı mahallenin bakkalına gelin gitmesin diye mücadele eden, 12 yaşında bir oğlan çocuğu Zain’in hikâyesi anlatılır. Cannes’da Jüri Özel Ödülü’ne layık görülmüştür. Filmde yoksulluk ve açlık içinde yaşayan, nüfus cüzdanları bile olmayan, devletin yok saydığı insanlara ve göçmen sorununa tanık oluruz. Filmin yönetmeni, çocuk kahramanın ağzından yaşanılan bu derin yoksulluğun sebebinin ailelerin bakamayacakları kadar çok çocuk doğurması olduğunu söyletir. Çocuk, onu dünyaya getirdikleri için ailesini dava eder. Yani problem ailededir. Kapitalist üretim tarzının yarattığı artı değerin bölüşümündeki adaletsizlik değildir yani. Yönetmen sorunu Batılılara çok acıklı bir şekilde gösterir ki ödül de almıştır, takdir görmüştür. Çözüm orta sınıfın duyarlılığına terk edilmiştir. Yardım kampanyaları düzenlenerek yaralara merhem olacaklardır elbette.
Liberalizm asla doğru hedefi göstermez. Esas işi gerçeği başka yerde aratmaktır.
Metin Çulhaoğlu’nun çok yerinde bir tespiti var. Tespit neoliberalizmle birlikte, sivil toplumcu düşüncenin ortaya çıkması ve paradigmanın nasıl yer değiştirdiğiyle ilgilidir.
“Sivil toplumcu paradigma, toplumsal olanın toplumsal kalmasından yanadır; Marksist paradigma ise, toplumsal olanın siyasallaşması, siyasal olanın da toplumsallaşmasını öngörür.”
Emperyalist saldırganlığa, NATO’nun savaş çıkarmasına hiçbir itirazları yok maalesef sivil toplum kuruluşlarının. Emperyalist güdümle, Balkanlarda ve eski Doğu Bloku’nda renkli devrimlerde yer alırlarken veya Ortadoğu’da, Irak’ta nükleer bomba yalanına inanırken ve Suriye’de Beyaz Baretliler’e inanırlarken, ne hikmetse Suudi Arabistan, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri çok demokratik devletlermiş gibi hiçbir şeye karışmıyorlar. Libya’da Kaddafi’yi yıkarken varlar ama yerine konan vahşeti hiç görmezler. Sivil toplumculuk ve yaptığı işler ve emperyalist algılara açıklığı tam bu noktalarda iyice netleşir.
İki söylem arasındaki temel farklardan bir tanesi de budur; birisi benzerliklerinizi örgütleyin derken (sınıfsal) diğeri farklılıklarınızı öne çıkarın ve farklılıklarınızı örgütleyin (atomize olma) söylemini dayatır.
Sivil toplumculuk sıkışan ve ezilen sola çok kolaylık sağladı. Daha az risk ve kendi kendini tatmin.
Haftaya bu STK’lar ve sivil toplumcu yazının son bölümünde görüşmek üzere.