“Hukuk, iktidarın fahişesidir.”
– Bakunin
Marx’ın üretim tarzı olarak ifade ettiği kavram, bir yandan üretici güçler olarak tarif ettiği şey ile diğer taraftan üretim ilişkileri dediği şeyin birliğidir. Marx, üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki uygunluğa vurgu yapar. Üretici güçler ile üretim ilişkisi arasındaki bağ, iktisadi altyapı ile, hukuk, eğitim, ideoloji vs.yi kapsayan üstyapı arasındaki bağı da kapsar. Kısaca şu şekilde açıklamakta fayda var. Üretim biçimi, üstyapı ilişkilerini belirler, yani, mevcut hukuk sistemi, hâkim olan üretici güçlerin yörüngesinde hareket eder. Tam da bu yüzden Bakunin’in tarifi çok yerindedir.
Neoliberalist çağla birlikte, yani “yeni emperyalizm” veya “tekolokrasi” (tamamen birkaç tekelin yönetimi) çağıyla, hukuk normları da, bu yeni üretim biçimiyle birlikte, üretim ilişkileri de değişime uğramıştır. Hukuk üzerinden tarif edersek, çok az bir azınlığın çıkarlarını korumaya çalışan bir hukuk düzeninden bahsedebiliriz. Bu sadece ulusal planda olan bir değişiklik değildir, yeni emperyalist yönelimle birlikte, aynı zamanda uluslararası hukukun biçimini de kendine göre değiştirmiştir. Basite indirgersek, daha kolay sömürebilmek ve başka ülkelerin içişlerine karışabilmek için yeni hukuk düzenlenmiştir.
“Güçler oranı bir kez değişti mi, kapitalist düzende çelişkilerin çözümü, zordan başka neyle çözülmüştür?” Lenin,
Emperyalizm kitabında bu tespiti yaparken, iki şeyi gözden kaçırmamak gerekir. Birincisi ve en önemli olan şey, yeni paylaşım savaşıdır ve ikincisi ise, hukuk kapitalist yönetim şeklinde, özellikle tekeller çağında bir zor aygıtı olarak kullanıma açılır. Neyle suçlandığını bilmeyen, muhalif olanların cezaevlerine atılması (zaman zaman katledilmesi) bunun en tipik örnekleridir. Bu kitaba ilişkin son bir şey söylememe izin verilmesini istiyorum: Lenin en büyük belaya, emperyalistlerin uşağı olmuş, onların çevresinden nemalanan bilimadamlarına sıkça vurgu yapar. Hukuk alanında da gördüğümüz, bu sözde bilimadamları, hukuksuzluğun bilimini yapmaktadırlar. Halkın zihninde, bu yapılanların normalmiş gibi görünmesini sağlamak için ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Çok az bir kesimin haklarını esas alan hukuk sistemi, aslında hukuksuzluk demekle eşdeğerdir. Böylece ortaçağa bir adım daha yaklaşıyoruz.
Ortaçağda hukuk yoktur. Hukuk her derebeyinin kendi inisiyatifindedir. Bu demek oluyor ki bir avuç derebeyi için var olan bir hukuk sisteminden bahsetmiş oluyoruz. Her derebeyi kendine göre kurallar koyar, kendi çıkarları doğrultusunda hukuk sistemini belirler. Buna yasalar diyelim, ama ayrıca halkın kendi arasındaki hukuk biçimini, dini kurallar, o yörenin tarikatları ve bireysel anlayışlar belirler ki, buna da iç hukuk (ya da ahlak yasaları) diyebiliriz. Buna da hem ortaçağ için hem de yeni ortaçağ için, linç kültürü demek çok da yanıltıcı olmaz.
Ortaçağ insanında yargı kavramı yoktur. Yargı, içinde geçmişin birikimini, yani bir önyargıyı gerektirir. Önyargının oluşması entelektüel bir süreçtir.
İnsanoğlunun en başa bela kavramı, seçmektir. Bir şeyi seçmek, o şeyin, iyi veya kötü olduğunun bilincine varmak, karşılaştırmalarını yapmak, geçmişini bilmek, geleceğini tasavvur etmek vs. Yani kısaca bir bilinç gerektirir. Bilinç ise birikimdir. Ortaçağ birikimi olmayan insan tipolojisidir. Günümüz insanını tanımlarken en çok kullandığımız şey yine birikimsizliktir. Dün ile, yani tarihle bağını koparmış, gelecek kurgusu olmayan bir çağı yaşıyoruz. Yargı kavramı da aynen “seçim yapmak”ta olduğu gibi birikim gerektirir. İyiyi kötüden ayırt etmek, bir birikim sorunudur.
Basit bir örnek verecek olursak, eski Osmanlı döneminde bile, bir şehrin ikinci yöneticisi Kadı’dır. Bu şu demek oluyor, şehrin en güvenilir ve aynı zamanda en birikimli kişisi Kadı’dır. Yargı eşit olmaya, tarafsız olmaya çalıştığınızda zor verilen, birikim isteyen bir iştir. “Politikanın özünde, dost ile düşmanı ayırt etmek vardır” der Carl Schmitt. “Siyasi düşünce ve siyasi içgüdü, dost ile düşmanı ayırt etme becerisinden başka bir şey değildir” diye de ekler. Siyaset, ortaçağda yoktur, günümüzde de birey siyaset sahnesinin dışına itilmiştir. Siyasi bilinci yok edilmiştir.
Günümüzde hukuk ortadan kalkmıştır. Sadece güçlüler ve yönetenlere göre ve özellikle de uluslararası dev tekellerin çıkarına göre bir hukuk düzeni oluşturulmuştur.
Şunu da unutmamak gerekir ki ortaçağda cezalar, rehabilitasyon yapmak için değil, intikam almak üzerine kuruludur. Sosyal devlet niteliğinden kopan “yeni ortaçağ” devletlerinde de durum tam olarak budur. Ceza artık bir intikam aracı olarak düşünülmektedir ve bunun böyle olması gerektiği ideolojik olarak halka inandırılmaktadır.
Peki aynı tartışmanın içine, son zamanlarda sık dile getirilen “bireysel terör” veya “bireysel şiddet” kavramını da koyabilir miyiz? Ya da insanlar neden bu kadar şiddet yüklü? Kadın cinayetlerinin temelinde de yatan olgu, bu söylediklerimizle alakalı mı?
Sorular çok, ama cevapların bizi tam da tartıştığımız konuya, “yeni ortaçağ” çıkarımlarımıza götürdüğünü şimdiden söyleyebiliriz.
Güvenin azaldığı yerde, doğan boşluğu şiddet doldurur.
Bir ayrımı baştan yapmakta fayda var. Ortaçağda hukuk bir zor aygıtı olarak yöneticilerin elinde iken, günümüzde, neoliberalist çağda, zor aygıtı görünmez kılınmıştır. “Görünmezlik” bu yeni dönemi tarif ederken epeyce işimize yarayacak bir kavramdır. Rekabetçi kapitalizm döneminde olsun, ortaçağ döneminde olsun, zor aygıtını kullananlar görünürdür. Şirket sahipleri bilinir, onlara karşı mücadele edecek olan emekçi kesim de kime karşı mücadele edeceğini bilirdi. Şimdi ise, şirketler finans sermayesinin elinde, parçalanmış, hisselere bölünmüş haldedir ve kendisini görünmez kılmıştır. Basitleştirerek anlatmaya çalıştığımın bilincine varılması dilerim. Basit bir örnek, Starbucks kimindir, franchising midir? Sahipleri kimlerdir bilinemez, peki Starbucks emekçileri, nasıl örgütlenecek, nasıl ve kime karşı mücadele edeceklerdir? Ve aynı şekilde neoliberalizmin felsefesi olan postmodernizmle birlikte, şişirilmiş birey kavramının ortaya çıkmasıyla, kişinin şiddeti kendine karşı yöneltmesine ne demeli? Bu görünmezliği, insanın kendi kendine zor kullanması diye düşünmekte fayda var. Açacak olursak:
“Freud, psişik olayları tarif ederken hiç şaşmadan olumsuzluk şemasında ısrar eder. Hep Ben’in sahiplenmesine izin vermeyen Öteki’nin izini sürmektedir. Bu anlamda, ruhsal hastalığın tedavisi de, O’nun Ben tarafından tamamıyla sahiplenilmesinde yatar. Melankoliyi de Ben’in içinde yuvalanan ve onu değiştiren Öteki’ne bağlar. Basite indirgeyelim, yani kişi düşman olarak ötekini görür. Postmodernizmle birlikte, Ben eleştirisi ile özdeşleşmeyle değişen Ben arasındaki bir çatışmaya dönüştü. Ben’in ikircikli bir ilişki kurduğu ve sonra vazgeçtiği nesne, Ben’in bir parçası haline gelecek biçimde içselleştirilir. Vazgeçilen objeye, yani Öteki’ne yönelen eleştiri, böylelikle bir benlik eleştirisi haline gelir. Kendine yöneltilen suçlamalar ve aşağılamalar aslında artık Ben’in bir parçası haline gelmiş Öteki’ne yöneltilmektedir.” (Byung-Chul Han)
Konuyu biraz daha açalım ve Byung-Chul Han’dan devam edelim.
“Ezilenler ‘güçsüz’dür, çünkü yapı onların güç örgütleme ve bu gücü ‘topdogs’a/amirlere karşı etkin bir biçimde kullanma imkânlarını ellerinden alır. Sosyal yapılar, direniş oluşmasına baştan izin vermez. Daha doğru bir biçimde söylemek gerekirse, iktidar şiddetsiz de hüküm sürer. Yapısal şiddet, dar anlamda şiddet değildir. Daha çok bir hükmetme yoludur. Açık şiddete dayalı bir iktidardan çok daha etkin, mahrem bir iktidarı mümkün kılar... Sisteme içkin şiddet dışlayıcı bir şiddet değildir. Daha çok herkesi, kendi kendisini sömürmeye zorlayan bir sistemin mahpuslarına, tutuklularına çevirmektedir.” (
Şiddetin Topolojisi kitabından)
Yargısız İnfaz ya da Bir Ortaçağ Yargı Sistemi Olarak Linç Kültürü
“Küreselin Şiddeti” adlı denemesinde şöyle yazar Baudrillard:
“Bu viral bir şiddet, ağların, sanallığın şiddeti. Yumuşak imhanın, genetiğin ve iletişimin şiddeti; mutabakatın ve zoraki alışverişin şiddeti... Bu şiddet viral, yani cepheden saldırmıyor; bulaşma, zincirleme reaksiyon ve tüm bağışıklıkların yok edilmesi yoluyla yayılıyor.”
Her yerel grup için bütün Ötekiler yabancıdır önermesinden geldiğimiz nokta, her birey için, kendisi dışındaki herkes Öteki’dir.
Bir dönemi incelerken, o dönemin hukuk sistemine bakmak, gündelik insan davranışlarını takip etmek, teknolojisini incelemek hatta ve hatta konuştuğu dile bakmak gerekiyor. “İnsanbilim” diye tarif edilen şeyden bahsediyorum.
Öncelikle linç ne demektir ve neden bir ortaçağ yargılama yöntemidir bunu konuşalım. Linç kavramının en kısa tanımı “yargılamadan öldürmek”tir ya da “yargısız infaz” da diyebiliriz. Elias Canetti,
Kitle ve İktidar kitabında bundan uzun uzun bahsetmiştir.
Ortaçağ hukuk sisteminde hem yargılamadan yargıya ulaşmak hem de mafyatik bir hukuk düzeni, yani güçlü olanın her şeyi aldığı ve her yargıyı kendine göre düzenlediğini görürüz.
İnsanlık tarihine baktığımızda linçlerin nerdeyse tamamında milliyet ve din saikleri rol almıştır. Toplu katliamların tamamı arkasında farklı komplolar olsa da fiilen milliyet ve din kisvesi ile tezahür etmiştir. Hemen ilk aklımıza gelen Halide Edib’in
Vurun Kahpeye romanıdır belki de.
Ama artık sadece din ve milliyetçilik üzerinden yürümüyor bu linç kültürü, artık kendisine “demokrat”, “solcu”, “entelektüel” diyen insanlar da linç kültürünün bir parçası olmuş durumdalar.
Linç kültürünün bir diğer yüzü de yeni faşizm olgusudur.
Ünsal Oskay’ın,
Yıkanmak İstemeyen Çocuklar Olalım kitabında yaptığı tespit tam da yerindedir:
“İşsizliğin giderek ciddi oranlara vardığı, sistemin işsizler arasında, niteliksiz işgücü arasında ve hatta nitelikli/okumuş işgücü arasında bile inandırıcılığını yitirmeye başladığı günümüz Batılı toplumlarında, kitleler denen sıradan insanlar arasında anomik davranışlar da yaygınlaşmakta. Irkçılığın, arınmacı yakıp yıkarak yok etme eylemlerinin ne boyutlara vardığını Almanya’daki dış toplumlardan gelme işçilere yönelik şiddet hareketlerindeki artıştan, Bosna’daki utanç verici olaylardan ya da uzak veya yakın çevremizde olan bitenlerden anlamamız zor değil.”
Buna bugünlerde yaşadığımız topraklarda da sıkça rastlıyoruz. Suriyeliler, Afganlar ve diğer birçok üçüncü dünya ülkesinden zorunlu göçle gelenlere karşı duyulan kin, pasif bir öfke olmaktan çıkıyor, şiddet eylemleri olarak kendini gösteriyor. Topraklarından kopup gelmiş (bazısı içsavaştan, bazıları savaştan, bazıları yoksulluk nedeniyle) ülkemize sığınmış insanlara karşı yansıtıyorlar. Halbuki sorunun asıl sebebini görmezden gelip kinlerini daha kolay hedef olan bu göçmenlere yöneltiyorlar. Onları topraklarından kopmaya zorlayan koşulları yaratanlara karşı herhangi bir düşmanlık beslemiyorlar.
Demek ki linç kültürünün temelinde, sürü olma hali var, cehalet var, en önemlisi de yargılama yok. Sıkışan toplumun biriken kinini kolay hedeflere yöneltmek var.
Ama burada bizi ilgilendiren kısım, gerçeklikten kopmuş, yargı sisteminin olmadığı bir çağı yaşıyor olmamız ve bunun sonuçları.
Sosyal medyadaki linç kültürünün bir sonraki aşaması toplu linç hali yani toplu katliamlardır. Maraş katliamı, Sivas’ta 33 aydının yakılması tamamen linç kültürünün yansımasıdır. Sırpların dolduruşa getirilip (linç kültürü dolduruşla olur – kinini yanlış yere aktarma da diyebiliriz) Bosnalı binlerce insanı katletmesi de aynı linç kültürünün bir ürünüdür. 6-7 Eylül’de yağmalama ve cinayetlere varan olaylar da...
Hayvan hakları konusunda, kadın sorununda, siyaset konusunda, sanatta neredeyse her şeyde... Siyaseti saymıyorum bile. Orada işin içine trol grupları giriyor, yani sadece kişisel ani hareketten daha ziyade örgütsel bir suçtan bahsedebiliriz. Ama sadece siyasette değil, magazin dünyasında hatta hatta yayıncılık dünyasında da bu tür gruplarla karşılaşmaktayız. Trol grupları artık ticari bir kuruma bile dönüşmüşlerdir. Örneğin şunu net olarak biliyoruz, sevmediği bir başka kişi hakkında yargısız infazda bulunmak için, A sanatçısı B sanatçısı hakkında bu tür trol ekipleriyle yalan dolan, savaş açabilmektedir. Bir yazar kitaplarının satışı artsın diye, kitap sitelerine kurduğu ekiple birlikte güzel yorumlar yaptırabilmektedir.
Hem de yeni sosyal ağlar sayesinde kitlesel linç kültüründen bireysel linç kültürüne geçmiş durumdayız. Herkesin savcı, herkesin yargıç ama aynı zamanda da herkesin suçlu ilan edilmesi yeni durumu tarif ediyor.
Linç kültürünü yaratan sebeplerin başında da çöken hukuk sistemi var elbette, hukuka güven duyulmayan yerde herkesin kendi hukukunu oluşturması da diyebiliriz bu duruma.
Bir sabah uyanıyorsunuz ve sosyal medyanın tümünde (Instagram-Twitter-Facebook) toplu bir şekilde başlamış bir linç dalgasıyla karşılaşıyorsunuz. Sabahın erken vaktinde konuyu da anlayamadığınız için önce hiçbir yorum yapmadan yazılanları okumaya başlıyorsunuz. Biraz doğru olanın bu olduğuna inanarak biraz da içsel otomatik bir refleks olarak sergiliyorsunuz bu tutumu.
Ama o anda kim haklı, olay gerçek mi, gerçekte neler oldu umurumuzda olmuyor. İçimizdeki sisteme karşı duyduğumuz kini, bir klavye delikanlısı edasıyla boşaltıveriyoruz. Yarın çok utanacağımız (cahil insanlarda bu utanma da yok, söyledikleri yalan da olsa, yalanı başka bir yalanla örtmeye çabalıyorlar, pişkinlik günümüzün en çok yaşanılan duygusu olmuş durumda) şeyler yapmış da olabiliriz. Tweetimizi siler gideriz.
Bunlar elbette gündelik hayatta yaşadığımız basit linç kültürleri, ama bir düşünme ve davranış kalıbı haline geldiğini görüyoruz ve asıl tehlike burada yatıyor.
Aydın kesimin, okumuş grubun da bu linç kültürüne hizmet ediyor hale gelmesi endişe vericidir. Düşünen, düşündüğünü sorgulayan, sorguladığını tekrar düşünen ve estetize edilmiş bir yaşamın arayışında olan ilericiler için aklın yitiminden daha büyük bir felaket olabilir mi?
İnsanların güncel hayatlarındaki bedensel ve ruhsal koşulları, potansiyel imkânlarından daha geriyse, orada şiddet vardır. Buna göre yapısal şiddetin gerekli ön şartı, kaynakların ve imkânların adil dağıtımını engelleyen bir sistem, bir yoksunlaştırma olumsuzluğunun mevcut olmasıdır.
İnsanların biriken kinlerini doğru adreslere aktarmak yerine, gücü gücünü yetene misali bir aktarıma geçmiş olmaları büyük bir sorundur.
Ortada birikmiş bir kin var ve bu kin linç kültürüne dönüşüyor. Bu linç kültürü aydınların veya okumuşların kendi vicdanlarını temizleme çabasından başka bir şey değil maalesef. Ve en kötüsü yarın sabah uyandığımızda başka bir linç kampanyasının hikâyesini okuyacağız. Karanlık, uğultulu bir koronun kendinden geçmesini izleyeceğiz.