Gündemin peşinden koşmak, bu siyasal iklimde yapmak istediğim son şey ve bunun bir sebebi var. Gösteri toplumunun genel siyasi yansıması, gündemin peşinde koşmak ve etkileşim almak. Halbuki sorun tespiti yaparken karşımıza çıkan olgu, her şeyin daha derin ve karanlık bir çukura düşmüş olması. “Yeni Ortaçağ” kavramını bu nedenle önemli buluyorum ve çıkış siyasetinin de bu minvalde tekrar gözden geçirilmesini öneriyorum. Ortaçağ tespitinin en temel olgusu aşırı ideolojik olmasıdır. “Yeni Ortaçağ” eski ortaçağa göre çok daha ideolojiktir ve siyaseti bu tespite göre şekillendirmek gerekmektedir. Buradan şunun anlaşılmaması gerekiyor: “Pratikten tamamen uzak kalalım.” Elbette ki hayır. Pratik bizi teorik olana götürüyorsa bir önemi vardır.

Son haftada üzerine en çok konuşulan konulardan bir tanesi de Nobel Ekonomi Ödülü. Yazılanlar üzerinden kısa bir hatırlatma yapma ihtiyacı doğuyor. Bu ödül bizi ne kadar ilgilendiriyor ve bir önemi var mı?

Öncelikle liberal kanatta olan bir iktisatçı olarak Emre Alkin’in bu konuyla ilgili söylediklerine bir bakalım:

“Aslında ödülün zamanlaması da önemliydi. Çünkü küresel siyaset demokrasiyi sandıktan ibaret olarak düşünmeye başlamış, hatta otokrasi önlenemez bir yükselişe geçmişti. Nobel Komitesi’nin bu ödülü söz konusu çalışmaya layık görmeleri de, ‘Durdurun bu treni inecek var!’ kıvamındaydı. Çünkü siyaset treninin gittiği yer doğru bir yer değil.”

Buraya bir ek yapmak gerekiyor. Sistemin tıkandığı alanlardan bir tanesi de orta direk kesimin yok olması. Neoliberal düzen artık çok zenginler ve fakirlerden oluşmakta. Bu yeni düzen artık orta halli zenginleri de sıkıntıya sokmaktadır. Ekolojik olarak geri dönülemeyecek bir noktaya ulaştığının herkes farkında. Emre Alkin şöyle devam ediyor:

“Nobel alan çalışmanın belki de en önemli analizi şu üç noktada: Birincisi kaynakların kullanımı konusunda karar verme gücünün kimde olduğu çok önemli. İkincisi kitlelerin bazen iktidardakileri mobilize ederek veya tehdit ederek güç kullanma fırsatına sahip olmaları ihtimali var. Üçüncüsü ise iktidarı elinde bulunduran elitlerin karar verme yetkisini halka devretmekten başka herhangi bir alternatif olmaması ve seçeneksiz kalmaları durumu.

Meseleye derinlikli şekilde baktığımızda, eğer iktidar gücünü elinde bulunduran elitler veya gruplar hatta kitleler, kaynakların kullanımı konusunda halkı isyan ettirmeyecek bir düzeni tesis edebilirse iyi ancak, bu konuda bir hoşnutsuzluk yaşanıyor ise elbette vatandaş isyan ediyor ve yöneticileri farklı yöne bakmaları için baskı altına alıyor, nihayetinde gücü elinde tutanlar karar yetkisini halka devretmekten başka çare olmadığını görüyorlar.”

Bir ara daha. Yöneten ideoloji için, içsavaşlar ve sürpriz büyük patlamalar beklenen bir olgu haline gelmeye başlıyor. Korku ve yeni düzen arayışı, daha da doğrusu restorasyon çabası buradan kaynaklanmakta.
 
Emre Alkin’le devam edelim:

“Ancak anlatılan bu sürecin kesintisiz veya sorunsuz devam ettiğini iddia etmek güç. Yukarıda bahsettiğim gibi halkın gücüyle ve oylarıyla iktidara gelenlerin, ‘Onlara soracak bir sebep kalmadı, ben onların adına en iyisini düşünürüm’ diyerek, bu yaklaşımı meşru kılmaya çalışan kanuni düzenlemeler yapmaya ve bu çerçevede kurumlar yaratmaya başlaması demokrasi tarihinde sıklıkla görülmüş hadiseler. Doğal olarak, refah ve kalkınma da sürekli kesintiye uğruyor.

Dolayısıyla sadece kaynakların kendisi değil, nasıl kullanıldığı ve ne amaçla kullanıldığı, söz konusu kaynaklardan doğrudan ya da dolaylı olarak kimlerin menfaat elde ettiği halkın refahının artırılmasında büyük önem taşıyor. Eğer bir ülkede en üst gelir seviyesindekiler haricinde toplam gelirden payını artıran başka bir katman yok ise, devleti ve milleti yönetmek üzere kurulmuş kurumların doğru çalışmadığı söylenebilir. Bu durum, onların kuruluş felsefesinde bir çarpıklık olduğunu gösterdiği gibi, kuruluş felsefesine uymayan şekilde kullanılmalarından da kaynaklanmış olabileceği ihtimalini ortaya koymakta. Her iki durumda da işlerin ters gittiği ise apaçık bir gerçek.

1980’lerden itibaren siyasetin ekonomik değerler üzerindeki negatif etkisini azaltmak amacıyla icat edilmiş özelleştirme, deregülasyon gibi uygulamalar ve özerk düzenleyici otoriteler, seçimli demokrasilerde iktidarların gücü tamamen ele almalarının yolunu açtığı, otokratik ülkelerin de söz konusu bu kurumları ve yaklaşımları sadece yabancı yatırımcı çekebilmek için kullandığı ama temelden inanmadığı görülmekte. Özelleştirme, deregülasyon ve özerk kurumlar aslında farklı fikirdeki insanlardan bir ortak akıl yaratmak için ortaya çıktı. Sanırım birçok ülkenin başaramadığı iş de bu. İktidar sahiplerinin ‘Benim gibi düşünen ve benim dediğimden çıkmayacak en parlak kişiyi atayayım’ dediği ülkelerden toplum yararına bir iş çıkması pek mümkün değil.

Özetle, otokratik veya totaliter mantıkla kurulmuş ülkeler düzenlerini bozmayacak kadar demokratikleşirken, demokrasiyi geliştirerek bugünlere gelmiş olan ülkeler giderek otokratikleşmeye başladı. Yani yukarıda da belirttiğim gibi liberal demokrasi giderek seçimli demokrasiye, otokrasi de giderek seçimli otokrasiye dönüşmeye başladı.”

Buraya kadar olan kısımda, sistemin içinde bulunan kişilerin korkusunu ve neden restorasyon sürecine girilmesi gerektiğini görmüş olduk. Şimdi sosyalist düşüncelere bakma zamanı.

“Bir örnek verelim. Ulusların Düşüşü adlı bir kitapları var, herkes pek övdü pek cilaladı. Bu kitabın bir yerinde Belçika Kongosu’ndan bahsediyorlar. Belçika Kongosu tüm azgelişmiş fukara dünya emperyalistler arasında paylaştırılırken (o da sömürgesiz kalmasın diye) Belçika’ya düşen paydı. Özellikle bugün Belçika kentlerinin meydanlarında heykeli bulunan Kral II. Leopold döneminde Belçika’nın Kongo’daki sömürge yönetimi Kongo halkını kitlesel olarak köleleştirdi ve kırıma uğrattı. Tarihsel olgu bu. Oysa Ulusların Düşüşü’nde artık göğüslerine Nobel nişanesini takmış iki muhterem zat, Acemoğlu ve Robinson, Belçikalılar geldiğinde kölelik türünden sömürücü/dışlayıcı kurumlar ve kastlaşmış sömürgen dar bir elit zaten vardı, onlar da bunları uygun şartlarda kullandılar demişler. Kısacası ortada kölecilik gibi vahşi bir suç var ama Belçika emperyalizmi olsa olsa yardım ve yataklıktan yargılanabilir demişler. Ne güzel demişler ama.

Tüm kitapta kaçınılmaz bir Anglo-Amerikan kapitalizmi övgüsü var. Örneğin şöyle bir tarihsel anlatı var. Acemoğlu bu hikâyeyi Türkiye’de yaptığı bir sunumda da anlatmış. Güney Amerika’yı yağmalayan İspanyol sömürgeciler çaresiz bir şekilde yerlileri katleden, onlarla birlikte ve onları da içerecek şekilde yaşamanın yollarını yaratmak yerine onları yok sayan dışlayıcı kurumlar kurmuşlar. Oysa Kuzey Amerika’ya giden İngiliz beyaz yerleşimciler başlarda tıpkı İspanyol sömürgeci fatihlerin yaptıkları gibi dışlayıcı kurumlar kurmaya çalışmışlar; velakin yok olmanın eşiğine gelmişler. Onlar da kapsayıcı ekonomik ve siyasal kapsayıcı kurumlar kurarak yola devam etmişler. Böylece zengin ve gelişkin Kuzey Amerika ile geri kalmış, kaotik ve sosyal/ekonomik krizin pençesinden bir türlü kurtulamayan Latin Amerika ayrımı ortaya çıkmış. Ne güzel masal değil mi?” (Serdal Bahçe)

“(...) Çünkü Acemoğlu ve Robinson, Batı’nın, sömürgeciliğin ve emperyalizmin sömürge coğrafyalardaki işleyiş biçimleri, oralardaki ‘kurumsallaşma’ potansiyelini yok etmek için neler yaptığı, o coğrafyaların geri kalması için nasıl bilinçli bir şekilde hareket ettiği, sanayileşmesini engellediği, tarımını çökerttiği, eğitimli nüfusunu kendine çektiği, gerici siyasetleri desteklediği vb. meselelere neredeyse hiç değinmiyor, Batı toplumları işçi sınıfı çatışmalarını ve ‘başarılı’ kurumların ortaya çıkışında işçi sınıfı mücadelesinin oynadığı rolü de görmezden geliyorlardı.” (Fatih Yaşlı)

Restorasyon kavramını özellikle seçip üzerinde durmamın sebebi de burada yatıyor. Sistem elbette sömürüye devam etmek istiyor, ama şeklini değiştirme zorunluluğu duyuyor. “Sömürelim ama buralara da yatırım yapalım” anlamında bir değişiklik önerisidir bu. Neoliberalist bakış açısı –kitabımda (Şimdi Canavarlar Zamanı) bu yeni emperyalizmi, küreselleşmeyi uzun uzun irdelediğim için detaylarına girme gereği duyuyorum, meraklısı okuyabilir– 40 yıldır parçala, sömür, yok et mantığı güdüyordu. Bu da büyük göç dalgası yarattı ve bu göç dalgasını Roma’nın yıkılışına benzeten Batılı düşünürler epeyce çoğunlukta
olmaya başladı.

İtiraz noktalarımı ise şu şekilde sıralayabilirim.

Nobel ödülü (veya sistemin ürettiği ödüller) bizi neden ilgilendirsin? Ya da ilgimizin boyutu hangi durumlarda olmalıdır?

Daron Acemoğlu’ndan devrimci çıkmayacağını elbette biz de biliyoruz, ama dünyanın gidişatını görmek için önemli ipuçları verdiğini de göz ardı edemeyiz. Nobel ödülü bir simgenin ötesinde bir yönelişin ve istenenin dışavurumudur. Tek kutuplu dünya ve tek kutuplu paylaşım döneminin sonunu işaret etmektedir. Bizi ilgilendirmez denilmesinin ötesinde bir öneme sahiptir ki yeni politikaları ve kayaların içindeki yarıklardan siyaset üretmenin önemi açısından önemlidir.

Sonuç olarak bu ödül bize şunu net olarak göstermektedir. “Yeni Emperyalizm” dönemi olarak neoliberalist ekonomi, sürdürülebilir değildir. Bu söylenenler ise neoliberalizmin bir restorasyonudur. Restorasyon, aşırı ileri gitmiş kurumların ve yapıların törpülenmesidir. Her restorasyon dönemi ise devrimci yarıkları içinde barındırır. Bize düşen bunu irdelemek, bulmak ve buna hazır olmaktır.

Bu normal değil mi? Bunu görmesi gereken Daron Acemoğlu değil zaten. Bunu neden görmüyor diye sormak başlı başına bir acziyet taşıyor.

1929 Büyük Buhranı, kapitalist dünyayı yeni yollar aramaya itti. Tam bu noktada, Keynes keşfedildi. Buradan yeni bir Keynes çıkacağı iddiasında değilim elbette, sadece tarihsel sürece dikkati çekmek için veriyorum bu örneği.