Yazı uzun oldu ama aslında oldukça da kısa oldu. Uzun olması böylesine önemli bir konunun kısaca anlatılma çabası. Kısa olması ise yine aynı sebepten, konunun çok önemli ve birkaç kitaplık bir açıklamayı ve araştırmayı zorunlu kılması. Ama bu sınırlar içinde söylenebilecek olanları kısaca söylemek gerekiyor.
Aslında basitçe şunu düşünmek yeterli olur, rekabetçi kapitalizmin ayırt edici özelliği mal ihraç etmektir, emperyalizm ise sermaye ihracıdır.
Şu basit formülasyonu asla unutmamak gerekmektedir. Kapitalizm kâr etmek üzerine kuruludur. Hiçbir kapitalist “Ben çok kâr ettim, yeter artık” deme lüksüne sahip değildir. Rekabetçi kapitalizmde, durduğunuz zaman, bir başkası hemen sizin yerinizi alacaktır. Bu tekeller dünyasında ise daha vahşice işleyen bir yasadır. Kapitalist o yüzden sürekli daha fazla kâr etmek zorundadır. Emperyalizm ise sadece iç pazarı değil, dış pazarı da sömürmek zorundadır. Bir tekel durduğu zaman, hemen yerini yeni tekeller alacaktır. O yüzden hem kapitalizmde hem de emperyalizmde durmak yoktur ve dünya tek bir tekelin eline geçinceye kadar bu çelişki devam etmek zorundadır. Birinci Dünya Savaşı öncesi tekellerin güçleri ile bugünün tekelleri arasındaki korkunç güç farkı da bunu bize ispatlamaktadır.
Örneğin 1860’a sömürgeler bakımından bakacak olursak İngiltere için 6,5, Fransa için ise 0,5 milyon kilometrekare yüzölçümüne denk gelen bir sayıya ulaşıyoruz. 1880’e gelindiğinde bu oran İngiltere için 19,9, Fransa için ise 1,8’e yükselmiş durumda ve Almanya henüz ortada yok. 1899’da geldiğimizde ise İngiltere 24, Fransa 7,5, Almanya ise 2,6 milyon kilometrekareye ulaşmış durumda. 1910’lara geldiğimizde dünyada sömürülecek alanın kalmadığını, sömürgeleştirilecek alanların ise yarı sömürge durumundaki Osmanlı toprakları olduğunu görüyoruz. Dünya yeni sömürgeler için hızla Büyük Savaş’a gitmek durumunda kalıyor.
“Şu son on yıllar boyunca, büyük ölçekli sanayinin, mübadelelerin ve finans sermayesinin baskısı sonucunda dünyanın eş düzeye gelmesi süreci ne denli güçlü olursa olsun, bu ülkeler arasında halen önemli farklar bulunmaktadır ve yukarıda andığımız 6 ülke arasında, bir yanda muazzam bir hızla ilerleyen genç kapitalist devletler (Amerika, Almanya, Japonya), diğer yanda anılan genç kapitalist devletlere kıyasla, son zamanlarda çok daha yavaş ilerleyen yaşlı kapitalist ülkeler (Fransa, İngiltere) ve nihayet çağdaş kapitalist emperyalizmin, deyim yerindeyse, son derece sıkı bir kapitalizm öncesi ilişkiler ağıyla sarılmış ve ekonomik bakımdan en geri ülkesi olan Rusya görülmektedir...” diyor Lenin ve şöyle devam ediyor:
“O halde, kapitalizmin tekelci aşamasına, finans sermayesinin aşamasına geçişinin, dünyanın paylaşılması mücadelesinin keskinleşmesiyle ilişkili olduğu su götürmez... Güçler oranı bir kez değişti mi, kapitalist düzende çelişkilerin çözümü, zordan başka neyle sağlanabilir?”
Sömürge veya eski emperyalist sömürü düzeni görünürdür, yeni emperyalizm ise daha vahşi, daha sömürücü ama görünmezdir.
“Şimdi, emperyalizm hakkında yukarıda söylenenlerin bir bilançosunu çıkarmaya, sentezini yapmaya çalışmamız gerekmektedir. Emperyalizm, genel olarak kapitalizmin temel özelliklerinin gelişmesi ve doğrudan devamı olarak ortaya çıkmıştır. Fakat kapitalizm, ancak gelişmesinin belirli ve çok yüksek bir derecesinde, temel özelliklerinden bazıları kendi karşıtlarına dönüşmeye başladığı zaman kapitalizmden toplumsal ve ekonomik bakımdan daha üst düzeyde bir ekonomik ve toplumsal düzene geçiş çağının özellikleri oluşmuş ve kendini her alanda belli etmiş olduğu zaman kapitalist emperyalizm haline gelmiştir. Bu süreç içinde, ekonomik bakımdan esas olan; kapitalist tekellerin, kapitalist serbest rekabetin yerini almasıdır. Serbest rekabet, kapitalizmin ve genel olarak mal üretiminin temel özelliğidir; tekel ise, serbest rekabetin tamamen karşıtıdır.”
Bu vurguyu ve uzun alıntıyı yapmamın sebebi, aslında kapitalist üretim biçiminin, önünde herhangi bir engel yoksa (ulus devlet, yıkılmaz yasalar vs.) eninde sonunda emperyalizme veya tekelci düzene dönüşmesi kaçınılmazdır. İdeolojik olarak bunun gizlenmesi de sözde bilim insanlarına, artık tamamen tekellerin hizmetine girmiş olan, eğitim, sanat, hukuk gibi ideolojik aygıtlara kalmaktadır.
Kafalarda bazı soru işaretlerinin kalmaması için, tekel düzenine bir kez daha bakmak gerekmektedir. Tekelci düzeni daha görünür hale getirme çabası diyelim biz buna. Bir tekel, her şeyi bir çatı altında toplamaz. En üst tekele ana şirket diyelim; bu ana şirkete bağlı temel şirketler vardır. Bu temel şirketlerin altında da Lenin’in tabiriyle “kız şirketler” bulunmaktadır. Bu şirketler tekele yani ana şirkete yarı bağımlı şirketler de olabilir. Bu bağımlı şirketlerin en altında ise, “torun şirketler” yer almaktadır. Bu yolla tekel hem büyük bir risk almadan, hem kendini görünmez kılarak, hem de daha az sermaye ile daha fazla alana sahip olarak, gücüne güç katar. “Gerçekten de, eğer bir anonim şirketi denetlemek için sermayenin %50’sine sahip olmak her zaman yeterliyse baştakinin, ‘torun şirketler’deki 8 milyonluk bir sermayeyi denetleyebilmek için sadece 1 milyona gereksinimi vardır...” diye analiz eder Lenin. Elbette bu şemaya ek olarak (denetleme ve güç açısından) halka arz, yani borsa, tekelin elini 5 kat daha fazla güçlendirmektedir. Daha az sermaye ile daha büyük bir gücü elinden tutabilmektedir.
Sonuç olarak şunları da ifade etmem gerekiyor. Lenin’in 1900’lerin başında yaptığı bu tespitler, bugün için bizlere bazı formüller veriyor, ben bunlara yasa diyorum. 1900’lerin başında yaşanan süreç Birinci Dünya Savaşı’na sebep olmuştu. İkinci Dünya Savaşı aslında bağımsız bir savaş değil, Birinci Dünya Savaşı’nın devamıydı. Sebepleri var: Ekim Devrimi, Paris Antlaşması’yla, altından kalkılamayacak yük bindirilen yenik devletler, Hitler’i iktidara taşıyan Versailles Antlaşması’nın ta kendisiydi. Ve bunun sonucunda da bu devletlerde oluşan faşizm olgusu. Bu konu önemli ama burada kesmek zorundayız. Demek ki şunu rahatlıkla ifade edebiliriz: Birinci Dünya Savaşı 1914’te başlayıp, 1945’te sona ermiştir.
Sonrasında gelen dönem, iktisatçıların ve bazı tarihçilerin “Altın Yıllar” diye tabir ettiği, Soğuk Savaş yılları. Dünyanın kısmen de olsa bir dengede olduğu, iki kutuplu bir dünya. Her iki kutup da ekonomiye ve üretime ağırlık veriyor ve özellikle Batı dünyasının, komünizm tehlikesine karşı, halkına önemli sosyal haklar tanıdığı yıllar. Eğitime, kısmi olarak da olsa, eşit eğitime ağırlık verildiği yıllar. Sonrasında 1980’lerin başından itibaren neoliberalist dönem ve bununla birlikte başlayan “Yeni Emperyalizm” dönemi. 1990’lardan itibaren de, reel sosyalizmin çöküşüyle birlikte, tek kutuplu dünya ve emperyalistlerin gemi azıya almaları. Bu dönemim bu kadar uzun olması ve yeni bir dünya savaşının olmamasının temel sebeplerinden bir tanesi de budur: Tek kutuplu bir dünya olması. Neyse uzatmayalım, dünyada yeni güçlerin ortaya çıkması (Çin, Rusya, Hindistan vs.), emperyalizmin yine çelişkili hale gelmesi yeni bir dünya savaşının kapısını aralamıştır.
Yazının sınırlarını aşan konular olduğunu biliyorum, hepsi tartışmaya açıktır ama yazının ana hedefine tekrar odaklanırsak, Lenin’in bize sunduğu, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması EMPERYALİZM başlığından bugün için nasıl yararlanırız ona bakıyoruz.
Marx bize Tarihsel Materyalizm ve Diyalektik Materyalizm ile bazı formüller sunmuştu ve somut olaylar değişse de, bu formüller işlevselliğini korumaya devam ediyor. İşte Lenin de Marx’a katkı olarak emperyalizm tahlili üzerinden bize bazı formüller sunuyor ve somut olaylar değişse de bu formüller işlevselliğini korumaya devam ediyor.
Dediğim gibi şu puslu dünyada ihtiyacımız olan en acil şey yasalardır ve biz buna teori diyoruz.
Tekrar edecek olursak:
Demek ki birinci yasa neymiş: Tekelleşme kapitalizmin bir ürünü ve hatta kapitalizmin kendisidir. Rekabetçi kapitalizm eninde sonunda tekelleşir.
İkinci yasamız da: Tekelleşme eninde sonunda emperyalizmi doğurur.
Böylece üçüncü yasaya da ulaşmış oluyoruz: Her emperyalist çağ yeni bir dünya savaşına gebedir.