Bugün STK’lar üzerine bir yazı yazma fikri kendiliğinden önüme düşmüş oldu. Neoliberalist düşünce veya üretim modelinin ortaya çıkardığı bir yapıdan söz ediyorum. STK ne demek? Bilmeyenler için kısaca açıklamakta fayda var. Basit olması açısından Wikipedia’dan kısa tarifini alabiliriz:
“Sivil toplum kuruluşları ya da sivil toplum örgütleri, resmi kurumların dışında kalan ve bunlardan bağımsız olarak çalışan, politik, sosyal, kültürel, hukuki ve çevresel amaçları doğrultusunda lobi çalışmaları, ikna ve eylemlerle çalışan, üyelerini ve çalışanlarını gönüllülük usulüyle alan, kâr amacı gütmeyen ve gelirlerini bağışlayan veya üyelik ödemeleri ile sağlayan kuruluşlardır. Sivil toplum örgütleri oda, sendika, vakıf ve dernek adı altında faaliyet gösterir. Vakıf ve dernekler topluma yararlı bir hizmet geliştirmek için kurulmuş yasal topluluklardır ve herkese yardım etmek için kurulmuşlardır.
Anlam ve içerik bakımından kitle örgütlerinden ayrılırlar. Sivil toplum kuruluşlarının önemli bir kısmı güdümlü bir yapılanma içerisinde belli merkezlere bağlı çalışmaktadırlar. Fakat buna karşılık kitle örgütleri ise, adı üstünde, kitlelerin ürünü, sesi ve gücüdürler. Bu ürün, ses ve güç, demokratik ilkelerin örgütlenmenin omurgasına yerleşmiş olmasından meydana gelir. Burada sözü edilen demokrasi halkın doğrudan demokrasisidir. Yani halkın kendi örgütü içinde, kendisini ifade edebilme özgürlüğüdür.
Kitle örgütü, bünyesinde belirli bir toplumsal sınıfı veya çeşitli toplum katlarından gelen, aynı meslekten kişileri veya toplumun aynı özelliğe sahip belli unsurlarını barındıran ve temsil ettiği kitlenin ekonomik-demokratik hak ve çıkarlarını savunan örgütlere verilen isim. Çoğunlukla girişimcilerden oluşan bu toplumlar gönüllü olarak yardım etmek amacıyla çalışırlar.”
Bu kısa tanımdan sonra hemen ortaya çıkaracağımız iki şey var. Birincisi, STK’lar kitle mücadele örgütleri değildir. Mücadele, tanımı gereği, içinde baskı ve değişim zorluğu taşımaktadır. STK’lar ise herhangi bir değişim, baskı ve zor hali taşımamaktadır. İkincisi ise STK’ların ortaya çıkışı devletin yapamadığı veya eksik kaldığı alanları ve sorumlulukları yerine getirme diye tanımlanabilir. Bu da neoliberalizmin vurguladığı devletin küçülmesine değil, bilakis devletin büyümesine sebep olur. Bunlara yazının ilerleyen bölümlerinde değineceğiz.
Ama yazının son cümlesini de şimdiden söylemek gerekiyor.
STK’lar sola ait değil, bilakis sola karşı ortaya çıkmış kurumlardır. Bizi en çok ilgilendiren budur ve bunun sebeplerini ve sonuçlarını açıklamak için bu yazı yazılmaktadır.
Bazı konular var ki sürekli önümüze düşer ve sürekli bunun çözümünü ararız. Sivil toplumcu düşünce ve bunun yansıması olan sol liberalizm son 40 yılda, solun önündeki, hem en büyük engel hem de çözüm bulamadığı bir sorundur. Çözümsüzlüğü solun içine düştüğü ideolojik sorundan kaynaklanıyor. Türkiye solu neredeyse son 40 yıldır entelektüel bir kısırlığın sancılarını yaşıyor. Ortaya öncü fikirler ve kavramlar atılamıyor. Kısacası; uzun bir dönem boyunca bütün bir kültür ve sanat yaşamını, edebiyatı, akademik ve entelektüel üretim süreçlerini ve nihayet siyaset dünyasını belirleyen sol; 1980’li yılların sonundan itibaren bu alanları büyük ölçüde yitirmiş görünüyor.
Son olay belki de bardağı taşıran, tartışmayı yeniden alevlendiren bir içeriğe sahip. Dini cemaat ve tarikatlarla protokollere devam edeceğini açıklayan Bakan Tekin, tartışmayı tekrar alevlendirmiş oldu. Ama en az Bakan Tekin kadar eleştirilecek başka kurumlar ve isimler de var. Örneğin ÇYDD cemaatlerin sivil toplum kuruluşları olmadığını savunuyor. Peki ama neden olmasın? Sivil toplumcu düşünceyi savunuyorsanız, cemaatlerin ve tarikatların da sivil toplum örgütleri olduğunu kabul etmek zorundasınız. Maalesef ki tartışma, yukarıda belirttiğimiz gibi, solun bir ideolojisinin olmamasından kaynaklı olarak, sivil toplumcu düşünce yerine, kimin sivil toplum kuruluşu olacağı veya olamayacağı üzerinden yürüyor.
Sonra söyleyeceklerimizden bazılarını baştan söylemekte fayda görüyorum.
STK’lar devletin gücünün yetmediği yerde devletin yapması gerekenleri devlet adına yapan ya da devlet istenildiği ölçüde yapamıyorsa çeşitli yollarla görevini hatırlatıp yapmasını sağlayan, fark edilmeyeni fark ettirmek, mesela Ezidilerin yemek kültürü gibi, hakkının yenildiği düşünülen grupların sözcülüğünü yapmak, adlarını duyurmak gibi vazifeler edinmiş iktidarla halk arasında uzlaştırıcı rol oynayan ama nereden bakılırsa bakılsın kapitalist sistemi besleyen, sağlamlaştıran yapılardır.
Tarikatlar da, cemaatler de, dernekler ve sendikalar da STK’dır elbette. İş solun buraya bakışının ne olacağıdır. Toptan kabul mü etmeli yoksa reddetmeli midir? Bir kısmını kabul edip (sendikalar, ÇYDD gibi) diğerlerini (İlim Yayma Cemiyeti, Ensar Vakfı gibi) ret mi etmelidir?
Kaba solculuk olacak belki ama sınıf siyasetini gözetmekten başka kurtuluş yolu yok.
Öncelikle şunu belirtmek istiyorum, aklı başında birkaç aydın yıllardır bu STK’ların nasıl bir ucube olduğunu kendilerini paralarcasına anlatıp duruyor, STK’lar hakkında yazıp çiziyorlar. Aşağıda o çalışmalardan bahsedeceğim ve alıntılar yapacağım.
2002 seçimleri yapıldığında ÖDP içerisinde idim. Yanlış hatırlamıyorsam, Beyoğlu ilçe binasında seçim sonuçlarını değerlendiriyorduk. Ben seçim sonuçlarını tek bir cümle ile ifade etmiştim. Yenildik. Ama bu yenilgi AKP’ye karşı değildi. Sivil toplumcu denilen sol liberalistlere yenilmiştik. Daha sonra kendilerine “Yetmez ama evetçi” denilen bu grup 1980 öncesinde
Birikim dergisi ile siyasal hayatın içine girmişti.
12 Mart 1971 askeri darbesinden yılgınlık ile çıkanların bir bölümü yayın organı çıkardı:
Birikim! 1968 hareketinden esinlenen ve daha çok Kültür Devrimi temelini esas alan ve Maoculuğa yakın olan bu grup, sonrasında liberal solun yayın organı olmuştur.
Murat Belge’den Ömer Laçiner’e uzanan bu çevre
Birikim’in çıkış amacını, siyasal hareketleri dönüştürmek değil, onlara kuramsal destek vermek olarak açıkladı!
İlk yaptıkları, Milli Demokratik Devrim tezlerine karşı çıkarak emperyalizm tartışması açmak oldu. Emperyalizmi/bağımlılık ilişkilerini önemsizleştirdiler ama çıktıkları ilk günden itibaren varoluş temelleri ve sınıf mücadelesine karşı olmak ve sosyalist sola kin ve nefret duymak.
Biz ÖDP içindeki misyonumuzu, sivil toplumcu, sol liberal savruluşa ket vurmak, elimizden geldiğince bu yanlışı düzeltmek için mücadele etmek olarak tanımlamıştık. Ve yenildik. Sonrasında ÖDP tam bu noktadan iflas etmiş ve ÖDP’yi oluşturan ana akım, kendi özüne dönme kararı almıştı. O zaman ÖDP’nin başında olan zatın yazdığı kitap aslında tüm anlattıklarımıza ışık tutacak nitelikte. Ufuk Uras’ın yazdığı,
İdeolojilerin Sonu mu kitabı. Sonrasında Ufuk Uras’ın nerelere savrulduğunu biliyoruz.
Elbette bir kolaycılığa kaçıp, sivil toplumculuk denen ucube söylemin, bir neoliberalist söylem hatta bu söylemin temeli olduğunu söyleyip işin içinden çıkıvermek bugün için bir şey ifade etmiyor.
İş bu kadarla kalsa iyi, sivil toplumculuk fikrinin toplumu nasıl bireyselleştirdiği, ezilenler sahasında mücadele gücüne nasıl bir büyük darbe indirdiğini bilmemiz gerek.
Cahilleştirmeden yönetmek imkânsızdır. Neoliberalizmin ilk hedefi toplumu cahilleştirmek olmuştur. Cehalet için din vazgeçilmez bir argümandır. Hem kimlik siyaseti için hem de ilk çıkışında reel sosyalizme karşı din kisvesini kullanmışlardır. İşte tam bu noktada tüm dünyada cemaatçilik ortaya çıkmıştır. Alain Minc “Yeni Ortaçağ” düzenini açıklarken bu cemaatleşmeyi şöyle tahlil eder:
“Semavi dinlerin dışında ayrıca, tarikatların, hepsi birbirinden daha çok esinlenmiş inançlılar gruplarının, çoğu kez misyonerler kadar açgözlü ‘guru’ların, Kutsal Kitap’la ilgisi olmayan kutsal kelamın, yalnızca korku güdüsü üzerinde oynayan yarı dinsel yarı pagan ayinlerin, üyelerinin hepsi hipnoz altındaymış gibi görünen cemaatlerin önlenemez yükselişi. Ve akıldışılık dizisinin daha da ilerisinde, gelecek saplantısının en mükemmel ticaret alanı olduğunu keşfetmiş astrolojinin, medyumluğun ve diğer bütün yalancı bilgi dallarının parlayışı.
Kardinal Lefebvre’den Kudüs’ün bazı hahamlarına, şeriatın en katı savunucularından kendilerini cemaatleriyle birlikte feda etmeye hazır Teksas’ın ‘guru’larına kadar hep aynı oyun tezgâhlanıyor: Korku ile akıldışılık üzerinde oynanıyor bu oyun. Beş asır önce açılan büyük akılcılık paranteziyle birlikte dinler de değişmişlerdi. Doktrinel köşelerini törpülemişler, bilimle bir modus vivendi üzerinde anlaşmışlar ve dünyevi alanın kendi yetkileri dışında bulunduğunu hukuki ya da fiili bir şekilde kabul ederek ruhani alanın içine çekilmişlerdi.”
Bizim liberal solun neden ilk günden beri cemaatlere göz kırptığını anlatmak için söylüyorum bunları.
Kısaca bu sivil toplumculuk akımının tarihine bakmamız, sonrasında da etkilerine göz atmamız gerekiyor.
Şunu kararlılıkla söylemek gerekiyor, neoliberalist düşünce ve bunun yansıması olarak sivil toplumcu düşünce kendiliğinden oluşmuş bir düşünce akımı değildir. 1970’lerin ortasında Hayek ve Friedman’ın daralan büyüme ve kapitalist dünyanın içine girdiği bunalımdan çıkış yolu olarak sunduğu iktisadi bir yapılanmadır. İktisadi teorileri aslında çok da yabancı argümanlardan oluşmuyordu. ABD’nin 1870’lerden sonra uyguladığı serbest rekabet ilkesinin neredeyse aynısı ama farklı olan kısmı daha vahşice uygulanmasıdır. Hayek ve Friedman’ın söylediği şey, paraya ve sermayeye süper bir özgürlük vermek, “Piyasa her zaman kendi dengesini bulur” söylemi. Yani yeni emperyalizmin uygulanma alanlarının genişlemesi. Elbette bunu özgürlük, demokrasi ve insan hakları bağlamının arkasına saklayarak yapıyorlar. Ama neoliberalizm sadece iktisadi bir proje değil, diğer ayaklarının da oluşması gerekiyor; bu noktada postmodernist felsefe imdatlarına yetişiyor. Postmodernizm kabaca söylersek, her şeyi atomize etmekle mükellef bir felsefi yapı sunuyor, tam da neoliberalist iktisatçıların istediği gibi. En temel kaynaklarından bir tanesi,
Açık Toplum ve Düşmanları kitabının yazarı Karl R. Popper ve peşine takılan birçok isim. Edebiyat dünyası için de Ayn Rand ve sonrasında Milan Kundera gibi edebiyatçılar... Elbette bu yazının konusu tüm bu isimler ve ne yaptıklarını anlatmak değil, ayıracak yerimiz de yok. Söylemek istediğim, bu oluşumlar kendiliğinden ve bilinçsizce olmamıştır, tam da neoliberalist yapılanmanın bilinçli tercihleridir. Ama gelin görün ki bizim sol kesim bunların hepsine çanak tutmaktan geri kalmamıştır.
Aslında burada yapacağım tespitlerin çoğu daha önce
Sivil Toplum: Devletin Büyümesi kitabında, Metin Çulhaoğlu, Kemal Okuyan ve İlker Maga’nın birlikte yazdıkları kitapta yapılmıştı. Yine bizim ortak ürünümüz olan,
Yeni Emperyalizm ve Siyasal Gericilik kitabında bu tespitleri yapmıştık. Yeni olan, 20 yıl önce yazılan bu kitaplardan daha da geriye gitmiş olmamız.
Konuyu birazcık derinleştirelim.
Neoliberalizmi açıklamaya çalışırken, öncelikle belirtmek gerekiyor ki eninde sonunda bu bir üretim biçimi sorunudur. Neoliberalizm ve buna bağlı olarak sivil toplumculuk düşüncesi üretim biçiminin bir yansımasıdır, bağımsız bir kendiliğinden oluşum değildir.
“Bir üretim tarzı, basitçe bir teknoloji değil, üretim faaliyetinin toplumsal bir örgütlenişidir: Sömürü biçimi de bir iktidar ilişkisidir. Ayrıca, sömürünün doğasını ve kapsamını oluşturan iktidar ilişkisi, iki rakip sınıf arasındaki ve bunların her birinin kendi içindeki siyasal örgütlenmeyle ilgilidir. Son tahlilde, üretime el koyanlarla üretenler arasındaki ilişki, büyük ölçüde, sınıfların göreli güçlerine bağlıdır.”
– Ellen Meiksins Wood
Üretim şemasını sözde işlevsiz kılan veya başka maskeler arkasına gizlemeyi başaran posmoderinist bakış açısıdır. Postmodernizmi tek cümleyle tarif etmeye çalıştığımızda rahatlıkla şu tespiti yapabiliyoruz: Her şeyin atomize edilmesi, düşüncenin, hakikatin, toplumun ve en önemlisi mücadelenin atomize edilmesi. İşte tam bu noktada sivil toplum düşüncesinin en temel yasasına ulaşmış oluyoruz. Mücadeleyi sınıf temelinden kopartıp, küçük gruplara, kimlik siyasetine, köy derneklerine, çevreci örgütlere, hayvan haklarına LGBT hareketine vb. daha birçok alt parçacıklara ayırıp, mücadele gücünü zayıflatmak.
Bir örnek verelim. Neoliberalizmin öncüsü olarak Margaret Thatcher’ın sendikalara “içerideki düşman” muamelesi yaptığı ve onlarla şiddetli mücadeleye girdiği biliniyor. Bunu öyle bir şiddetle uyguluyor ki bundan dolayı adına Demir Leydi deniliyor. Neoliberalizmin bu isimle anılması şaşırtıcı değil. Siyaset tarihine Reagan-Thatcher gericiliği diye geçmesi boşuna değil. Neoliberalizm sınıf mücadelesine darbe vururken ister Reagan-Thatcher gericiliğini ve devletin zor aygıtını kullansın, isterse devletin ideolojik aygıtlarını kullansın, temelinde sınıf mücadelesini parçalamak ve yok etmek var.
Kitaptan bir alıntı yapmanın zamanı:
“Sivil toplum söyleminin siyasal stratejisi, en başta sınıf mücadelesi kavramını dışlar. Sivil toplum içindeki dinamikler tanımlanırken sınıf farklılıklarına atıfta bulunsa bile, sınıf mücadelesi hiçbir şekilde gündeme gelmez. Bir başka önkabul ise ‘demokratikleşme’dir. Burada, siyasal etkinliğin tek bir nihai amacı, her tür uğraşı anlamlı kılacak tek bir hedefi vardır: Demokratikleşme. Özetle, demokratikleşme, başka her şeyi yeniden belirleyecek, içerecek ve aşacak başat perspektiftir.
Sınıf egemenliği ile ekonomik, ideolojik, siyasal, kültürel süreçler arasındaki bağlantıyı kopartmak... Sivil toplumculuğun ‘teori’ alanında söylediği ve söyleyeceği sadece budur.”
Şunu rahatlıkla tespit edebiliyoruz: Sivil toplum kuruluşları tanımı içinde iktidarı hedeflemek ilkesi mevcut değildir. Günümüzde daha sık tekrar edilen ama içinde ciddilik barındıran, kaba söyleyişle “klavye delikanlısı” tanımı sivil toplum kuruluşları için de geçerlidir. Ortada olan var ama suya sabuna dokunmayan, herhangi bir baskı ve değişim talebi barındırmayan etkisiz yapılardır.
“Siyasal iktidarın, yani devlet iktidarının hedeflenmemesi, az önce de değinildiği gibi, özel olarak şu ya da bu örneğe değil her tür sivil toplum söylemine temel oluşturan içsel bir özelliktir.”
(...) Günümüz kapitalist toplumlarında genel siyasal süreçlerin barış, demokrasi, çevre ve insan hakları alanlarıyla sınırlaması, buna karşılık işsizlik, pahalılık, yoksulluk, eşitsizlik vb. gibi gündelik yaşamı çok doğrudan ilgilendiren konuların kitle katılımını dışarıda bırakacak biçimde teknik mistifikasyona uğratılmasıdır. Türkiye dahil günümüzün kapitalist toplumlarında depolitizasyon olgusunun asıl özelliği, insanların politikadan büsbütün uzaklaşmaları değil, politizasyon alanlarının bu anlamda birbirinden koparılıp yalıtılmasıdır.
Türkiye’de sivil toplum, uygar yurttaş ilişkilerinin değil saldırgan cemaatçiliğin, serbest rekabetin değil tekelleşmenin, üretimin değil rantın, özgür iletişimin değil medya manipülasyonlarının, serbest söz-karar mekanizmalarının değil sendika-dernek bürakrasisinin egemen oldukları bir alandır.”
Yavaş yavaş kimlik siyasetine ve cemaatlerin nasıl sol liberaller tarafından içimize sokulduğuna ulaşmaya başlıyoruz. Sivil toplumcu düşüncenin ve bunun yansıması olan STK’ların toplumun mücadele alanını genişletmiş gibi gösterip, aslında nasıl atomize ettiğini açıklamış olduk. Devleti zayıflatan değil, bilakis devleti büyüten yapılar olduklarını yazının ilerleyen bölümlerinde açacağız.
Haftaya devam etmek üzere.