Aşırılıklar Çağı’nı, Hobsbawm’a ek yaparak 1900’lerin başından itibaren başlattığımı söylemiştim. Çünkü aşırılığın temelinde emperyalizm var.
Böylece, yapacağım tahlilin ve Lenin’i yeniden okumanın amacına da ulaşmış oluyoruz. 1900’lerin başında yaşanmaya başlayan tekelleşme ve aşırılıklar bizi Birinci Dünya Savaşı’na götürmüştü, peki bugün, katbekat fazlasını yaşadığımız tekelleşmenin sonucunda neler yaşanmasını bekliyoruz?
O zaman ilk olarak, dünyayı Birinci Dünya Savaşı’na sürükleyen etkenler neler ve Lenin’in bu konuda ne gibi tespitler yaptığına bakmamız gerekiyor. İddiam şudur ki bu konuda en derli toplu kitap Lenin’in
Emperyalizm kitabı. O yüzden kitabı tekrar hatırlamakta fayda var.
Kısa bir özet geçecek olursak, Lenin dünyayı büyük savaşa sürükleyen olgunun emperyalizm olduğunu netlikle vurguluyor, bu vurgusu boşuna veya hayali bir tespit değil. Rekabetçi kapitalizm eninde sonunda tekelleri doğurur ve tekeller başlangıcında kendi aralarında bir barış imzalasalar, ortak hareket etseler de, bir süre sonra çıkar ilişkileri çatışmaya dönüşür. Çünkü her tekel, eninde sonunda hiper-tekel olma yolunda ilerler. Buna yasa diyoruz ve şimdi bizim yasalara ihtiyacımız hiç olmadığı kadar var.
Demek ki birinci yasa neymiş: Tekelleşme kapitalizmin bir ürünü ve hatta kapitalizmin kendisidir. Rekabetçi kapitalizm eninde sonunda tekelleşir.
Rekabetçi kapitalizmde şirketler bir süre sonra ürettikleri malların hammaddesine de sahip olmak isterler. Daha sonrasında bunun ticaretini de tek başlarına yapmak isterler. Bunun sonrasında, ürünün yapacağı yolun da sahibi olmak ister ve daha sonrasında kendisine rakip olacak şirketi satın almak veya yok olması için fiyat kırmalara ve daha birçok zor aygıtına başvururlar. Başka bir örneğe bakacak olursak, şirketler yeni bir ürün için Ar-Ge çalışması yaparlar ama kendileri dışında oluşan yeni teknolojileri ya satın alırlar ya da aldıkları patentleri kullanmazlar veya engel olurlar. Lenin o dönem için bir rakam verir bizlere:
“1906’nın sonlarında, yalnızca patent elde etmek amacıyla, tröste bağlı iki yeni şirket kurdular.”
Lenin döneminin koşullarında tekeller dünyası bugünküne göre hâlâ embriyo halindedir. Bugün artık dünya büyük birkaç tekelin yönetimi altına girmiştir.
“Bu, artık bilinmeyen bir pazar için üretim yapan, şuraya buraya dağılmış ve birbirinden habersiz patronların eski serbest rekabetinden kesinlikle farklıdır. Temerküz o noktaya varmıştır ki bir ülkenin ve hatta, içeride göreceğimiz üzere, birçok ülkenin ya da tüm dünyanın bütün hammadde kaynaklarının dev tekeller tarafından ele geçirilmesidir.”
İşte bu tespitin de gösterdiği gibi, tekelleşme eninde sonunda uluslararası bir nitelik kazanır ve buna emperyalizm denir.
Hammadde kaynaklarının önce içeride sonra da tüm dünyada sömürülmesi tamamen tekelleşmeyle ilgilidir.
Lenin tespitlerine şöyle devam eder:
“Örgütlenme için verilen bu güncel, sözde çağdaş uygar mücadelede, tekelci birliklerin başvurdukları araçların yalnızca listesine göz atmak bile son derece öğreticidir: 1-Hammaddeden yoksun bırakma. 2-İttifaklar yoluyla işgücünden yoksun bırakma. 3-Ulaşım araçlarından yoksun bırakma. 4-Sürüm alanlarının dışarıya kapatılması. 5-Alıcılarla anlaşma – bu anlaşmalarla, alıcıların yalnızca kartellerle ticari ilişkiler kurma zorunluluğu. 6-Sistemli bir biçimde fiyat kırma (burada dikkat edilmesi gereken husus, bir süre fiyat kırıp tekeller zarar etse de, piyasayı tamamen ele geçirdiklerinde buradaki zararın katbekat fazlasını kazanmalarıdır). 7-Kredilerden yoksun bırakma (günümüzde finans sermayesinin tüm dünyayı tekeline alması kredi işini daha ciddiye almamızı gerektiriyor). 8-Boykot etme.”
Burada parantez içindekileri ben ekledim.
Ve bu konunun sonucunu Lenin şöyle bağlıyor:
“Bu artık küçük fabrikalar ile büyük fabrikalar arasındaki, teknik bakımdan geri işletmeler ile teknik bakımdan ileri işletmeler arasındaki rekabet değildir. Bu, tekellerin boyunduruğuna ve keyfiliğine boyun eğmeyenlerin, tekeller tarafından boğulmasıdır.”
Kendi ülkesinde başlayan bu yolculuk bir süre sonra uluslararası düzeye çıkar. Rekabetçi kapitalizm bu basit şemanın dışına çıkamaz. Çıktığı anda kendisi bir başka şirket tarafından yok edilir.
İkinci yasayı da tespit etmiş bulunuyoruz: Tekelleşme eninde sonunda emperyalizmi doğurur.
Elbette bu üretilen malların tüketilmesi konusu var.
“Temerküzün yarattığı birtakım dev işletmeler düzeyinde yer almak isteyen her yeni işletme, o kadar fazla miktarda üretim yapmak zorundadır ki, bu miktarın kârlı satışı ancak talepte olağanüstü bir artış olması koşuluyla olanaklı olabilir; talepte olağanüstü bir artış olmadığı takdirde, bu üretim fazlası, fiyatları, gerek yeni fabrikaya, gerekse tekelci ortaklıklara pahalıya mal olacak oranda düşecektir.”
Demek ki sadece malı üretmek değil, bir de bunun tüketilmesini sağlamak için mücadele etmek gerekiyor. Bunun için önce iç pazar ve daha sonra dış pazar gerekiyor. Dış pazar ise ya sömürge ya da savaş demek.
Böylece üçüncü yasaya da ulaşmış oluyoruz: Emperyalizm dünya savaşına gebedir.
Elbette günümüzde yani neoliberal çağda tüketim konusu başlı başına incelenmesi gereken bir konudur. Tüketim toplumunun yaratılmasında neoliberalist görüş ve yöntemler en uç noktasına kadar çıkmıştır.
Lenin tekelleşmenin tarihini belli başlı evrelere ayırır:
- 1860-1870 yılları: Serbest rekabetin gelişmesinin doruk noktası. Tekeller yalnızca güçlükle fark edilebiliyor, embriyo halindeler.
- 1873 bunalımından sonra, kartellerin uzunca gelişme dönemi; bununla birlikte, karteller henüz istisnadır. Daha istikrar kazanmamışlardır.
- 19. yüzyılın son yıllarındaki atılım ve 1900-1903 bunalımı. Karteller, ekonomik yaşamın temellerinden biri haline gelmektedir. Kapitalizm emperyalizme dönüşmüştür.
Burada önemli olan kriz tanımlaması. Krizler rekabetçi kapitalizmi zora soksa da, tekelleri güçlendirir. Tekeller krizleri sever. Her krizden büyüyerek çıkarlar. Kriz anında herkes gibi tekeller de zarar etse de, bu zararı absorbe edebilecek kaynağı olduğu ve birçok küçük işletme battığı için, tekelin kriz sonunda pazar payı büyümüş olur.
Ek yapma ihtiyacı doğuyor. Krizleri toplumsal kalkışmanın en temel prensibi olarak gören birçok siyasal yapı mevcuttur. Bu tespitle bunun ne kadar yanlış bir başlangıç olduğu da ispatlanmış oluyor.
Lenin’in önemli tespitlerinden bir tanesi de bankalar ve finans sermayesi ile ilgili. Finans sermayesinin nasıl her şeyi ele geçirdiğini tespit ederken, bunun nasıl olduğunu da uzun uzun anlatıyor. Günümüzde tamamen finans sermayesinin hâkimiyetine giren kapitalizm, Lenin’in erken öngörüsünü tamamlamış oluyor.
Bankaların ilk çıkışı ve asıl işlevi, ödeme araçlarına hizmet etmekti.
“Bunu yaparken, bankalar aktif durumda olmayan para-sermayeyi aktif, yani kâr doğuran sermayeye dönüştürmekte ve çeşitli nakit gelirleri bir araya getirerek, kapitalist sınıfın kullanımına sunmaktadır.”
Peki bu mütevazı girişim nasıl oluyor da tekelleşmenin en önemli aparatı haline geliyor? Bunun cevabını Lenin şöyle veriyor:
“Tüm ülkeyi saran ve tüm sermayeleri ve gelirleri merkezileştiren sıkı kanallar ağının binlerce ve binlerce dağınık işletmeyi, önce ulus çapında, daha sonra dünya çapında tek bir kapitalist ekonomiye dönüştürerek, nasıl büyük bir hızla yayıldığı görülmektedir.”
Yine uzun bir alıntı yapıp bankalar konusunu burada kapatabiliriz:
“Dağınık haldeki kapitalistler, sonuçta yalnızca tek bir kolektif kapitalist haline dönüşmüşlerdir. Başlangıçta, banka, birçok kapitalistin cari hesaplarını tutarken, tamamıyla teknik ve yalnızca yardımcı işlemlerle uğraşır gibi gözükmekteydi. Fakat bu işlemler muazzam boyutlara ulaştığında, bir avuç tekelci, tüm kapitalist toplumun ticari, hem de sınai işlemlerini kendine tabi kılar; çünkü bu bir avuç tekelci, bankalarla bağları, cari hesaplar ve diğer finans işlemleri sayesinde, önce filan ya da falan kapitalistin finans durumunu kesinlikle bilebilir, sonra onları denetleyebilir, kredileri genişleterek veya kısarak, kolaylaştırarak ve zorlaştırarak onlar üzerinde etki edebilir ve nihayetinde bu kapitalistlerin kaderlerini bütünüyle belirleyebilir, işletmelerin gelirlerini belirleyebilir, sermayeden yoksun kılabilir veya sermayelerini hızlı bir şekilde, korkunç oranlarda büyütmelerine olanak sağlayabilir vb...”
Daha kısa bir süre öncesine kadar ulus devlet kontrolünde birçok bankanın mevcudiyeti vardı, “Yeni Emperyalizm”le birlikte tüm bunlar yok olmak zorundaydı. Önce ülkemizdeki büyük tekeller kendi özel bankalarını kurdular, sonrasında uluslararası daha büyük tekeller bunları ya satın aldılar ya da batırdılar. Artık ülkemizde bankacılık dendiğinde uluslararası birkaç büyük tekelin hâkimiyetinde, bir elin parmaklarını geçmeyen sayılarda kalmışlardır. Bunlar bir tesadüf değildir.
Bankalar ve finans sermayesiyle ilgili önemli bir başka nokta borsadır. Kısacık borsaya da bakmakta fayda var.
Borsa temelinde halkın elindeki paranın kapitalist sermayenin eline geçmesi demektir. Kapitalist, hisselerini halka arz ederek, kendisine finansal destek sağlamaktadır. Kontrolü kendi elinde kalacak şekilde, hisselerinin bir bölümünü paraya çevirmektedir. İlk başlarda hisse senedi alan halk, bundan belirli bir kâr sağlamaktaydı. Hatta ilk başlarda hisse senetleri belirli bir oranda olmak zorundaydı. 1900’lerin Alman kapitalistleri, İngilizlere bakarak hayıflanmaktadır: “Almanya’da bir hisse senedinin tutarı, kanunen, 1000 marktan düşük olamaz ve Alman finans dünyasının önde gelen temsilcileri, 1 sterlinlik hisse senetlerinin emisyonuna izin veren ve finans krallarından biri olan Siemens, 7 Haziran 1900’de Reichstag’da 1 sterlinlik hisse senedinin Britanya emperyalizminin temeli olduğunu söylemekteydi.”
Bugünlerde ise borsa sıradan halkı sömürmenin, ellerinde kalan son paraların (kapitalistler yastık altı birikimlerden nefret eder) kapitalistlerin eline geçmesini sağlayan bir aygıttan başka bir şey değildir. Son yıllardaki dijital para, borsa gibi aygıtlar kapitalistler için “enayi silkeleme” araçlarıdır.
Haftaya devam edeceğiz...