Kasım 2002 seçimlerinde AKP mecliste yüzde altmışın üzerinde milletvekili kazandı; ama genel başkanı dışarıda kaldı, siyaset yasaklılığı üzerinden. Deniz Baykal işte burada devreye girip Erdoğan’ın meclise girmesini sağladı. Oysa esas görülmesi gereken anti-demokratiklik seçim yasasından kaynaklanıyordu: Yüzde 10 barajı sayesinde koskoca meclis sadece iki partiye, yani AKP ve CHP’ye teslim olurken seçime katılan tam 15 partiye verilen oylar -yüzde 45’in üzerinde- boşa gitmiş ve AKP toplam oyların sadece yüzde 27’siyle nitelikli çoğunluğunu ele geçirmiş oluyordu.
İşte bu yüzden Baykal’ın gidip Kılıçdaroğlu’nun gelmesi beni bayağı sevindirdi; CHP benim de oy vereceğim bir partiye pekala dönüşebilirdi. Ama bu sevincim bayağı bir kısa sürdü: Anımsanacağı gibi; öğretmen Metin Lokumcu’yu Hopa’da çevreci bir miting sırasında (31 Mayıs 2011) öldüren polis gazı konusunda Ruşen Çakır’ın-ayrıca kendi akrabası da olduğunu belirterek- bir tv programında “Ama öldü efendim” demesi karşısında, R.Tayyip Erdoğan’ın, “Tabii bu arada bir tanesi de, kimliğini bilmiyorum, üzerinde durmak da gereğini duymuyorum, kalp krizi sonucu ölmüş” cevabını vermişti. Miting sırasında Rize’den dönen şahsın, -polis o nedenle aşırı sert davranmıştı- bu olaydan birkaç ay sonra ölmüş anası için, Kılıçdaroğlu’nun onun evine yaptığı taziye ziyaretine kadar umudum sürdü.
Bana çok kötü geldi bu ziyaret… Ve bundan sonra beni hiç mi hiç yanıltmadı Kılıçdaroğlu. Belki bir stratejinin ürünüydü bu, ama kesinlikle bir muhalefet hatasıydı, yanlışıydı.
Bu arada hemen şunu söyleyelim: Verilen oyları doğrudan Meclis’e taşımayan her türlü girişim -adı ister seçim barajı olsun, isterse seçim bölgesi ayarlaması- hangi yolla olursa olsun, doğrudan doğruya anti-demokratikliktir, totalirazanlıktır.
Bir muhalefet liderinin açıktan açığa halkı muhatap alarak söylemesi gereken şeyleri parti sözcülerine söyletmesi, hele ki bunları sarayın temsilcilerine de karşı söyletmesi doğrudan doğruya büyük bir yanlıştı; zira şimdiler de “bakan” adı verilen bu saray bürokratları, değil kendilerine cevap verilmesi, kesinlikle mecliste dinlenmemesi, yani onlar konuştuğunda meclisin muhalefet tarafından boşaltılması gerekiyordu. Bu arada ancak partilileri hedef alan, özellikle kurultaylarda okunacak metinlerle yetinip, doğrudan doğruya halkın bütününü muhatap alan sloganvari hedeflerden uzak durmak da, kişiyi bir parti liderinden çok partili bir düşünür olmaya yaklaştırır; oysa lider dediğimiz kişi, bu her iki fonksiyonu da -yerine göre- becerebilmelidir: Diyelim, şu konuda “şu meclis komisyonlarını kurdurtacağız” demek partili düşünüre, ancak bu arada halka karşı dönerek ”bu işi iktidara bırakmayıp sizlerle birlikte çözeceğiz” ya da “bize niye tüketim vergisi var da, lüks yatların vergi fiyatlarına ya da yakut tüketime yok ”tudemek de -bu işi parti yetkililerine bırakmayıp- parti liderine yaraşır.
Bu noktada şunu da belirtmek gerekir: “Torba yasa” adı verilip aslında birbiriyle en alakasız yasaları bir araya getiren “torba” lara da kesinlikle bir son verilmelidir. Diyelim, milli eğitime dairmiş gibi görünen bir “torba yasa” pekala ruhsatsız silah taşımaya dair bir hüküm de içermektedir. Bu arada şunu da gözden kaçırmamak da gerekir ki, bu “torba yasa” lar genellikle gece yarıları, yani pek çok kişinin oturumu terk ettiği, mecliste kalanlarında uyuklamaya başladığı saatlerde geçirilmektedir: Meclisin, olağan dışı durumlar hariç, gece geç saatlerde çalışmaları yasaklanmalıdır; tabii bu arada milletvekillerinin konuşma sürelerini kısaltmaya yönelik tedbirler de. Bunların kolaylıkla alınamayacağı da açıktır; ama toplu halde ve ısrarla üzerinde durulduğunda, hiç değilse kısmen, gerçekleşemezler diye bir şey de yoktur.
Kılıçdaroğlu taa en baştan itibaren de RTÜK’e gönderilen CHP temsilcilerini geri çekmeli, bu arada Basın İlan Kurumu’na verdiği talimatları da ve bu kurumların kendilerini de kesinlikle gayri meşru ilan etmeliydi. Yargı kurumunun, bazen yüzlerce dava veya soruşturmaya ilişkin erişim yasaklarını da, münferit yargı mensuplarının zafiyetleri olarak değil, doğrudan doğruya mevcut “tek-adam-rejimi” nin kaçınılmaz sonuçları olarak kamuya ilan etmeliydi.
Kılıçdaroğlu’nun aklıma en fazla çengel atan yanlışlıklarından biri, 7 Haziran seçimleri sonucunda tam 32 gün ‘istikşafi’ görüşmelerle geçirdiği vakit, ayrıca bu görüşmeler sona erdikten sonra geriye kalan 4 günü de boşa harcamasıdır. Daha sonrasında da, hem referandumun olağan-üstü hal sırasında yapılmasına neredeyse hemen hemen tümüyle rıza göstermesi ve de bu arada oyların sayımı konusundaki büyük rezalete göz yummasıdır. Başka bir yanlışı ise, milletvekili dokunulmazlığının kaldırılması konusundaki gönüllü rızasıdır; hem de bu teşebbüsün anayasaya aykırı olduğunu bile söyleye.
Bir dış politika sorunu vardır ki, burada da -Suriye meselesi karşısında taa en başlarda, kısa ve etkisiz bir karşı koyuş dışında- doğrudan doğruya milli bir mesele karşısında yekvücutluk görünümü vermek adına hükümetin hemen arkasına dizilmek, bu yolda yapılabilecek her türlü eleştiriyi peşinen sarfınazar etmektir. Bu konudaki en güzel örnek ise, Yunanlıların yıllar boyu süren haksız-hukuksuz ada ve kayalık işgallerinde bile CHP’nin neredeyse hiç mi hiç ses çıkartmamasıdır.
Halihazırdaki salgın konusunda da, CHP sağlık çalışanlarının o çok haklı taleplerini sadece doğrudan ilgililerin değil, toplumun tümünün gerek ahlaki, gerekse de hukuksal bir hak arayışı olarak ortaya koyabilirdi.
Bu arada gerek otoyollar, gerek köprüler veya alt-geçitler, gerek hava alanları, gerekse de “şehir hastaneleri” konusunda, ki diyelim 10-15 yerine 40-45 kullanıcı garantisi verenlerin yargılanacaklarını ileri sürerek eleştirmeyi de başarabilmiş değildir. Bu arada hakimler konusunda son yıllarda kaldırılmış olan “tazminatın hatanın sorumlusuna rücu edilmesi”ni de kesinlikle dile getirmemiştir.
Bu arada “hasta garantili” şehir hastaneleri hakkında söylenecek daha bir şey daha vardır. Şöyle ki, her şeyden önce şehirdeki, yani şehir içindeki, dolayısıyla şehirde yaşayanların rahatlıkla ulaşabildiği -yerine göre 5-10- hastaneyi kapatıp şehirden 15, yerine göre de 30-35 kilometre uzaklıkta ve de hatta gidilecek yolu da olmayan -ki bunların hemen hepsi servisten servise oto-motörlerle gidilecek kadar uzaklıkta ve “modern” görünümlü olsunlar diye de katları arasında tek bir merdiven bulunan- devasa binalardan oluşup, uzmanların görüşünün hilafına 400, haydi bilemediniz 600 yüz değil bin-bin beş yüz yataklı olup pek çok teknik aletleri de şehirde kapatılmış olan eski hastanelerden getirilmiştir.
Burada, her şeyden önce bizim aklımızla oynamaktadırlar: Şehirdeki hastaneleri kapatıp şehir dışındaki hastanelerine “şehir hastaneleri” adını koymuşlardır. Ama bu da yetmez: Kapattıkları bazı şehir hastanelerini yeniden açma noktasına gelip, kendi “şehir hastaneleri”ne naklettikleri teknik donanımları yeniden kurmak üzere milyarlarca liralık yeni yatırımlar yapmak zorunda kalınmıştır.
Burada, tabii şehirde kalan özel sektör hastanelerini destekleme de vardır; ancak daha da önemlisi şehirliyi kendi yaşadığı şehre yabancılaştırma da vardır. Aslında köy okullarını da kapatıp kısa vadede köyü öğretmensiz bırakmak ve bu arada okulun bulunduğu kasaba veya şehirdeki tarikat okullarına kurban edilecek yeni çocukları da bulmanın yanı sıra daha uzun vadede köylüyü de köyüne, yani yaşadığı yere yabancılaştırma da vardır, ki bu da aynı zamanda insanı kendi yaşadığı yerden kopartmak, o yere yabancı kılmak, kısacası o yere sahip olmaktan, oranın düzenlenme ve yönetiminden tümüyle uzaklaştırma vardır. Bu arada aynı bapta Arap ülkelerine uygun saati seçerek de milleti kendi vatanına yabancılaştırma söz konusudur: Sabah oldu diye işe veya derse, daha günün ilk ışıklarını bile göremeden giden biri için bir yandan dili, diğer yandan da memleketim dediği yer uzun vadede önemini kaybeder,
Devlet ile özel sektör kurumları arasındaki yap-işlet-devlet antlaşmalarını savunmak için bir “ticari sır” kavramı kullanılır hale gelmiştir ki, bu tam tamına eğer rezillik değilse düpedüz bir maskaralıktır; zira bu kavram ancak ve ancak özel şirketler arasında kullanılabilir. İşin içine devlet de girince, burada artık özel diye bir şey kalmaz ya da özellerden biri artık devlettir, yani milletin tümü. CHP işe tam burada karışıp iktidarın devletin kendisi değil, o an için devleti yönetenler olduğunu -öyle meclis kürsüsünde değil- doğrudan doğruya milleti muhatap alarak haykırmak zorundadır; tabii bunun devamında da, “servet fonu” adı verilen Sayıştay kaçkını maskaralığın da.
CHP’nin -son dönemlerde- pek de özen göstermediği husus vardır ki, o da laikliktir. Tamam, başını örtmek tabii ki serbest olacaktır; ancak laik -ki, laiklik kul-köle olmayıp vatandaş olmanın ön koşuludur- bir devlette, saçını hiç göstermemeye yönelik bir baş örtüsü, kültürel bir belirlenmenin çok ötesinde, dinsel bir sembol olup, devlet görevi yapma konusunda kesinlikle yasak olmalıdır.
Peçe veya haşema ise, her şey bir yana kişi özgürlüğü açısından kesinlikle yasak olmak zorundadır; zira insan insanı ancak yüzüyle-çehresi-simasıyla tanır ve kısmen de olsa bu çehreye-simaya saç da dahildir- tanır, dolayısıyla yüzünü göstermeyen insan artık insan değildir: Peçe, haşema veya türbanla kapatan insan, kendisini tanınmaz hale getiren bir kıyafet de mutlaka yasak olacaktır. Bu arada yabancı dil öğrenme konusunda yetersiz yaştaki çocukları kuran kurslara -veya herhangi bir yabancı dildeki- gönderilmesi yasak olmalı, en azından devlet tarafından kesinlikle desteklenmemelidir. Bu arada ister devlet, ister başka kurumlar tarafından açılan kurslar da devletin koyduğu kurallara uymak zorunda olmalıdırlar. Bir de yine bir devlet kurumu olarak Diyanet İşleri Başkanlığı’nın insanları inançlı-inançsız diye ayırıma tabi tutması da kesinlikle yasaklanmalıdır, ki böyle bir ayırım artık göze batar bir şekilde yapılmaktadır.
CHP’nin yaptıkları arasında en başarılı sanılan bir şey vardır ki, o da “Adalet Yürüyüşü”dür. Ama o yürüyüş de aslında, o yürüyüş olmasa da yine CHP’ye destek olacakları, en azından kendisine karşı olmayanları bir araya getirmiştir. “Adalet”, aslında AKP’ye oy vermiş insanlar için fazla soyut bir kavramdır ve de diyelim “adalet” yerine “her eve bir mobilet almadan kimseye de lüks araba yok” dense karşı tarafa daha bir cazip gelirdi.
Bu yazıyı şöyle bitireyim: Kılıçdaroğlu, şu son günlerde çıkarttığı sesi taa en baştan beri çıkartabilmiş olsaydı, yukarıdaki yazı yine mutlaka yazılabilirdi; ama bu günkünün en az yarı yarıya kısalığında.
Porf.Dr. Kadir Cangızbay