İnsanlar geleceğe dair umutlarını yitirdiklerinde, refleks olarak sığınacak bir yer aramaya başlıyorlar. Bu yer çoğu zaman din oluyor, kişi ya atıl kalmayı, yani kendini kadere bağlamayı seçiyor ya da bir adım ileri atıp, eylem de gerektiren tarikatlara yöneliyor. Kendini bir tarikatın içinde işe yarar ve güvende hissediyor.
Bugünkü toplumda tarikatlar dediğimiz şey anlamını genişletiyor, içine kişisel gelişimcileri, “new age” düşünce topluluklarını da alıyor. Bir dine veya tarikatlara bağlanmayanlar ise kendilerini sadece hazcılık üzerine kurulu bir yaşama kaptırabiliyorlar. Bu konuyla ilgili, “Carpe diem!” (“Anı yaşa!”) mottosuyla son 20 yıla damgasını vuran düşünce ve yaşama biçimini ele alan bir yazı yazmak da kaçınılmaz oluyor. Bunu sonraki zamana bırakalım.
Topluma çok parlak bir düşünce olarak pompalanan neo-liberal ahmaklık, insanları yeni din de diyebileceğimiz tarikatların pençesine itiyor ve bunun doğal sonucu olarak bu tarikatların ürettiği akılsızlaştırma ve aşırı deforme edilen gerçeklikle kuşatma altına alınıyor, kolay kolay da bu çemberi kıramıyor. Kuşatma öylesine yoğun ki sol cenah veya kendisini ilerici olarak tarif eden kesim de bu kirlenmeden payını fazlasıyla alıyor. Zaten asıl tehlike de buradadır. Yeni dinin yarattığı düşünce sistematiği ve kavramlar bir süre sonra herkese sirayet ediyor ve dili ortaklaştırıyor. Akılsızlaşma, ne yazık ki kendini akıllı sananları da içine alıveriyor.
Tüm bunları göz önünde bulundurduğumda, kendini ilerici gören herkesin uyanık olması gerektiği kanaatine varıyorum. Uyanık olmak bu çağın zorudur. Akılsızlaşmanın yarattığı karanlığı ancak uyuşukluktan kurtularak ve aklı sürekli dinamik tutarak aydınlatacağımıza inanıyorum. Neo liberal ahmaklığın doğurduğu, günü kurtaran, zamanı öldürmek üzerine kurulu yeni dinlerin yarattığı ve dilimize yerleştirdiği kavramlardan arınmanın yollarını düşünmemiz gerekiyor.
Toplumun her alanına sızan bu düşünme sistematiği eğlence kültürünü de etkiliyor. Yeni eğlence tarzı zamanı değerli ve unutulmaz kılmak yerine, zaman öldürmek ve insanların iç dünyalarında derin bir boşluk yaratmak üzerine kurulu. Bu hali “uyuşmak” diye de tanımlayabiliriz bana kalırsa. Uyuşuk bir halde yaşamak bizlere ne kazandırır ne kaybettirir tartışmak istediğim tam da bu. Diğer taraftan, yaşamda bir amaç edinmiş, geleceğe ve değişime inanan yeni insanı yaratmak önemli ve büyük bir sorun olarak karşımızda durmaktadır.
***
Bazen bir nesnenin tarihini, bazen de kelimelerin izini takip ettiğimizde birçok tarihi olguyu da açıklığa kavuşturabiliyoruz.
Eric Hobsbawm, 1790’lar ile 1848 yılları arasını anlattığı Devrim Çağı adlı kitabına şu cümlelerle başlar: “Sözcükler çoğu zaman belgelerden daha güçlü tanıklardır. Bu kitapta ele alınan altmış yıllık dönem içerisinde icat edilmiş veya çağdaş anlamlarını esas olarak bu dönemde kazanmış birkaç sözcüğe göz atalım. ‘Endüstri’, ‘sanayici’, ‘fabrika’, ‘orta sınıf’, ‘kapitalizm’, ‘sosyalizm’, ‘milliyet’, ‘bilim adamı’, ‘liberal’, ‘demiryolu’, ‘bunalım’, ‘istatistik’, ‘mühendis’, ‘ideoloji’ ve daha pek çok çağdaş bilimin adı bu dönemde uydurulmuş ya da uyarlanmışlardır. Tıpkı ‘grev’ ve ‘yoksulluk’ gibi.”
Ben de bugün kahvenin izini sürerek, Aydınlanmacı ve ilerici olanların neden dinç kalması gerektiği üzerine bir yolculuğa başlamak istiyorum.
***
Kahve 17. yüzyıldan önce Batı’da bilinmiyordu. Kaba bir zamanlama ile kahvenin Avrupa’ya girmesi, Avrupa düşüncesini etkilemesi 17. yüzyılla birlikte oluyor. Kahvenin Doğu toplumlarında sıkça tüketildiği biliniyor ama tam tarih vermek mümkün değil ne yazık ki!
Avrupalı seyyahların yazdıkları seyahatnamelere bakacak olursak çoğu seyyah bu “zift gibi sert, koyu” içeceğe bir anlam veremiyor. Fakat Doğu toplumlarında yaygın olarak kullanıldığını da yine bu seyahatnamelerden öğreniyoruz.
Rönesans ve Reform ile birlikte Avrupa kahve ile tanışıyor. Ama bu tanışma Haçlı Seferleri’nden kalma bir ritüelle Doğu saraylarına özenme ile başlıyor. O yüzden kahve önce aristokrasi içinde yayılıyor, bir süre sonra da çağın devrimci topluluğu olan burjuvazinin sofralarında yer buluyor.
Aristokratların sadece ritüel ve gösteriş (Doğu toplumlarının cennet sahnelerini yaşamak) olarak kullandığı kahve burjuvazinin elinde ayıltıcı, uyuşukluktan kurtarıcı bir içeceğe, yani devrimci bir anlama bürünüyor.
Daha öncesinde Avrupalı, ortaçağın başlangıcından bu yana hem bir besin maddesi hem de uyarıcı olarak birayı baş tacı ediyordu. Daha yüz yıl öncesine kadar en meşhur çorbalarından bir tanesi, bira çorbasıydı. Bira ve şarap her zaman Ortaçağ Avrupası’nda başköşede yer alıyordu.
Aslında kahvenin Avrupalı yeni insanın bilincine oturmasının Protestan ahlakıyla da yakından ilgisi bulunuyor. Protestan ahlakı dediğimiz aslında Avrupa’nın yeni gücü olan ticaret burjuvazisinin yeni dini olarak ortaya çıkıyor. En belirgin hamlesi ise, dini, büyük kurumların ve ritüellerin elinden kurtarıp, birey ile Tanrı arasında gizli bir yaşam şekline getirme çabasıdır ki başarılı da olmuştur. Katolikler gibi her şeyini öbür dünyaya adamak yerine, yaşadığın bu dünyada cenneti yaratma fikri hâkim oluyor. Çalışmak en önemli erdem sayılmaya başlanırken, en büyük günah, israf olarak ortaya çıkıyor. Bu nedenle tam da yeni burjuvazinin yaşam biçimine uygun bir din oluyor.
“Alkolün bulandırdığı kafayla sızıp kalan insanlık kahvenin yardımıyla aklını başına toplar ve dört elle işlerine sarılır.” Keyif Verici Maddelerin Tarihi kitabında konuya böyle yaklaşıyor Wolfgang Schivelbusch. İşte Protestanlık ile kahvenin ilişkisi de böyle başlıyor. Ardından şöyle devam ediyor: “17. yüzyıl sonu burjuvazisi kahveyi büyük ayıltıcı diye coşkuyla karşılarken, içki içenlerin sarhoşluğu, yeteneksizliği ve tembelliğinin karşısına kahve içenlerin aklı başındalığı ve çalışkanlığı konur.”
Aradan yüzyıllar geçtikçe gelişen burjuvazi ile kahve baş tacı olmaya başlıyor. Ama bir özelliği daha vardır kahvenin. Kahve kamusal alan içeceğidir. Hızla şehirlerde kahvehaneler açılmaya başlanıyor. Özellikle Paris, arkasından da Londra kahvehanelerle dolup taşıyor. Kahvenin kamusal alanda içilmesi beraberinde, aydınlık bir ruh ve beyinle birlikte, yeni fikirlerin tartışma ortamlarını da getirmiş oluyor. O döneme ait verilere göre 1700’lerde Londra’da yaklaşık 3000 kahvehane vardı.
Paris ve Londra Aydınlanma çağının iki başkenti olarak karşımıza çıkar. Aydınlanma çağının en somut sonucu bilindiği gibi Fransız Devrimi’dir ve Fransız Devrimi dediğimizde de Napolyon bir kenara bırakılırsa en önemli karakterlerden biri de Maximilien Robespierre’dir. Hiçbir resmi yetkisi olmasa da Jean-Jacques Rousseau’dan aldığı ideolojik güçle, Fransız Devrimi’nin erdemini temsil etmektedir. Onu sokaktan geçerken görenler, “Sokaktan yürüyen bir erdem geçiyor” derlerdi. Aydınlanma’da somutlaşan şey, akıl ve erdemdi diyebiliriz.
Yine Keyif Verici Maddelerin Tarihi’nden alıntılayacak olursak: “Kahvenin kariyeri kamusal bir içecek olarak kamusal alanda başlar, ancak çok sonraları özel alana kayar ve evrensel içecek haline gelir. Bir yeniliğin kamusal evresi kahramanca diye nitelenebilir, çünkü gerçekliği değiştirir. Bunu izleyen özel evrenin konformist olarak nitelendirilmesi gerekir, çünkü bu evre değişim yaratmaz, yalnızca olumlayan ve sağlamlaştıran bir etkide bulunur.”
Tıpkı kahvede olduğu gibi tütünün uyarıcı özelliği yazarın dünya görüşüne göre olumlu ya da olumsuz olarak görünür; kahveyle ilgili tartışmalarda olduğu gibi tütün konusunda da yine iki cephe vardır: Anti-erotik kuruluğun gerçek sağlık (yani üretkenlik) olduğunu savunan burjuva-ilerlemeci bilinç ile beden sıvılarının dengesinin (yani miadını doldurmuş koşulların) ellenip bozulmasından korkan muhafazakâr görüş.
Aradan iki asır geçtikten sonra Jules Michelet (19. yüzyıl tarihçilerinin en şair ruhlusu) kahvenin bütün bir dönemin titreyip kendisine gelmesi gibi tarihsel bir misyonu üstlendiğini söyler.
Ayrıca, duygusal-monarşist tutumundan bağımsız olarak, yalnızca ve yalnızca edebiyat dünyası için çalışıp yaşayan Balzac, en büyük kahve tiryakisi olarak tarihe geçer.
Tütün sakinleştirir, kahve uyarır. Normalde bu iki etkinin birbirini ortadan kaldırdığı düşünülebilir. Fakat bunun tersi söz konusudur. Tütün ve kahve birbirini tamamlar.
Alkolü tümden reddeden sosyalistlere göre her alkol damlası işçi hareketi için bir tehdit oluştururken, ılımlılar yalnızca yüksek alkollü içkileri tehlikeli bulur. “Snaps – düşman budur işte!” diyen Karl Kautsky, geç 19. yüzyıldaki sosyal demokratların alkol siyasetini bu formülle özetler. Şarap ve bira kötünün iyisi olarak görülmekle kalmaz, fizyolojik ve siyasi açıdan avantajlı bile oldukları düşünülür. Engels, proletaryanın içki bağımlılığını anlatırken en kötü alışkanlığın tek sorumlusunun ispirtolu içki olduğundan yola çıkar daima.
Sokaktan kopan devrimci, hem düşünsel olarak hem de siyasal olarak devrim fikrinden de kopmuş demektir. Sokaktan kopmak, kamusal alandan çekilmek devrimciler için yeni uyuşuk olma halidir.
Kamusal alan konusu da önemli bence. TKP’nin geliştirdiği semt evleri, çok iyi düşünülmüş bir projedir. İnsanların bireysellikten sıyrılıp kamusal alanlara taşınması, bir ilk adım olarak önemli geliyor bana. Yıllar önce kurduğumuz Kadıköy Sosyalist Derneği de bu anlamda çok önemli bir adımdı fakat ne yazık ki devamını getiremedik. O zamanın şartları buna müsaade etmedi. İçimde bir acı olarak duruyor hâlâ.
yüzyıla baktığımızda bu kamusal alanların en önemlisi devrimi içinden çıkaran Jakoben Kulüpleri’dir.
Hikmet Kıvılcımlı, her sabah erkenden kalkıp mutlaka soğuk suyla duşunu alırmış ve alkol ve sigara tüketmezmiş. “Bu beden sadece bana ait değil, bütün devrimcilere aittir” sözü de bu anlamda tarihe kazınmıştır.
Yeni bir aydınlanma için dinç olmak ve uyanık kalmak zorundayız. Aydınlar her konuda, mutlaka bilgi sahibi olmak ve sürekli tartışmak ve mücadele etmek zorundadırlar.
Ekran kültürünün ve yeni sanal dijital kültürün her yeri ve her şeyi bu kadar kuşatması, insanlarda gerçeklik algısını bozuyor. Yalan da bu çağın bir dayatması olarak karşımıza çıkıyor.
Gençler arasında, partilemek, uyuşturucu ile gerçeklikten kopmak yeni eğlence kültürü oluyor ve böyle olmazsanız eğleniyor kabul edilmiyorsunuz. Eğlence konusu da önemli ama onu da başka yazılara bırakıyorum.
Son söz olarak, bu yoğun ideolojik kuşatma karşısında ortak aklın yeniden üretilebilmesi için, uyanık olmak, boynumuzun borcudur.