Dünyanın şu an geldiği noktaya baktığımızda ideolojik olarak emekten yana, eşitlikçi ve aydınlanmacı insanların kaybettiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Bundan kurtulmanın, bu çıkmazdan, cahiliye döneminden kurtulmanın yolu, ezilenden, emekten, aydınlanmadan taraf olanların ellerini daha fazla taşın altına koyup sorumluluk almalarıdır. Bu bir tarihsel zorunluluktur. Dünya uzun süren bir karanlığın son günlerini yaşamaktadır, yeni bir yol ayrımındadır. Dünya daha geriye gidip faşizmin kucağına düşecek ya da ezilenler kendisine yeni bir yol bulacak. Bu noktada sol uzun süredir kaybettiği ideolojik üstünlüğü yeniden kazanmanın imkânlarına sahiptir. Küreselleşmenin, sahte özgürlük vaatlerinin, çalışan ve ezilen halklar için inandırıcılığı kalmamıştır. Aşırı bireyselleşme aynı zamanda bireylerin güven eksikliğinin farkına varmalarına sebep olmuştur. Dünya yeniden şekillenecek, peki biz neresinde olacağız? Bu cahiliye döneminden hem insanlık hem de biz nasıl çıkabiliriz? Bu sorunun kolay bir cevabı olmadığı ortada ama yine de zorunlu olarak üzerinde düşünmeyi hak ediyor. Buradan çıkmanın birinci yolu yeni ortaklıklar kurmak. Asgari ama asla taviz verilmeyecek alanlarda birlik yolunun bulunması. Bir örnek verecek olursak; laiklik, ilericilik, aklın hâkimiyeti ve ezilenlerden yana olmak. Peki bu neden 1990’lı yılarda olamazdı da şimdi olması gerekiyor? Neden 1980’lerden sonraki sol içindeki birleşme çabaları istenen sonuçları vermemiştir de, neden şimdi olacağını söylemek anlamlıdır? 1980 sonrası soldaki birleşme çabalarına bir göz atalım. Kasım 1987 tarihinde TİP ve TKP’nin birleşmesiyle (TBKP) süreç de başlamış oldu. Sonrasında Sosyalist Birlik Partisi akabinde Birleşik Sosyalist Parti birleşmelerine tanık olduk. Final birleşme çabaları da Özgürlük ve Dayanışma Partisi’yle zirve yapmış oldu. Bunların içinde bulunmuş bir birey olarak o dönemin ruh halini de anlayabiliyorum. Reel sosyalizmin çöküşü, 1980’lerde başlayan gerici Reagan-Thatcher döneminde neo-liberalizmin baskın yönetim ve yaşayış biçimini alması, solu bir taraftan parçalara ayırıyor, bir taraftan da yenilmişlik hissi yaratıyordu. İnsanlar çözemediği problemler karşısında iki türlü çözüm üretiyor. Birincisi, birbirine sığınmak; yani ortaklık fikri, diğeri ise Tanrı olgusuna sığınma; kısaca bilinçli cehalet. Bunu Renata Salecl, Cehalet Tutkusu kitabında şöyle açıklıyor: İnsanlar çözemedikleri bazı problemler karşısında bilinçli olarak cehaleti seçer. Büyük savaşlar ve travmalar karşısında, o anı unutmak bilinçli bir tercih oluyor. Aşılmaz bir hastalıkta da insan aynı bilinçli cehaleti tercih edebiliyor. Bu döneme bilinçli cehalet dönemi diyebiliriz. Kendini savunmasız ve yenilmiş hisseden sol için tek çözüm bir araya gelmek (birbirlerine sığınmak) diyebiliriz. Özgürlük ve Dayanışma Partisi’nin öne çıkan sloganı bu yüzden daha çok “Dayanışma” idi. Halbuki böyle dönemlerde geriye çekilip, ideolojik anlamda yeniden üretime geçmek, yeni insanı ortaya çıkarmak daha mantıklı bir çözüm olabilirdi. Sığınmak, bir arada olmak sadece bir süre için rahatlatıcı olsa da, sonucunda büyük bir dağılışın habercisi olur. Ana eksen Dayanışma olduğunda (Giresun Hacıhüseyin Köy Dayanışma Derneği’nden çok da bir farkı kalmıyordu) ideolojik mücadele geri plana itilmiş oluyordu. Postmodern söylemin de ana ekseninde özgürlük olması işin bir başka boyutudur. Neo-liberal dönemin felsefesi olan postmodernizmin insanlığa sınırsız özgürlük vaadiyle ortaya çıkması bir şans faktörü değildi. Sınırsız özgürlük aynı zamanda içinde güvenlikten vazgeçişi de taşır. Özgürlük ile güvenlik arasındaki denge iyi ve kötü arasındaki zıtlık değildir. İnsan doğal olarak hem özgürlüğü hem de güvenliği arzular. Arasındaki denge çok önemlidir. Güvensiz özgürlük, özgürlüksüz güvenlik durumunun getireceğinden daha fazla mutsuzluğa sebep olur. Freud’a göre, uygar hayatın en belirgin özelliği olan huzursuzluk, bireysel özgürlüğün bastırılmasından kaynaklanıyordu; ama daha büyük huzursuzluk ise insanın güvenlik duygusunu kaybetmesinden kaynaklanıyordu. Bu çağın sloganı olan “Sınırsız Özgürlük”, insanları güvenlik duygusundan tamamen uzaklaştırdı. Sınırsız özgürlük insanlığın birikimi olan ortak akıldan ve ortak mücadeleden uzaklaştırdı. Emek dünyası için sınırsız özgürlük vaadi, esnek üretim biçimiydi. Esnek üretim biçimi üretenleri tek başlarına bırakıp, ortak mücadele alanlarını bir bir yok etti. İnsanın kendini güvende hissetmesi üzerine düşünülmeye değer bir kavram olarak karşımıza çıkıyor. “Esnek Üretim” modeliyle çalışanlar nasıl güvenliklerini kaybetmişse Kapitalist sınıf da kendini güvende hissetmemektedir. Onlar da durumun vahametini biliyorlar, kendilerini büyük güvenlik ordularına veya kalelerine hapsetmek zorunda hissediyorlar. Oteriteryen Kapitalizm döneminde bir zengin çocuğu ile fakir bir çocuk aynı okula gidebilirken, şimdi kendilerine yeni yaşam alanları, yeni okullar bulmak ve kendilerini emekçi sınıfından ayırmak zorunluluğu hissediyorlar. Bu konuyu ileride “Kale” kavramı üzerinden tartışmak için burada bırakıyorum. Özgürlük vaadi insanlığa pahalıya mal oldu. Özgürlük ve Dayanışma’nın içinden epeyce bir “yetmez ama evetçi” çıkması, parti başkanının İdeolojilerin Sonu mu? diye kitap yazması bunlara birkaç örnek teşkil ediyor. *** İdeolojik mücadelenin önemli üç ayağı vardır. Birincisi güçlü teoriler oluşturmaktır. General Clausewitz’in tarifine göre; savaşın ilk hedefi karşı tarafın iradesini esir almaktır. Solun kendine güvenini kaybetmesinin birçok sebebi olabilir ama iradesini teslim etmesi tamamen yoğun ideolojik bombardıman altında kalmasındandır. İdeolojik çağ temel olarak okunmaz bir çağdır. “Ulus ötesi karaktere sahip şekillendirici güçler büyük oranda anonimdir ve dolayısıyla tanımlanmaları zordur. Birleşik bir sistem veya düzen oluşturmazlar. Ağırlıklı ‘görünmez’ aktörlerin yönlendirdiği bir sistemler kümesidir... Söz konusu güçlerin birliği veya maksatlı eşgüdümü diye bir şey yoktur. Piyasa rakip güçlerin pazarlık yapmak üzere etkileşime girmelerinden çok, maniple edilmiş taleplerin, yapay olarak yaratılmış ihtiyaçların ve hızlı kâr arzusunun itişip kakışmalarıdır.” – Georg Henrik von Wright * Adam Smith’in görünmez eli şimdi çok daha fazlasıyla ideolojik dünya için geçerlidir. Patronun silikleşmesi, finans kapitalin her şeye sahip olması... Nereden nasıl çıktığı belli olmayan, toplumun tamamına tek doğru olarak sirayet etmiş olan düşünceler ve yaşam pratikleri görünmez bir el tarafından oluşturulmuş hissi veriyor. Görünmez olanla mücadele etmek görünen ve bilinenle mücadele etmekten çok daha zor ve güç bir iş. Demek ki olay, sanki ideoloji insanlar üzerinde kendi kendine ve kendiliğiyle etkide bulunuyormuş, sanki kendi kendisinin eyleyicisiymiş gibi olup bitiyor, ki bu da onu, daha bu aşamada daha okunmaz hale getiriyor. İdeolojik pratiğin en şaşırtıcı yanı, içinde bir eylemcinin varlığına dair iz bulunmasıdır. İdeoloji az çok düzenli biçimde bir araya getirilmiş bir fikirler sistemi ise, bu fikirlerin “bilinçler” üzerinde herhangi bir eyleyicinin aracılığı olmadan etki yaptıkları açıktır; onların propagandasını yapan bile bu açıdan gereksizdir, zira etkiyi yapan o değil, onun üzerinden söz konusu fikirlerin apaçık doğruluğu ve ikna gücüdür. İnsan ideolojik bir canlıdır. İdeolojilerin bittiğini söylemek en ideolojik söylemlerden bir tanesidir. Toplumsal varoluş tarihinde ne kadar geri gidilirse gidilsin, insanların ideoloji içinde, yani ideolojik sosyal ilişkiler içinde yaşadıkları görülür. Bu ilişkilerin insanların sosyal hayatına, işbölümüne, emeğin örgütlenişine ve çeşitli sosyal gruplar arasında süregiden ilişkilere bağlı olduğu görünür. Hiçbir egemen sınıf kalıcılığını yalnız kuvvet kullanma yoluyla sağlayamaz; egemenliği altına alıp sömürdüğü sınıfın üyelerinin, hatta sadece onların değil, kendi üyelerinin de özgür rıza ve katılımlarını kazanmak zorundadır. Çünkü kendi üyeleri de özel ve bireysel çıkarlarını sınıflarının genel çıkarlarına feda etmeye o kadar kolay razı olmazlar. Doğru sorular sorulmadıkça doğru cevapları bulmak imkânsızlaşır. Yaşam tarzımızın görünürde sorgulanamaz denilen önermelerini sorgulamak ideolojik müdahalenin ilk ve temel yasasıdır. İnsanlara kendimize borçlu olduğumuz en acil görevdir. Bu noktada neler yapabiliriz? Okunamazlığın ve bilinemezliğin (bunun bir başka ayağı da aşırı enformasyon, birli kirliliği, bilgi edinmeye değil, bilakis bilgisizliğin ve kafa karıştırıcılığın yolunu açıyor) hâd safhaya vardığı noktada kendini solda gören ve ezilenler cephesinde olanların daha fazlasıyla bilimadamlarına, teorisyenlere, sosyologlara, felsefecilere, tarihçilere, ekonomistlere, siyasal bilimcilere ihtiyaç vardır. Buna derinleşmek diyebiliriz. Teori bir şeyi önceden görmemizi sağlar. Teorisiz bilgi sadece kafa karıştırır. Evrenselcilik ile küreselleşmenin birbirine karıştırılması, birey kavramı ve yurttaş kavramlarının karıştırılması ve buna benzer birçok sorunlu alan yeniden tartışılmaya açık hale gelmiştir. Avrupa’nın kendi yarattığı sömürü dalgasının sonucunda oluşan göç dalgası, göçlerle birlikte gelişmiş devletlerin faşizme kayması hep bunların sonucundadır. Küreselleşme ve devlet kavramlarının yeniden tartışılmaya açılması kaçınılmaz gözükmektedir. Sadece tespitlerde bulunan aydın dönemi bitmek zorunda. Richard Sennet’i okurken, Zygmunt Bauman’ı, Eric Hobsbawn’ı okurken ne kadar doğru tespitler yaptıklarını görebiliyoruz ama hiçbir çözüm önerilerinin de olmadığını fark ediyoruz. Aydınların birinci görevi ya da aydınlara hiç olmadığı kadar ihtiyacımız olduğu bir dönemde aydınların kaçak dövüşmesinden kaçınmak gerekiyor. Şimdiki aydınlar güreş oyununda kaçak güreşen güreşçiler gibiler. Yanlış yapmaktan korkmayan, yeni bir yol arayan aydınlara ihtiyacımız var. Arif Damar’ın tespitini yeniden anmak zorundayım. Arif Damar bir anısında Yalçın Küçük için şöyle söylüyor: “Türk solcusunun tek korkusu hata yapmak. Hata yaparsak bizi komünistlikten atarlar diye korkuyorlar. Onun için yeni bir şey söylemekten ödleri kopar. Bir tek Yalçın Küçük her aklına geleni söyler. Ama hiç de komünizmin dışında kalmaz.” Haftaya devam edelim... Yorumlar, eleştiriler, eklemeler için: erturk.aksun@destekyayinlari.com Twitter/@erturkaksun