Geçmişin ışığında bugünü öğrenmek, aynı zamanda bugünün ışığında geçmişi öğrenmek demektir.
Tarihçi J. W. Thompson 1921 yılında yaşanan krizle ilgili yazdığı kitabında şunları tespit ediyor. 1921 krizini ve toplumsal davranışları ve işleyişlerini 1347’deki veba salgını sonrasındaki duruma benzetiyor. Ekonomik kaos, toplumsal rahatsızlık, fiyat artışları, vurgunculuk, ahlaki bozulma, üretim eksikliği, endüstriyel tembellik ve durgunluk, eğlence çılgınlığı, harcama hastalığı, lüks düşkünlüğü, sefahat ve fuhuş, sosyal ve dinsel histeri, açgözlülük, tamahkârlık, kötü yönetim ve adabımuaşerette çürüme. Ayrıca Thompson’a ekleyeceğimiz şey, 1347’de yaşanan büyük veba salgını, tüm bu çürümeleri anlatan büyük bir eser bırakıyor: Decameron. Geleceksiz kalan insanların bir mağaraya doluşup hedonizmin dibine vurmalarını anlatan bu kitap, aslında bugün için bizlere yeni ipuçları da vermiş oluyor.
Dünya yeni bir krizin hatta hatta yeni bir dünya savaşının eşiğindeyken Thompson’un yukarıda tespit ettiği tüm arazları yeni toplumsal düzende de görüyoruz. Buradan şu sonuca ulaşabilmek de elbette mümkün: Kriz dönemlerinde toplumsal yapılarda aynı çürümelere rastlanabilir. Demek ki insanlar geleceğe dair umutlarını yitirdiği kriz dönemlerinde hedonizm kaçınılmaz oluyor.
“Yaşadığımız son kırk yıla bir isim vermek gerekli mi?” ya da “Bu tarihçilerin işi değil mi?” gibi sorularla karşılaşmak elbette mümkün. Yaşadığı çağı anlamak isteyen, gelecek için planları olan birisi için, elbette gereklidir bu soruların cevabı.
Tarihçilerin periyodizasyon çabası aslında bir hoşluk yaratayım, bir isim de ben bulayım çabası değildir. Tarih eninde sonunda bir genellemeler işidir ve hata payı içerse de bu genellemeler bizim çağı anlamamız için formüller sunar. Ama zorluk içinde yaşadığımız tarih parçasına bir isim vermek ve bir genellemeler ışığında periyodizasyon ortaya sunmak, yani, bir tarihi içinde yaşarken çözümlemek ve isimlendirmek tehlikelidir. Zorluk buradadır ama zor aynı zamanda en iyi öğretmendir.
Müsaade edilirse o yüzden kısacık da olsa tarih nedir sorusuna ve tarihin bize sağladıkları açısından konuya giriş yapmak istiyorum.
Tarih nedir? E. H. Carr’ın deyimiyle söylersek: “Olgular uçsuz bucaksız ve hatta sınırsız bir okyanusta dolaşan balıklara benzerler, tarihçinin ne yakalayacağı kısmen şansa, fakat asıl, avlanmak için okyanusun neresine gideceğine ve hangi oltayı kullanmayı seçeceğine bağlıdır.”
Tarih zorunlu olarak seçmecidir. Bu yüzden biz de seçtiğimiz olgulara da, daha çok gelecek tasavvurumuza yarayacak bilgiler olarak bakmaktayız ve aramalarımız bu yöndedir. Peki bizim gelecek tasavvurumuz nedir? Basit ama sık sık tekrarlanması ve yanıtlanması gereken bir sorudur bu. Biz eşitlikçi, paylaşımcı, adil ve insanın insanca yaşayacağı bir dünya hayal ediyoruz. Bizi insan yapan ve ayakta tutan da bu inançtır. İşte tam da bu sebepten tarihe bakışımız hep bu yöndedir.
E. H. Carr şöyle devam ediyor Tarih Nedir adlı kitabında:
“Tarihin aslında, geçmişi yaşanan anın gözlerinden ve o anın sorunlarının ışığında görmekten oluştuğu ve tarihçinin başlıca işi kaydetmek değil, değerlendirmek olduğu anlamında, Croce bütün tarihin ‘çağdaş tarih’ olduğunu ilan etmiştir. Çünkü, tarihçi değerlendirme yapmayacak olursa, neyin kaydedilmeye değer olduğunu nasıl bilecektir?”
Tarihçi tam olarak çağının insanıdır. Geçmişe özlem duyan, çözümü geçmişte arayan kişi değildir. Biz geçmişi ancak günümüz açısından inceleyebilir, geçmiş anlayışımızı bugünün gözleriyle oluşturabiliriz. Aslında dediğim gibi bizi ilgilendiren bugündür, daha da doğrusu, hem bugündür hem de gelecektir.
E. H. Carr’a kulak vermeye devam edelim öyleyse: “Tarihçinin üstünde çalıştığı geçmiş, ölü bir dönem değildir, belli bir anlamda bugün hâlâ yaşayan geçmiştir. Fakat geçmiş bir eylem, tarihçi onun ardında yatan düşünceyi anlamadıkça ölüdür, yani tarihçi için anlamsızdır. Bu nedenle, bütün tarih düşüncenin tarihidir. Ve tarih, tarihi üstünde çalıştığı düşüncenin, tarihçinin zihninde yeniden oluşmasıdır. Tarihçinin zihninde geçmişin yeniden kurulması deneysel kanıtlara dayanır. Fakat bu, kendi içinde deneysel bir süreç değildir ve yalnızca olguların art arda dizilmesinden ibaret olamaz. Tersine, olguların seçilmesini ve yorumlanmasını, yeniden kurulma sürecini yönetir: Zaten onları tarihi olgular yapan da budur.”
Bize yol gösteren formülleri kaybettiğimizde, yeni bir dayanak bulana kadar, yüzmeyi yeni öğreniyormuş ve okyanusun ortasında suya atılmış gibi kalırız. Şimdi durumumuz tam olarak budur. Tüm birikimimizi kaybetmiş, düşünce kalelerimiz yıkılmış, beyinlerimiz harap edilmiş vaziyetteyiz maalesef. Peki tarih bize yol gösterecek mi?
Tarihçi gerçekte biriciklerle değil, biricikler içindeki genel olanla ilgilenir.
Nasıl ki roman sanatında, iyi romancı biricik olanla değil, toplumun genelini yansıtan karakterler üzerine romanını kurarsa (bunun tersine “karton karakter” diyoruz ve popüler edebiyatın ve sinemanın temeli bu karton karakterler üzerine kuruludur) ve iyi edebiyatın temeli Gorki’nin deyimiyle “Ben bir tane bakkal anlatıyorsam, bu bakkal on binlerce bakkalın ortak özelliğidir” dediği gibi, burada gizlidir. Tarih de böyledir, tarihçi gerçek de biriciklerle değil, biricikler içindeki genel olanla ilgilenir.
Tarih biliminin bize sağladığı kolaylıklardan bir tanesi de şudur: Geçmişin ışığında bugünü öğrenmek, aynı zamanda bugünün ışığında geçmişi öğrenmektir.
Tarih bir süreklilik barındırır, kesintili ve parçalı değildir. E. H. Carr’ın deyimiyle: “Gözlemleyen ile gözlenen, toplumsal bilimci ile verileri, tarihçi ile olguları arasındaki etkileşme süreklidir ve sürekli olarak değişir; işte bu, tarihin ve toplumsal bilimlerin ayırt edici özelliğidir.”
Tarih, yalnızca geçmiş ile gelecek arasında tutarlı bir ilişki kurduğu zaman anlam ve nesnellik kazanır. Bunun dışında olan tarih magazinsel tarih veya vakanüvislerin uyduruk tarihi veya arşivci tarihçiliktir ki bizim bunlarla herhangi bir bağımız olamaz. Bunlardan fazlasıyla toplumumuzda mevcuttur. 1930’larda yazılmasına rağmen hâlâ değerinden hiçbir şey kaybetmeyen Kendini Yaratan İnsan (Gordon Childe) ve Feodal Toplumdan Yirminci Yüzyıla (Leo Huberman) kitapları bunlara güzel örneklerdir: Çünkü neolitik çağın hangi tarihte başladığı değil, nasıl ve neden başladığını araştırmak ve devrimin tarihe katkısının peşinden gitmek bu kitapların kalıcılığını sağlıyor. Keza feodal toplumdan sanayi toplumuna geçişin dinamiklerinin izini sürmek de... Yoksa Kral Henry’nin gelininin kim olduğu tarihin yönelimi açısından bir şey değiştirmiyorsa, bunun peşinden gitmek yukarıda bahsettiğimiz tarihçilerin işidir ve onlara kolay gelmesini dilemekten başka söyleyecek bir sözümüz olamaz.
Tarih, tarihin içinde bir yön duygusu bulan ve bunu kabul eden kişilerce yazılabilir.
Eric Hobsbawm, kendisini ve tarih anlayışını tanımlarken şu tespitte bulunuyor: “Geleceği öngörmek zorunlu olarak geçmişin bilgisine dayanmak durumundadır. Gelecekteki olaylar geçmiş olaylarla bir şekilde bağlantı içindedir, işte bu noktada da tarihçiler devreye girer. Dolayısıyla bizlerin, belli çekincelerle de olsa, öngörüde bulunmamız, ancak bu arada kâhinlerin kötü birer kopyası durumuna düşme tehlikesine karşı uyanık olmamız gerekmektedir. Marx’ın, tarihin ancak bir bütün olarak alındığında çözümlenebileceği yolundaki görüşlerini benimsiyorum; ve tarihin bir yapısı ve örüntüsü vardır, bunlar da insan toplumunun uzun bir zaman dilimi boyunca geçirdiği evrimin hikâyesidir.
Marksist bir yorum, her şeyden önce, tarihin belli bir aşamasının kalıcı olmadığının bilinciyle, insan toplumunun başarılı bir yapı olduğunu, çünkü değişme yeteneğine sahip olduğunu ve dolayısıyla şimdiki zamanın tarihin varış noktası olmadığını öne sürer."
Yukarıda değindiğimiz konuya da açıklık getiriyor Eric Hobsbawm: “Benim için ilgi çeken tarih analitik tarihtir; yani, olan biteni anlatmaktan ziyade çözümlemeye kalkışan tarih, toplum içerisinde çeşitli öğelerin nasıl bir araya gelip tarihsel dinamik yarattığı ya da böyle bir dinamiği oluşturmada niçin başarısız kaldığını anlatabilen tarihtir.”
Tarih, yalnızca geçmiş ile gelecek arasında tutarlı bir ilişki kurduğu zaman anlam ve nesnellik kazanır.
Aslında yapmak istediğimiz, geçmiş ile gelecek arasında ne gibi benzerlikler var, bu benzerlikler bizim nasıl işimize yarar ve bahsettiğimiz gibi insanlığın karanlık yılları olan ortaçağdan insanlık nasıl ve hangi koşullarla kurtulmuş? O zamanki kurtuluş reçeteleri şimdi bizim işimize nasıl yarar? Sorduğumuz sorular ve aradığımız cevaplar bunlar.
Böylece kısa bir tarih ve tarihçi analizi yaptıktan sonra konumuza girmiş oluyoruz. Bir döneme neden isim vermeye çalıştığımızı da kısaca anlatmış olduk. Peki biz bu yeni döneme neden “yeni ortaçağ” diyoruz?
Düşüncenin de bir grameri var. Düşünce bir gemiye benzer. Pusulası yoksa bilgi okyanusunda yolunu kaybeder ve hangi karaya çıkacağını kaptan da bilemez. Bu bilgiler arasında kaybolmak demektir.
Benim omurgamı da uzun yıllardır kafamda evirip çevirdiğim “yeni ortaçağ” fikri oluşturuyor.
Edindiğim her yeni bilgi bu omurga üzerinde şekilleniyor, yerine oturuyor.
Peki bizi bu benzerliğe götüren, “yeni ortaçağ” kavramını ortaya atmamızın sebepleri nedir? Asıl konumuza geliyoruz ama gelmeden önce kısaca başlıklara bir göz atalım:
1- Orta Çağ, bir feodal yönetim şeklidir. Yani, derebeylerinin yönetimi. Ulus devletlerin olmadığı, küçük derebeylikler tarafından yönetilen toplulukların siyasi yönetim şeklidir. Günümüzde ise, ulus devletlerin ortadan kalkması veya iyice zayıflatılması, her tekelin veya büyük şirketin, bir derebeyi gibi yeni bir düzen oluşturması, günümüzü tıpkı feodal bir yapıya sürüklemektedir.
2- Orta Çağ'ın en belirgin özelliği, sadakattir. Marc Bloch, ortaçağı tek bir cümleyle tarif eder: “Ortaçağ demek bir başkasının adamı olmak demektir.” Günümüzde ise liyakat ortadan kalkmış, tıpkı ortaçağda olduğu gibi biat sistemi ortaya çıkmıştır.
3- Orta Çağ'da hukuk yoktur. Hukuk her derebeyinin kendi inisiyatifindedir. Kendine göre kurallar koyar. Orta Çağ hukuku linç hukukudur. Günümüzde hukuk ortadan kalkmıştır. Sadece güçlüler ve yönetenlere göre ve özellikle de uluslararası dev tekellerin çıkarına göre bir hukuk düzeni oluşturulmuştur.
4- Orta Çağ bir mafya düzenidir. Günümüzde de artık mafya düzeni hâkimdir.
5-Orta Çağ'da örneğin, gelecek kavramı yoktur. Günümüz insanının da en tipik özelliği, geleceğe dair hiçbir umutlarının kalmamasıdır. Günümüz insanı gelecekten tamamen umudunu kestiği için, işi ya falcılara, ya Tanrı’ya ya da günümüzün peygamberleri olan, kişisel gelişim gurularına kalmıştır.
6- Orta Çağ, bir bilinmeze açılan kapıdır. O yüzden falcılar, cadılar işbaşındadır. Günümüzde ise modern falcılar, yeni yaşam koçları ve kişisel gelişim uzmanları bu görevi yerine getirmektedirler.
7- Aklın ve hakikatin ortadan kalkması. Orta Çağ aklın ve bilginin tu kaka edildiği bir çağdır. Günümüzde de akıl kaybolmuştur. Entelektüel kelimesi, neredeyse bir mizah karakteri haline getirilmiştir. Akılla hareket eden insan çıkarını savunamayan insanla eş tutulmaktadır.
8- Orta Çağ tarikatlar çağıdır, günümüzde olduğu gibi.
9- Yeni Orta Çağ, kuralsızlığın, marjinalliğin ve görünmezin yeniden ortaya çıkışıdır.
10- Orta Çağ'ın temel olgusu korku ve korku ile yönetmektir. Korku hem yalnızlaştırır hem de başkalarını ötekileştirir. Sistemin sürekli korku pompalaması tam da bu yüzdendir. Yalnızlaşan insan kitlesel eylemlerden de kopar. Korkan insan sadece kendi yaşamını güvenceye almak ister. AIDS, salgın hastalıklar, savaşlar, milenyum, bunların hepsi insanları daha güvensiz ve korkak hale getirmiştir. Orta Çağ'da vebanın oynadığı rolü günümüzde birçok şey dolduruyor. Kinlerin en tehlikelisi, “ötekine” duyulan kindir. Günümüz toplumu artık kindar bir toplumdur. “Öteki”ne karşı duyulan kin en çok yeni faşizmi beslemektedir.
11- Orta Çağ, nerdeyse fetişist diyebileceğimiz ölçüde sembol düşkünüdür. Günümüz insanının bu kadar sembolist olmasının temelinde de bu vardır.
12- Feodalite, oligarşik bir düzendir; günümüze tekeller çağı da diyebiliyorsak, ortaçağ, Yalçın Küçük’ün deyimiyle söylersek “tekolokrasi” düzeni ile bire bir benzeşmektedir.
13- Feodalite, mülkiyet ve zor yönetici sınıfların kaynaştığı bir “devlet” biçimidir. Günümüz iktidarları da, zor aygıtlarıyla ayakta kalabilmektedirler, ama bu zor kullanımı özgürlük adı altında ve kişinin kendine uyguladığı zor olarak cereyan etmektedir.
14- Orta Çağ, birikime inanmamaktı, bu nedenle yarından korkuyordu; yeni Orta Çağ ise birikimden korkmaktır, dünün silinmesi, tarihin silikleşmesi ve yok sayılması bu nedenledir.
15- Orta Çağ, apokaliptik düşünce yapısına sahiptir. Günümüzde kıyametçilik, her köşe başındaki bakkal kadar yaygındır.
Gelecek yazı dizisinde, bu maddeleri tek tek açıklamaya çalışacağım. Ama son söz olarak şunları eklemek isterim:
İnsan ne zaman kötümserse bilin ki o zaman ortaçağı yeniden yaşıyoruz demektir. Kötümser tutucudur, tutucu kötümserdir.