Bilen bilir, uzun zamandır yazdığım tüm yazılarda ve kitaplarda “yeni ortaçağ” kavramını kullanıyorum. Bunu bir takıntı olarak yapmıyorum, günümüzü anlamaya çalışıyorum,
“Bu karanlık düzenden nasıl çıkarız?” sorusunu soruyorum ve geldiğim nokta hep “yeni ortaçağ” düzeni oluyor. Çünkü bizim tek bir amacımız var, yaşadığımız çağı anlamak ve onu ezilenler cephesi olarak, daha özgür, daha eşit, daha yaşanılır bir dünya haline getirmek için mücadele etmek.
Neo-liberal ekonomik modelin yeni ortaçağı yarattığını biliyoruz. Felsefi dayanak olarak postmodernizmi kullandığını, tüketim kültürünü yaratarak, insanı üreten bir canlı olmaktan çıkarıp tüketen bir canlıya nasıl dönüştürdüğünü biliyoruz. Neo-liberalizmin insanları özgürlük vaadiyle kandırıp, kendi kendini tüketen hatta hiçbir sömürücüye ,ihtiyaç duymadan kendinin sömürgeni haline getiren bir sistem olduğunun da farkındayız.
Ortaçağın insan karakteri ile günümüzün insan karakteri arasında büyük benzerlikler var. Kabaca bir kez daha göz atmakta fayda görüyorum.
Ortaçağın en belirgin özelliği, sadakattir. Reayanın, yani köylünün, iki önemli bağı vardır, biri toprağa, diğeri derebeyinedir. Bugünün toplumuna dönecek olursak, bugün liyakat tamamen ortadan kalkmıştır. Biat kültürü egemendir.
Marc Bloch, ortaçağı tek bir cümleyle tarif eder:
“Ortaçağ demek bir başkasının adamı olmak demektir.” Ne kadar da günümüzü tarif ediyor değil mi?
Ortaçağ hukuku linç hukukudur. Ortaçağda hukuk yoktur. Hukuk her derebeyinin kendi inisiyatifindedir. Kendine göre kurallar koyar. İlgi çekici bir örnek vereyim mesela. Birçok derebeyi, kızların bekâret hakkına sahiptir. Evlenen kadınların bekâret hakkı derebeyindedir.
Ortaçağ bir mafya düzenidir. Evet mafya kelimesi ilk defa çağımızın başında kullanılmıştır ama ortaçağa baktığımızda köylüyü korumak adı altında köylüler hizaya getirilmiştir. Son 30 yılda dünya açısından sahnedeki düzen tam olarak budur. Mafya düzeni.
Ortaçağda gelecek kavramı yoktur. Ortaçağ insanı köyünün dışını hayal edemeyen insan demektir. Ortaçağ insanının kelime olarak bile gelecek kavramı yoktur. Ortaçağ insanı, sadece geçmişe özlem duyar, gelecek onlar için karanlıktır. İnsanın gelecek kurgusu olmadığında ise ya kölelik söz konusudur ya da hazcılık meydana gelir.
Aynı şekilde günümüz insanında da gelecek kurgusu kaybolmuştur. Günümüz insanı için ütopya yoktur, distopya vardır. Yani karanlık bir gelecek kurgusu söz konusudur. Buna mukabil sıklıkla rastlanan bir geçmişe özlem de var. Geleceğe inancı kaybolan insan açısından en önemli yaşam düsturu
anı yaşa olacaktır. Yani
carpe diem...
Ortaçağ, bilinmeze açılan kapıdır. Tam da bu yüzden en çok falcılar ve cadılar işbaşındadır. Günümüz insanı gelecekten tamamen umudunu kestiği için, işi ya falcılara, ya tanrıya ya da günümüzün yeni peygamberleri kabul edilen kişisel gelişim gurularına bırakmıştır.
Ortaçağda aklın ve hakikatin ortadan kalktığını görürüz. Günümüzde de akıl tamamen kaybolmuştur. Entelektüel kelimesi, neredeyse bir mizah karakterine dönüşmüştür. Akılla hareket eden insan çıkarını savunamayan insanla eş tutulmaktadır.
Kısaca ortaçağın ve günümüz insanının karakterlerindeki benzerliklere baktıktan sonra şimdi yeni bir kitaptan bahsetme zamanı geldi.
Merdan Yanardağ’ın
İçtihad Kapısı adlı kitabından söz etmek istiyorum. Merdan Yanardağ bu yeni ve önemli kitabıyla, yeni bir ortaçağ yaşayan Batı’ya karşılık, İslam dünyasının neden ve sürekli hep ortaçağda kaldığının şifrelerini çözmeye çalışıyor.
Marx’ın meşhur tezinden bahsetmemiz gerekiyor bu noktada.
“Dünyayı anlamak yetmez, onu değiştirmek de gerekir” sözü günümüz siyasal ortamında fazla lüks gibi geliyor. Oysa yeni ortaçağdan bahsetmemizin bir nedeni de maalesef bu... Son elli yılda dünya öyle geriye gitti ki bu kafa karışıklığında dünyayı anlama çabası bile çok devrimci bir eylem olarak önümüzde duruyor. Yeni bir aydınlanma için dünyayı yeniden anlamak, kavramları yeniden netleştirmek gerekiyor.
Büyük Aydınlanma Çağı’nın en önemli eserinin Diderot’nun
Ansiklopedi’sinin olması bir tesadüf değildir. Tüm kavramları yeniden tarif etmenin, dünyayı daha anlaşılır kılmanın ve ortak aklı yaratmanın ilk adımı olarak görebiliriz.
İşte bu noktadan baktığımızda Yanardağ’ın kitabı daha da anlamlı hale geliyor. Batı dünyası yeni ortaçağı yaşarken ve bu kavramı tartışırken, İslam dünyasının hiç bitmeyen ortaçağının dinamiklerini ortaya çıkarma çabası diyebiliriz.
Günümüzün fikir dünyası için şunu rahatlıkla söyleyebiliyoruz:
Tarihten kopmuşluk...
Halbuki biliyoruz ki tarihi bağlamından ve insanlığın birikiminden koparılmış her düşünce gericiliğin ve anlamsızlığın çukuruna düşmektedir. O yüzden Merdan Yanardağ, kitabın ilk kısmında, tarihin neden bütün sosyal bilimlerinin atası olduğunu anlatıyor:
“Elinizdeki tez çalışması da inceleme konusu olarak, ‘belli bir yönü olan’ tarihsel, toplumsal ve siyasal bir gelişimi, dahası bir olguyu ele alıyor. Bunu yaparken, uzun süreli bir tarihsel sosyolojik perspektif kurmaya çalışıyor. Çünkü, günümüz İslam dünyasında din-devlet-toplum ilişkilerini, tarihsel bir örnek olarak, Nizamü’l-Mülk’ün devlet ve toplumu örgütleme ve yönetme anlayışından hareketle incelemeye çalışan bu tezde, yöntemsel bakımdan tarihsel sosyolojik bir perspektife başvurmak, diğer bir ifade ile uzun süreli bir tarihsel bakış oluşturmak zorunludur.”
Kitap ilk bölümünde özellikle Louis Althusser’in
Devletin İdeolojik Aygıtları incelemesiyle Marx’a yaptığı katkıyı ön plana çıkarıyor. Günümüzü anlamak için sadece Marx’ın belirttiği gibi devletin zor aygıtlarıyla kavranamayacağını ileri sürüyor. Günümüzde devletin ideolojik aygıtları yeni insan karakterinin yaratılmasında önemli bir etken olarak karşımıza çıkıyor.
Yanardağ aynen şöyle aktarıyor:
“Althusser, okul, din, hukuksal kuruluşlar, kültürel kuruluşlar, meslek örgütleri, sendikalar, aile, kitle iletişim ve haberleşme kuruluşları (medya) gibi kurumları ‘Devletin İdeolojik Aygıtları’ içinde sayar. Dini, devletin baskı araçlarından farklı olarak, ayrıca kurulu düzenin rıza ve onay üretme aygıtları içinde sayan Althusser, sosyal bilimlere çok önemli bir katkı yapar. Fransız düşünür, DİA’ların ideoloji ile ‘Baskıcı Devlet Aygıtları’nın ise şiddet kullanarak işlediğini, örneğin yargı ve eğitim kurumları arasındaki temel farkın bu işleyiş özelliklerinde yattığını belirtir. Althusser, şöyle devam eder:
‘Devletin İdeolojik Aygıtları, (baskıcı) devlet aygıtıyla aynı şey değildir. Marksist teoride devlet aygıtının şunları kapsadığını hatırlatalım: hükümet, idare, ordu, polis, mahkemeler, hapishaneler vb. Biz bundan böyle bunlara Baskıcı Devlet Aygıtları dediğimizde, gözlemcinin karşısına, birbirinden ayrı ve uzmanlaşmış kurumlar biçiminde dolaysız olarak çıkan belirli sayıda gerçekliği belirtiyoruz.
(...)
Şunu biliyoruz DİA’lar Baskıcı Devlet Aygıtı ile aynı şey değildir. Baskıcı Devlet Aygıtı tümüyle kamu alanında yer almasına karşın, DİA’ların büyük bölümünün özel alanda bulunduğunu saptayabiliriz. Kiliseler, partiler, sendikalar, aileler, bazı okullar, gazetelerin ve kültürel kuruluşların çoğu özeldir.
(...)
Sınıflar ve sınıf mücadelesinin, Marx’ın tüm çalışmalarında doğrudan ya da dolayımlarla ele alınan temel konu olduğu açıktır. Marx’ın tüm yapıtlarının anahtar kavramı sınıflar ve sınıf mücadelesidir. Dolayısıyla, Devletin İdeolojik Aygıtları konusunun ele alınacağı bir çalışmada, ‘sınıf mücadelesi’ kavramına yer vermemek mümkün değildir. Kaldı ki ideolojiler hem sınıf mücadelelerinin alanı hem de en önemli aracıdır.’
(...)
Althusser, devamla, hiçbir sınıf ya da kesimin devletin ideolojik aygıtları içinde ve üstünde kendi hegemonyasını kurmadan iktidarını sürdüremeyeceğini ve kalıcı olamayacağını belirtir.”
Elbette İslam’ın bitmeyen ortaçağına vurgu yapılırken, ideolojik aygıtlardan din kavramı ve dinin bir üstyapı kurumu olarak toplumları nasıl belirlediği üzerinden de uzun bir tartışmaya giriyor bizlerle. Üç büyük sosyoloji ekolünün bu konudaki incelemelerini inceleyip (Marx, Durkheim ve Max Weber) bunların yansımalarını inceliyor.
“Doğu dinlerini de inceleyen Weber, bu dinlerin ‘sanayi kapitalizminin gelişmesinin önüne aşılmaz engeller’ koyduğu sonucuna varır. Ona göre bu durum, Doğu uygarlıklarının geri oluşundan kaynaklanan bir sonuç değildir. Doğu Avrupa’da oluşmaya başlayan değerlerden farklı anlayışları benimsemiştir. Weber, Çin ve Hindistan’da kentleşmenin, dolayısıyla ticaret ve üretimin (imalatın) önemli gelişmeler gösterdiği belirli dönemlerin olduğunu ama bunun kapitalizm gibi köklü bir toplumsal değişime yol açmadığını da belirtir. Bu anlamda din, değişimin önünü tıkayan en büyük etkendir. Örneğin, esas olarak bir öteki dünya dini olan Hinduizm, bu dünya üzerinde eylem yapmayı gereksiz görür. Çünkü, nasıl olsa ölecek, varoluşunun daha ileri bir evresinde dünyaya tekrar dönecektir. Konfüçyüs dini de yine aynı şekilde doğaya egemen olmayı değil, onunla uyumlu yaşamayı ön plana çıkarmaktadır. Bu anlamda azgelişmiş ülkelerde görülen doğanın tahribatına karşın, amaç, bir an önce ekonomik gelişmeyi sağlamak olarak belirlenmektedir. Aynı şekilde Çin dünyanın en eski uygarlıklarından, kültürel açıdan ilklerin yaşandığı ülke ve coğrafya olmasına karşın, Weber’e göre bu ülkedeki baskın dini değerler, alçakgönüllülük, azla yetinme gibi tutumlar ekonomik gelişmeyi frenleyici bir işlev görmüştür.
(...)
Rasyonalizmin Batı’ya özgü bir düşünce biçimi olduğunu vurgulayan Weber’e göre, kapitalizmin maddi altyapısı, yani piyasalar, işbölümü, para ekonomisi, ticaret yolları çok eski tarihlerden beri Doğu’da var olduğu halde, kapitalizmin ortaya çıkışı sadece Batı’da olmuştur.”
Merdan Yanardağ yukarıda belirttiğimiz gibi yaşadığı günün sorunlarını anlamak ve yeniden ve doğru bir şekilde mücadelenin temellerini oluşturmak için kitabını kaleme aldığını vurgulamaktan geri kalmıyor:
“Müslüman dünyayı hâlâ derinden etkileyen İslam’ın siyasallaşma sürecinin kaynaklarını ya da siyasal bir din olarak doğan İslam’ın günümüz toplumlarını da derinden etkileyen bilim ve akılla ilişkisini ve/veya çatışmasını sosyolojinin teorik perspektifinden tarihe bakarak incelediğimiz bu çalışmada, temel amaçlardan biri; günümüz Türkiye’sinde yaşanan modernite bağlamlı sorun ve çatışmaların kaynağına inmektir. Durum böyle olunca, uzun süreli tarihsel ve sosyolojik bir bakışa sahip olmadan, söz konusu amaca ulaşmak neredeyse imkânsızdır.”
Kitabın ana tezlerinden bir tanesi de bir üstyapı kurumu olarak eğitim sisteminin yaratılan veya yaratılacak olan insan karakteri üzerindeki etkisini incelemek. Eğitim sistemi tüm üst yapı kurumları içerisinde en önemli yerlerden birini işgal eder. O yüzden bana göre çok önemli bir konu. İçtihad Kapısı kitabı işte tam da bu yüzden çok değerli. Bize eğitimin nasıl binyıllar süren bir İslam Ortaçağ’ın kapısını açtığını vurguluyor. 1970’lerin meşhur kitaplarından birisi olan “Düzene Uygun Kafalar Nasıl Oluşturulur” ilk cümlesi şu oluyor.
“Okulda insanlar imal edilir. İnsan yapma olayına eğitim denir. Aile çevresi, sinema, televizyon, tiyatro, radyo, gazeteleri kitaplar ve afişler de bir anlamda okuldur. Yani tüm bilgi ileten yerler okuldur. Nesneler araçlarla yapılır. İnsan yapma aracı ise bilgidir.”
Nizamü’l-Mülk’ün adı ile anılan Nizamiye Medreseleri’nin bu konudaki katkısını (İslam ortaçağının yaratılmasını) derinlemesine inceliyor:
“Nizamü’l-Mülk, devletin en önemli güç kaynağının ‘yekpare’ bir ideolojik/felsefi yapılanma ve bir arka plan olduğuna inanıyordu. Nizamiye Medreseleri adı verilen bu okullar, İslam dünyasında devlet eliyle yapılan, devlet bütçesiyle eğitim veren, müfredatı devlet tarafından belirlenen ilk eğitim kurumlarıdır.
(...)
Temelinde yekpare bir felsefe kurmak, yani bir anlamda siyasal birliği sağlayacak, ‘resmi ideoloji’ oluşturmaktır.”
Nizamü’l-Mülk’ün yaptığı esasında dağılmaya yüz tutmuş bir kurumu ideolojik bağlarla yeniden bir araya getirmek ve sürdürülebilir olmasını sağlamaktır. Elbette bunu yaparken de kitabın ana tezi olan eş’arilik ve Mutezile ayrışmasını da uzun uzun tartışılıyor. Eş’arilik, yani tanrıdan gelen bilginin tartışılmadan uygulanmasını sağlamak gerektiğini savunmak, Mutezilik, tartışmaya ve yoruma açık olmak fikirleri arasındaki mücadeledir. Nizamü’l-Mülk, eş’arilik düşüncesiyle, devletin bütünlüğünü sağlayacağını ve tartışmalara son vereceğini düşünüyordu. Yazar burada kendini soru sormaktan alı koyamıyor ve soruyor. “Eğer eşarilik akımı değil de Batinilik galip gelseydi İslam yine de ortaçağı yaşar mıydı? Bu soruya ek bir soru daha çıkıyor kitabın ilerleyen bölümlerinde; Endülüs Devleti İslam’ın Batı’ya açılan kapısıydı ve orada gelişen düşünce dünyası İbn Rüşd’ün katkılarıyla devam etseydi, İslam yine de ortaçağı yaşar mıydı? Bunlar önemli ve güzel sorular ve okuyucu için yeni ufukların kapısını açıyor ve merak unsuru oluşturuyor.
Kitap 1960’lı yılların ülkemizde cereyan eden Asya Tipi üretim tarzı tartışmasına da yeni bir boyut getirip tekrar tartışmaya açıyor:
“Nizam’ül-Mülk askeri alanda da bir dizi yenilik gerçekleştirmiş, imparatorluğun gücünü merkezde toplayan bir siyaset izlemiştir. Askerliği ve ordu yönetimini keyfi, kişisel takdir ve tasarruflara bağlı olarak yürütülen bir iş olmaktan çıkarıp, kurallara bağlı hale getirmiştir. Aynı şekilde, ‘ikta sistemi’ denilen hükümdarın (devletin) mülkü olan topraklara –ki genel olarak toprakta özel mülkiyetin olmadığı dönemde bu bütün imparatorluk toprakları demektir– ait vergilerin ve diğer gelirlerin, asker veya sivil devlet erkânına, hizmetlerinin karşılığı olarak (bir tür maaş şeklinde) verilmesi düzenini kurmuştur. Böylece, devlet görevlileri ve askerlere yapılan ödemeleri de sultan ya da üst düzey yöneticilerin kişisel takdirlerinin dışına çıkararak bir kurallar düzeni (nizam) getirmiştir.
(...)
İkta sistemi, Selçuklularda siyasal ve toplumsal ilişkileri belirleyen toprak düzeni ve mülkiyet ilişkisi olması bakımından büyük önem taşıyordu.
Buna bir tür ücret/maaş düzeni denilebilirse de daha çok Asyatik bir mülkiyet ilişkisi olarak değerlendirmek daha olacaktır.”
Kitaba ek olarak Batı’da, özelinde Prusya Devleti’nin kuruluşunda Bismarck’ın etkisini, Nizamü’l-Mülk’te de görmekteyiz. Bismarck sadece dağınık Prusya İmparatorluğu’nu birleştirip güçlü bir devlet haline getirmemiştir, buna ek olarak otokratik kapitalist üretim biçimini de doğrudan etkilemiştir. Şirketlerin yapılanmasında da Bismarck’ın etkisini Max Weber meşhur kitabında (
Protestan Ahlakı ve Kapitalizm Ruhu) uzun uzun anlatmıştır.
Elbette yer darlığından kitabın tamamını ve tüm tartıştığı konuları burada aktaracak değilim. Ama kitabın içinde önemli bir yer tutan Hassan Sabah vakası, metne ayrı bir değer katıyor. Uzun yıllar Batı’nın gözünden Oryantalist bir şekilde ve çoğunlukla bilimsel olmayıp efsanelere dayanılarak yazılan Hassan Sabah vakası, kitapta gerçek değerine ulaşıyor. Özellikle bir ara çok satan
Fedailerin Kalesi Alamut romanındaki tüm tezlerin Marko Polo’nun uydurmalarının romanlaşmış hali olduğunu şaşırarak Merdan Yanardağ’ın kitabından öğrenmiş oldum.
Sonuç olarak içinde yaşamış olduğumuz Ortaçağ’dan çıkışın yollarını arıyorsak, tekrar sorgulamalı, iyi kitaplar okumalı, bol bol tartışmalıyız. İşte bahsettiğimiz bu kitap bize bu olanağı sağlıyor. Okuyun, okutun, tartışın, tartıştırın. Yeni bir aydınlanma için…