Önce yaşlılarda ölüm oranının yüksek olduğu söylendi, şimdi de zaman zaman tekrarlanıyor bu söylenti: Yaşlılara ölüm oranı kendiliğinden artar, araya her hangi bir hastalık girsin veya girmesin.
İnsan olarak yapacağımız ilk şey, insan ömrünü uzatmak. Burada ‘aydınlanma’nın rolü tek/biricik: İnsan tarihinin yegane yaratıcısı yine insandır.
Laiklik ancak 18. yüzyılın sonunda zafer kazanıyor, Fransız ihtilaliyle ama bu tam bir zafer değil, üstelik de Fransa’da : Kadına, en başta da siyasal haklar konusunda erkekle tam bir eşitlik sağlanması ancak 18. yüzyılın Aydınlanma hareketinin sonucu.
Kadın ile erkeğin aynı haklara sahip tek bir soydan sayılması aslında ahlaki bir hareket; ancak ta en baştan itibaren insanlar kendi aralarında eşittir savunup uğuruna ihtilal yapanların dahi bir türlü bütün sonuçlara katlanmaya hazır olamadıkları bir hareket: Kadınlara Fransa’da eşit seçme-seçilme hakkı 1946’da verilir, yani devrimden 167 yıl, bizdekinden de 12 yıl sonra.
Vakıa şu da vardır ki, tarih içinde geçen mücadeleler sonunda gıdım gıdım alınmış hakların çok daha uzun ömürlü, dolaylı ya da dolaysız yoldan geri alınmalarının daha zor olacağı da açıktır. Bu konuda bir örnek verelim: 1965 seçimlerinde nisbi temsil uygulandı, yani oyların verildiği partiye gitmesini sağlayan adile çok yakın bir sistem. Bu sistem sayesinde Türkiye İşçi Partisi %3’ü bile tam dolduramayan oylarıyla 15 milletvekili çıkarttı ve de bunlar başta Mehmet Ali Aybar olmak üzere Türkiye’nin en önemli entellektüelleriydi: Behice Boran, Çetin Altan, Rıza Kuas vb… İşte tam bu sırada CHP’den “biz zaten 40 yıllık solcuyuz” sesleri gelmeye başladı: Demek istedikleri şuydu ki “solda biz zaten varız, yeni bir sol partiye ne gerek var”. Sonuçta kendilerinin getirdiği, ve de baştan kendilerine karşı duran Demirel’le anlaşarak “nisbi temsil’i yürürlükten kaldırdılar; ama hesapları ters tepti: 1969 seçimleri en düşük katılımla gerçekleşti (% 64 civarı); sol oylar CHP’de birleşmedi (bir önceki seçime göre %2 civarında düştü); kendisini solda görenlerin bir bölümü oylarını CHP’de birleştirirken çok daha önemli bir bölümü parlementer demokrasiden umudunu kesip (TİP’in oyları da düştü) farklı yollara sarıldılar ilk bakışta ; şöyle de söyleyebiliriz: İlk bakışta sağlayacağı sanılan bir kolaylık, uzun vadede sol’un sınıfsal bir tabandan yoksun kalmasına da yol açmış olur.
Kadının erkekle aynı soydan gelmekte olduğunu fiilen reddeden bir davranış aslında bu iki cins arasındaki eşitliği reddetmiş de olur. Pek çok kültürde kadının başı açık olamaz: Niye?
Tam tamına kadının başı örtülü olmalıdır; ama niye? Tamam, aslında bir kültürel model olarak kabul de edilmiş bir davranış olabilir ama güçlü olanın egemenliğine zarar vermeyecek ölçüde.
Kadının başı haydi örtülü olmalıdır; ancak kimliğinin gizlemeyecek şekilde. Daha önemlisi saçını hiç göstermeyecek biçimde bir kapanış seçiminde bulunuyorsa artık cumhuriyetin birleştiricilik vazifesine ihanet etmiş oluyordur ya da en kısa anlatımıyla RTÜK kapatılmalıdır.
RTÜK kapatılmalıdır; zira başkanı olan “zat” doğrudan tarafgirliğini açıklamıştır; ama bundan daha önemlisi RTÜK’e tarafgirliğini gösterme hakkı verilmiş olmasıdır: Adil değil.
Tarafgir olduğunu gösterecek kararlara yargılama yetkisi verme hakkı tanınmıştır kendisine. Bu da icraat hakkında yine icraata dahil olan bir mercie yargılama hakkının verilmiş olmasıdır; zira kendisi de icra mensupları tarafından belirlenmiş olduğu halde yine icra konusunda ceza verme yetkisinin verilmiş olmasıdır.
Örneğin düşünelim; en uzak ev de dahil 3-4 kilometre uzaklıktaki bir çok şehir hastanesinin şehir merkezine en az 15-20 kilometredeki bir ve ya iki merkeze taşındığı bir vakıa iken, en benzer koşullarda yaşayan kadın ile erkek arasında dahi eşitlik koşulları aleyhine işleyen bir durumdur. Bu arada bütçe veya devlet sırrı adı altında devlet ile yükleniciler arasındaki sözleşme -devlet bütçesi bizim vergilerden oluşur- gizlenirken, devleti sosyal hukuk devleti haline getiren şehir içi hastaneler de ulaşılması zor, bazı haller de imkansız hale getirilmiş olmaktadır ki, bu da aslında adı konulmadan cumhuriyetin, hiç değilse iki temel kökünden uzaklaşılıyor olmasına tekabül eder: Bizim esas derdimiz birer vatandaş olarak en azından sosyal ve hukuksal olarak hepsi eşit haklara sahip olan millet değil, eşitçiliği bir yana iten “ümmet”tir; yani, coğrafi sınırları olmayan bir ümmetdaşlar birliği.
İşte tam bu noktada farklı tarihsel koşullarda yaşanmış ta olsalar fethi diğer sömürü şekillerinden ayırt etmek aslında fetihte bulunanlardan yana bir tavır sergilemek olur. Ancak fetihten bu yana aradan bir kuşak değil, beş, hatta bin yıl dahi geçmiş iken hala aynı fethi kutlamak da doğrudan doğruya fethedilen toprakların efendisi olarak kendini görmemek anlamına gelir. Burada artık sorumluları bin kere toprağa karışmış bir tarihsel olay olmaktan çıkartılıp kişileri aşan bir tevafuka, yani aslında belirleyeni belli ama biz insanlar tarafından görülmeyen bir üst-irade tarafından belirlenmiş bir olaya dönüştürülmüş olur.
Burada artık diyanet işleri başkanlığının, devlet tarafından atanmış bir bürokratın çok ötesinde bir fetva makamı olarak gösteriliyor olmasının doğrudan rolü büyüktür.
Burada yazımızı bitiriyoruz; ama kısa bir repliki de araya sıkıştırarak: Başkanlıkdaki zatın, dinsel bir ibadet dışında dinsel kıyafetler giyilmesinin yasaklaması.