Stoacılar ve Budistlerin amacı Ben’i Ben’den kurtarmaktır. Peki ama nasıl oluyor da, kişisel gelişimciler ve yaşam koçları özellikle Stoa felsefesine ve Budist felsefeye atıfta bulunurken bunu göz ardı ediyorlar? Ben’i Ben’den kurtarmak, kişinin benliğinin evrensel hale gelmesi değil mi? Birey kavramının Aydınlanma çağının bir ürünü olduğunu biliyoruz. Aydınlanma, Tanrı’nın birey üzerindeki hâkimiyetini sonlandırırken aynı zamanda da, insanların düşüncelerini kamuya özgürce sunması ve herkesin düşüncelerini özgürce yazma ve söyleme hakkına sahip olması gerektiğini de bildirir. Hegel ise şu katkıyı yapar: “Aynı zamanda Aydınlanma, dünyanın eleştirel bir kavrayışı ve insanın dünyayla ilişkisini rasyonel bilgi aracılığıyla görme biçimidir” der. Elbette burada gözden kaçmaması gereken önemli ayrıntılardan bir tanesi de şudur: İnsanlık birey özgürlüğünü kolay elde edebilmiş değildir, uzun mücadeleler, yıkımlar ve gözyaşları sonucunda ağır ağır almıştır bu özgürlüğünü. Elbette burada bireyselleşmenin uzun tarihini ve aşamalarını anlatacak yerimiz yok ama şunu da ifade etmeden geçmemek gerekmekte: Bireyin ortaya çıkışı Aydınlanma düşüncesi ile ortaya çıkarken, kapitalist üretim tarzı da bu yolu hızlandırmıştır. Feodal, toprağına bağlı olan köylüleri topraklarından koparıp, şehirlerin eline teslim etmiştir. Elbette bunu, babasının hayrına yapmamıştır, özgür emek, ancak özgür birey ile mevcuttur. Birey özgürleşirken aynı zamanda, fabrikaların kölesi olmaya ve açlık ve ezilmeye de mahkûm olmuştur. Birey özgürlüğünün ikinci aşaması 1950’lerden sonra tekrar ön plana çıkmıştır. Beat kuşağı, 68 kuşağı bunda oldukça etkili olmuştur. Bunu daha önce yazmıştık, otoriter kapitalizm döneminde birey, neoliberal dönemde birey diye. Tekrar edecek değilim, meraklısı, eski yazılarımıza bakabilir. Tarih sürekli ileri doğru hareket etmez. Bazen iki adım ilerler sonra bir adım geriler. Tarihin ilerlemesi genellikle kendiliğinden gibi gözükse de, asıl belirleyici olan mücadelelerdir. Birey kavramına da bu gözle bakabiliriz. Aşırı özgürleşmek beraberinde narsisizm gibi bir hastalığı ve bencilleşmeyi doğurmuş ve insanın diğer insanlara, tarihine bakışını değiştirmekle kalmayıp, sorumluluk duygusunu da yok etmiştir. Ortaklaşmacılık fikri aşırı bireyselleşen toplumda son derece aşınmıştır. Özellikle neoliberal dönemde, aşırı bireyselliğe vurgunun yapılması, insanların ortak mücadele alanlarını törpülemiş ve toplumsal yaşamın birbirine saygısız, yalancı ve sahtekârlığını bir meziyet gibi ortaya çıkarmıştır. Günümüze “sahtekârlık çağı” dememizin temelinde bu vardır ve bunu yaratan ise yeni üretim modeli diye lanse edilen neoliberal ekonomik modeldir. Peki bu böyle mi gidecek? Elbette hayır. Çünkü insanlar yalnız kaldıkça hastalanır duruma gelmiş, çaresizliği hâd safhaya çıkmıştır. Burada ortaya çıkan çözüm geçmişe özlem değildir. Birey olmak derken, tarikatlara mahkûm olmuş insanlar istediğimiz gibi bir yanlış anlaşılma olmasın. Elbette bireyselleşme yerine oturacaktır ve biz buna restorasyon süreci diyebiliriz. Bunu ister evrim kuramıyla açıklayalım yani kendiliğindenci bir biçimde, isterseniz devrimsel bir süreç sonunda yaşanacağını düşünelim. Biz burada aşırı bireyselleşen toplumun bir yansıması da olan yaşamın çok değerli hale gelmesi üzerinde duracağız. *** “Ben değerliyim!”, “Ben önemliyim!”, “Hayatım biricik!” düşüncesi insanı kuvvetlendireceği yerde toplumdan ve evrenden koparmış ve yalnızlık çukuruna itmiştir. Yeni Ortaçağ’ın yeni dini kişisel gelişim, hayatımızın ve kendimizin ne kadar değerli olduğundan bahsediyor hep. Hayat ve ben kavramı bu kadar değerli hale getirilince çevremizdeki herkesin bize saygı duymasını bekliyoruz doğal olarak. Elbette duymalı ama “ben” bu kadar değerli olunca, karşımızdakinin tüm sorumluluğundan da kaçmış oluyoruz aslında ya da kaçmak için bir sebep elde ediyoruz. En yakın arkadaşımızın bu kadar değerli bir “ben”e karşı yaptığı saygısızlık, yıkıcı bir hal alıyor günün sonunda. “Ben” bu kadar değerliysem, çocuğumun benim zamanımdan çalması kabul edilemez oluyor. “Ben” bu kadar değerliysem, zamanım da çok değerli sayılıyor ve bu yüzden dostumun derdine harcanacak olan zamanım boşa gitmiş oluyor. Elbette “ben” bu kadar değerli olunca aşk, sevgi, aile ilişkisi de kökünden bir değişime uğruyor. Bunu geçen haftalardaki aşk üzerine yazdığım iki yazıda açıklamaya çalıştım. İnsan kültürel bir canlıdır, sosyal bir canlıdır ve ortaklıklar kurarak hayatta kalabilir. Sanıldığının aksine insanın doğasında bencillik değil, toplumsallık vardır. Prof. Michael Tomasello çok değerli çalışması Neden Ortaklıklar Kurarız’da klinik deneylerle kanıtlıyor bunu: “İnsan kültürünün bu iki benzersiz özelliğinin –birikimli yapıtların ve sosyal kurumların– temelinde, türümüze özgü bir dizi ortaklık kurma beceri ve güdüsü yatar.” Yapılan klinik deneylerde kuyruksuz maymunların bile günün sonunda kendileri için bir yarar varsa yardımda bulundukları görüldü ama çocuklar hiçbir çıkarları olmadan diğer çocuklara yardım ettiler. “Yalnızca insanlar, tercihleri kusursuz olarak örtüşmediği halde geniş gruplar ölçeğinde eşgüdümlü ortaklaşmada bulunabilirler. İkincisi, insanlar, başkalarının refahına dair, diğer kuyruksuz maymunlara kıyasla daha çok endişe duyarlar...” diyor Prof. Michael Tomasello... “Çünkü yeni insan nesilleri, tek tek doğdukları ve çok uzun zamanda geliştikleri için doğada hep az olarak kaldı. Daha fazla sayıda olma arzusunun, insanın ait olduğu topluluğun daha kalabalık olma arzusunun, her zaman çok büyük ve acil olması gerekir...” diyor Canetti ve şöyle devam ediyor: “İnsan orada ve o anda daha çok olmak istiyordu. Avladıkları hayvanların sürülerinin sayısının büyüklüğü, duygularında, daha büyük olmasını diledikleri kendi sayılarıyla karışıyordu ve bunu, benim ritmik ya da nabazan kitle adını vereceğim kendine özgü bir ortak heyecan içinde ifade ediyorlardı.” İnsan yaşamı bu kadar bireyselleşince ortaklık kavramı da ortadan kalkıyor. Ortaklık kavramının ortadan kalkması beraberinde mücadele kavramını da sıfıra yakın hale getiriyor. Halbuki bilinen en önemli mutluluk tarifi, “İnsan ancak bir başkasına faydası dokunduğunda kendini değerli hisseder. Kendini değerli hisseden insan mutluluğun en azından huzurun kapısını aralamış olacaktır...” sözündeki gerçekliği kaybetmiş oluyoruz. Demek ki buradan kahramanlık kavramına geçiş yapabiliriz. Toplumların kahramanlara ihtiyacı vardır. Kişilerin de kahramanlara ihtiyacı vardır. Kendi yapamadıklarını başkalarının yapmasından zevk alırlar. İnsanların başka insanlara ihtiyacı vardır. İnsan tanrı değildir ve yalnızlıkla tarif edilemez. Hepimizin içinde kahraman olma isteği ve hayali vardır. Bazılarımız bunu dışa vurur, bazılarımız vurmaz. Kendimizin yapamadığı kahramanlıkları okuyarak ya da izleyerek heyecanlanır, duygulanırız. Ama bir kesim de vardır ki kendilerinin yapamadığı kahramanlığı başkası yaptığında ona kin duyarlar. Dostoyevski der ya: “Başkaları için kendilerini unutanlar, hep hatırlanacak olanlardır...” Önemli kahramanlar ve kahramanlıklardan da söz edelim yeri gelmişken. İlki mitolojiden... Prometheus... Tanrılardan ateşi çalıp insanlığa hediye edendir o. Bedelinin büyük acılar çekmek olduğunu bilerek yapar bunu üstelik. Tanrılar Prometheus’u cezalandırırlar ateşi çalıp insanlığa verdiği için. Hem de ne ceza... Ölümsüz Prometheus, bir kayaya bağlanır ve ciğeri her gün mütemadiyen bir kartalın yemeği olur. Çektiği acı dayanılmazdır. Ertesi gün ölümsüz Prometheus’un yenilenen ciğeri yine bir kartalın pençeleri tarafından parçalanır. Bu sonsuza dek sürecek bir cezadır. Çekeceği cezayı bilmiyor muydu Prometheus? Elbette biliyordu ama insanlığa faydalı olanı yapmayı tercih etti ödeyeceği acılı bedellere rağmen. Ve bu seçim onu gerçek bir kahraman yaptı. Son yüzyılın en büyük bestecisi sayılan Dimitri Şostakoviç’in hayatından da küçük bir kesit paylaşmak gerekir bu durumda. Şostakoviç; ülkesine, halkına ve komünizme öylesine tutkuyla bağlıydı ki, Robert Jordan’ın dediği gibi ülkesi yenilirse tüm dünya halklarının yenileceğini, bütün ezilenlerin kaybedeceğini biliyordu. Ve bu sorumlulukla gözlerinin ileri derecede bozuk olmasına rağmen Nazilere karşı direnişe katılmak istedi. Askere alınmayınca itfaiyeci olur. Ne var ki içindeki gücü susturamıyordur, kendisini ülkesine yararlı olmak için yıpratıyordur. 8 Eylül 1941’de kuşatılmıştı ünlü bestecinin yaşadığı Leningrad şehri... Bu cehennemden dışarı çıkmak mümkün değildi. Takvimler 1942’nin Ağustos ayını işaret ettiğinde Alman askerleri Leningrad’ı son bir hamleyle işgal etmenin peşine düşmüştü. Hitler Leningrad’ın düşeceği günü tam olarak söylemişti: 9 Ağustos! Sovyetler Birliği için bir ölüm kalım meselesi haline gelmişti Leningrad’ın düşüp düşmeyeceği. SSCB’yi teslim alacak bir Almanya’yı bir daha hiçbir kuvvet tutamazdı. Bu nedenle dünya soluğunu tutmuş izliyordu Leningrad’dan gelecek haberleri. Beklenen haber 10 Ağustos’ta geldi. O gün Leningrad bir destan yazmıştı. Dimitri Şostakoviç “En büyük eserim” dediği 7. Senfoni’yi, diğer adıyla Leningrad Senfonisi’ni bitirdi ve tam bir buçuk saat Leningrad sokaklarında bu büyük eser çalındı. Halk öylesine etkilenmişti ki işte o gün Hitler yenildi. Leningrad konserinin tarihi 9 Ağustos 1942 olarak belirlenmişti. Hitler’in Leningrad’ın düşeceğini öngördüğü ve Astoria Otel’de kutlama hazırlıklarına başladığı gün... Konser bomba sesleriyle kesilmesin diye Alman topçu birlikleri Sovyet ordusu tarafından ağır şekilde bombalanmıştı. Şehre yayın yapmak için sokaklara ve siper hatlarına kadar hoparlörler yerleştirildi. Sanatçılar, yaz günü olmasına rağmen açlık sebebiyle titrediklerinden kalın giysiler ve eldivenler giymişlerdi. Çok başarılı geçen Leningrad prömiyeri bir saat boyunca coşkuyla alkışlandı. Kuşatma 18 ay daha devam etti. Sonrasında konserde görev alan sanatçılar birer madalya ile ödüllendirildiler. Psikolojik ve siyasi etkileri açısından çok önemli kabul edilen bu tarihi konseri anmak için 1964 ve 1992’de hayatta kalan müzisyenleri bir araya getiren konserler düzenlendi. Başka bir müzisyenin hayatına daha bakalım dilerseniz. İşte Mümtaz İdil’in kaleminden, Jara’nın katledilişinin hikâyesi: “Victor Jara’yı Santiago (Estadio Chile) stadyumuna getirdiler. Gitarı yanındaydı. Stadyuma girer girmez Unidad Popular (Venseremos) şarkısını çalıp söylemeye başladı. Stadyumun yönetimi vahşi bir faşist olan Albay Mario Manriquez Bravo’nun elindeydi. Victor Jara’nın Venseremos’u söylemesi ve stadyumdakilerin de buna eşlik etmesi, albayı çok rahatsız etti. Hiç uyarmadılar, tek kelime bile etmediler. Subaylardan biri gitarı Jara’nın kucağından alıp yere çaldı. Büyük bir uğultu yükseldi. Ardından kolundan tutup Jara’yı yere yatırdılar. Yüzükoyun yatıyordu ünlü müzisyen. Şili’nin bağımsızlık savaşçısı, devrimcisi. Subaylardan biri kollarından birinin üzerine ayağıyla basarak kıpırdamasını engelledi. Diğeri ise tüfeğinin dipçiğiyle Jara’nın parmaklarını kırdı. Defalarca vurdu, yılmadan vurdu, acımadan vurdu... Sonra subay öteki koluna geçti. Dipçik darbesiyle sağ elini paramparça eden diğer subay bu kez sol eline vurmaya başladı. Jara hâlâ mırıltı halinde Venseremos’u söylemeye çalışıyordu. Şilili devrimci müzisyen, öğretmen, tiyatro yönetmeni ve şair Victor Jara (Victor Lidia Jara Martinez) 15 Eylül 1973’te faşist Pinochet rejimi tarafından katledildi. Ve ölürken bile halkına kısık bir nefes dahi olsa vermeye çalıştı, onların direncini yüksek tutmaya çalıştı. Neden? Jara’nın hayatı hangimizin hayatından daha değersizdi?” Siz Arjantin’de iyi bir ailenin çocuğu olsaydınız... İyi bir eğitim almışsınız, sağlığınız yerinde, özgür bir ruha sahipsiniz, motosikletinizle bütün Güney Amerika’yı gezebilecek cesaretiniz de var. Ama Meksika’da öyle bir adam tanıyorsunuz ki size bütün Güney Amerika halkları için, ezilen tüm yerli halklar için bir devrim öneriyor. Ne yapardınız? Düşünmeden devrime katılır mıydınız? Siz yapmazsanız bin yıllık sömürü devam edecek, çocuklar sefil ve aç kalacak, aydınlar zindanlarda çürüyecek. Bütün insanlığın sorumluluğunu sırtınızda taşımak zorunda hisseder misiniz kendinizi? O yaptı ama... Düşünmeden devrime katıldı. Adı Ernesto Che Guevara... Türkiye’de gencecik bir fidan olarak, iyi okullarda okurken, aynı sorumlulukla kendiniz için hiçbir şey istemeden, sadece halkınız için yaptığınız mücadele yüzünden darağacına gitmeyi göze alır mıydınız? O aldı... Adı Deniz Gezmiş. Son olarak masalların büyük ismi Behrengi’yi de analım. Madem başkaları için kendini feda edebilmekten bahsediyoruz, Behrengi’yi anmamak olmaz... “Artık ölüm korkutmuyor beni, ama hayattayken de onu arayacak değilim. Ölümle karşı karşıya gelince ki bu sık sık oluyor, kaçınılmaz bir gerçekle yüz yüze geleceğim. Ama önemli olan bu değil. Önemli olan, benim yaşamımın ya da ölümümün başkaları üzerinde bıraktığı etkidir.” Faşist şah düzeninin baskısından kurtulmak için anlatımını masal olarak yapan büyük usta Behrengi, masallarında bizlere, yeni ahlak, yeni insan ve bu yeni insanın da ancak başkaları için kendini feda eden kahramanlar olduğunu anlatıyor. Diğer küçük balıklar için kendi yaşamını feda eden Küçük Karabalık gibi... Hal Niedzviecki Dikizleme Günlüğü kitabında şöyle diyor: “Bahsi geçen fırsat ilgi görme fırsatıdır; ilgi görmekse farkına varılmak ve hatırlanmak demektir. Birileri farkınıza varır ve sizi hatırlarsa, ölümsüzlüğe bir adım daha yaklaşırsınız...” Bu kahramanlar hikâyenin sonunda acı ve ıstırap olduğunu bilmiyorlar mıydı? Cezalandırılabileceklerini ya da ölebileceklerini düşünemiyorlar mıydı? Elbette her şeyin farkındaydılar ama buna rağmen feda ettiler kendilerini. Bugün olsa belki yine aynı şeyi düşünmeden yaparlar. Hepimiz özeniriz kahramanlara, dinlediğimizde içimizde kocaman bir ateş yanar, hepimiz onlar gibi olmak isteriz, hepimizin içinde bir kahraman yatmaktadır ama kendimiz kahramanlık yapmaya cesaret edemeyiz. Her duygu vardır insanda. Bizi biz yapan hangi duyguyu yaşayacağımızı seçmemizdir. Cesaretimizdir. Bu kahramanların aldığı toplumsal sorumluluklarla bugün kendi çocuğunun, eşinin, annesinin, babasının, arkadaşının, kardeşinin sorumluluğunu bile üstlenmekten kaçınan insanı karşılaştırır mısınız? Karşılaştırmayın... Çünkü onlar biricik... Hayatı anlamlandırmanın biraz da kendinizi adadığınız şeyle ilgisi olduğu apaçık ortada değil mi? Yaşamını sürdürecek pek çok nedeni var insanların ama uğruna fedakârlık yapacakları gerçek amaçları ve inançları yok. İşte çürüme de burada başlıyor zaten. Hayat değersizleşince, dostlarımız değersizleşince, amacımız değersizleşince doğal olarak kendimiz de değersizleşiyoruz. Şu sıralar yazmakta olduğum romanımdan küçük bir bölüm paylaşmak istiyorum izninizle: “Çoğu zaman karşımıza çıkan zor bir görevde veya sorunda, sorunu çözmek yerine, en basit bahaneleri üreterek kaçmayı seçeriz. Bahaneler en kolay üretilen fikirlerdir. Çünkü insan denen mahluk basit olana, sorunsuz olana meyillidir. İşte bu yüzden insanlık dediğimiz şey birkaç tane sorumluluk alan, görevden kaçmayan insanın sırtında şekilleniyor. Yaşamı sadece hayatta kalmak için verilen mücadele olarak görenler, çıkarcı, ucuz ve sahtekârlıkla örülü bir yoldadırlar aslında. Ve bu yolun sonu hiçliğin kuyusudur.” Hemingway’in Çanlar Kimin İçin Çalıyor adlı romanı, sorumluluk duygusunu yeniden tartışmamızın kapısını açmış oluyor bugün yeniden okunduğunda... “Ben başkaları için acı çektim, bütün iyi insanlar gibi...” diyor yazar romanında. İşte öylesine büyük ve kıymetli bir kapı açıyor önümüze... “Bir yıldır inandığım şey için dövüştüm. Burada kazanırsak her yerde kazanırız. Dünya güzel ve uğruna dövüşülmeye değer...” Yaşam, evrensel bir düzen... Sosyal bir düzen... Başkaları yoksa biz de yokuz... “Ortaklaşmacılık” fikrinden bu kadar uzaklaşırsa insanoğlu, çanlar yeniden çalmaya başlayacaktır. Şunu bir kez daha düşünün: “Başkaları için ölümü göze alamıyorsan pek de yaşıyor sayılmazsın.”