Bir ortaçağ yargı sistemi olarak linç kültürünü incelemek bugünkü amacım. Bir dönemi incelerken, o dönemin hukuk sistemine bakmak, gündelik insan davranışlarını takip etmek, teknolojisini incelemek hatta ve hatta konuştuğu dile bakmak gerekiyor. Esasen bugün iki konu üzerinde durmak istiyorum. Birincisi hukuk alanında, bir yargılama biçimi olarak “linç kültürü” ve ikinci olarak da siyasette kullanılan dilin geçirdiği evrim...
Öncelikle linç ne demektir ve neden bir ortaçağ yargılama yöntemidir bunu konuşalım. Linç kavramının en kısa tanımı “yargılamadan öldürmek”tir ya da “yargısız infaz” da diyebiliriz. Elias Canetti, Kitle ve İktidar kitabında bundan uzun uzun bahsetmiştir. Ortaçağ hukuk sisteminde hem yargılamadan yargıya ulaşmak hem de mafyatik bir hukuk düzeni, yani güçlü olanın her şeyi aldığı ve her yargıyı kendine göre düzenlediğini görürüz. Bakunin’in meşhur sözünü hatırlayacak olursak: “Hukuk iktidarın fahişesidir.” İnsanlık tarihine baktığımızda linçlerin nerdeyse tamamında milliyet ve din saikleri rol almıştır. Toplu katliamların tamamı arkasında farklı komplolar olsa da fiilen milliyet ve din kisvesi ile tezahür etmiştir. Hemen ilk aklımıza gelen Halide Edib’in Vurun Kahpeye romanıdır belki de.
Ama artık sadece din ve milliyetçilik üzerinden yürümüyor bu linç kültürü, artık kendisine “demokrat”, “solcu”, “entelektüel” diyen insanlar da linç kültürünün bir parçası olmuş durumdalar.
Linç kültürünün bir diğer yüzü de yeni faşizm olgusudur.
Ünsal Oskay’ın, Yıkanmak İstemeyen Çocuklar Olalım kitabında yaptığı tespit tam da yerindedir.
“İşsizliğin giderek ciddi oranlara vardığı, sistemin işsizler arasında, niteliksiz işgücü arasında ve hatta nitelikli/okumuş işgücü arasında bile inandırıcılığını yitirmeye başladığı günümüz Batılı toplumlarında, kitleler denen sıradan insanlar arasında anomik davranışlar da yaygınlaşmakta. Irkçılığın, arınmacı yakıp yıkarak yok etme eylemlerinin ne boyutlara vardığını Almanya’daki dış toplumlardan gelme işçilere yönelik şiddet hareketlerindeki artıştan, Bosna’daki utanç verici olaylardan ya da uzak veya yakın çevremizde olan bitenlerden anlamamız zor değil.”
Buna bugünlerde yaşadığımız topraklarda da sıkça rastlıyoruz. Suriyeliler, Afganlar ve diğer birçok üçüncü dünya ülkesinden zorunlu göçle gelenlere karşı duyulan kin, pasif bir öfke olmaktan çıkıyor, şiddet eylemleri olarak kendini gösteriyor. Topraklarından kopup gelmiş (bazısı içsavaştan, bazıları savaştan, bazıları yoksulluk nedeniyle) ülkemize sığınmış insanlara karşı yansıtıyorlar. Halbuki sorunun asıl sebebini görmezden gelip kinlerini daha kolay hedef olan bu göçmenlere yöneltiyorlar. Onları topraklarından kopmaya zorlayan koşulları yaratanlara karşı herhangi bir düşmanlık beslemiyorlar.
Demek ki linç kültürünün temelinde, sürü olma hali var, cehalet var, en önemlisi de yargılama yok. Sıkışan toplumun biriken kinini kolay hedeflere yöneltmek var. Ama burada bizi ilgilendiren kısım, gerçeklikten kopmuş, yargı sisteminin olmadığı bir çağı yaşıyor olmamız ve bunun sonuçları.
Sosyal medyadaki linç kültürünün bir sonraki aşaması toplu linç hali yani toplu katliamlardır. Maraş katliamı, Sivas’ta 33 aydının yakılması tamamen linç kültürünün yansımasıdır. Sırpların dolduruşa getirilip (linç kültürü dolduruşla olur – kinini yanlış yere aktarma da diyebiliriz) Bosnalı binlerce insanı katletmesi de aynı linç kültürünün bir ürünüdür. 6-7 Eylül’de yağmalama ve cinayetlere varan olaylar da...
Bu yeni türeyen linç kültürünün içine cahil kitlelerin dışında kendisine okumuş diyen kesimin de katılmasından dolayı bu yazıyı yazmak durumda kalıyorum. Ben buna “yeni ortaçağ” demeyi doğru buluyorum. 1980’li yılların başından itibaren, dünyanın gericiliğe teslim edilmesi, elbette bilerek, tüm dünyayı yeni bir ortaçağa çevirmiştir. Bu çok uzun bir konu olduğu için bunu ayrıca ve çok detaylı olarak yeniden yazacağım. Ortaçağ dediğimiz insanlığın karanlık çağını öncelikle birkaç maddede açıklamaya çalışalım.
Ortaçağ biat kültürüdür. Marc Bloch, ortaçağı tek bir cümleyle tarif eder: “Ortaçağ demek bir başkasının adamı olmak demektir.” Liyakatin olmadığı, biat kültürünün hâkim olduğu bir
yönetim ve yaşayış şeklidir ortaçağ.
Ortaçağ mafyatik bir düzendir. Hiçbir hukuk sisteminin olmadığı, güçlünün güçsüzün elindeki her şeye el koyma düzenidir.
Ortaçağ gelecek kipinin dilde dahi olamadığı bir düzendir. Ortaçağda yaşayan insanların gelecek kurgusu yoktur. Özlem sadece geçmişe duyulan bir duygudur.
Böyle uzatıp götürebiliriz bu örnekleri.
Ama bizi ilgilendiren kısmı, hem dilde hem de hukuk sisteminde ortaçağı yeniden yaşadığımız iddiasını desteklemesidir.
Hayvan hakları konusunda, kadın sorununda, siyaset konusunda, sanatta neredeyse her şeyde... Siyaseti saymıyorum bile. Orada işin içine trol grupları giriyor, yani sadece kişisel ani hareketten daha ziyade örgütsel bir suçtan bahsedebiliriz. Ama sadece siyasette değil, magazin dünyasında hatta hatta yayıncılık dünyasında da bu tür gruplarla karşılaşmaktayız. Trol grupları artık ticari bir kuruma bile dönüşmüşlerdir. Örneğin şunu net olarak biliyoruz. Sevmediği bir başka kişi hakkında yargısız infazda bulunmak için, A sanatçısı B sanatçısı hakkında bu tür trol ekipleriyle yalan dolan, savaş açabilmektedir. Bir yazar kitaplarının satışı artsın diye, kitap sitelerine kurduğu ekiple birlikte güzel yorumlar yaptırabilmektedir. Gericileşmenin felsefi kaynağı postmodernizm gibi duruyor. Elbette epeyce tartışmalı bir tez ama şimdilik elimizde bulunsun. Postmodernizmin insan aklında yarattığı tahribatı ilerleyen zamanlarda büyük tarihçiler detaylarıyla anlatma imkânı bulacaklar. Yalın Alpay, tam da bu noktada bu geçişi ve sosyal medyanın ve yeni iletişim teknolojileriyle bağlantılı olarak, öğrenme, yargılama üzerine bakın ne diyor:
“Modernizmin, entelektüellere ve seçkinlere sağladığı saygınlık da bu arada ciddi bir erozyona uğradı. Daha az sofistike olan geniş kitleler, ekonomi, siyaset, kültür ve sosyal ilişkilerde kendi değerlerini herhangi bir seçkin küçümsemesi olmaksızın rahatça ifade edebilme olanağı buldular. Bu da onları her konuda daha özgüvenli yaptı. Eskiden tüm bu konulardaki yönetimi ve söz hakkını seçkinlere bırakan geniş kitleler, artık kendilerini çekincesizce ortaya koyma şansını elde ettiler.
İletişim teknolojilerinin gelişmesiyle –özellikle internetin yaygınlaşmasıyla– herhangi bir konuda fikir ileri sürmek ve bunu kamuya duyurmak için artık geleneksel medyaya gereksinim kalmaması ve herkesin kendi sosyal medya araçları aracılığıyla fikirlerini istediği gibi beyan edebilmesi bu süreci hızlandırdı ve güçlendirdi. Bilgi üretiminin tekeli seçkinlerin
ve uzmanların elinden alındı.
Başlangıçta tabanını yaygınlaştıran bir demokratikleşmeymiş gibi görünen bu süreç, hızlı bir şekilde tabanını daraltan bir anti-demokratikleşmeye doğru kapandı. Entelektüellerin, seçkinlerin ve uzmanların kendi birikimleri sayesinde, ürettikleri bilgiler daima belli ölçütler çerçevesinde inşa edilmeye çalışılıyordu. Elbette pek çok satın alınan, çarpıtılmış tezler ileri süren, kendi çıkarları için sonuçları değiştirmeye çalışan entelektüeller, seçkinler ve uzmanlar vardı. Ancak bunların yapılması toplum tarafından bir suç olarak algılanıyordu ve böylesi durumlar ortaya çıktığında, bu hileleri gerçekleştirenler büyük bir saygınlık erozyonuna uğruyorlardı.”
Yalın Alpay’ın kitabından (Yalanın Siyaseti) alıntı yapmamın nedeni ise post-trust, gerçeğin ötekileştirilmesi konusunda yazılmış ilk Türkçe kaynak olması. Safsata üretim merkezi olmuş durumda dünya. Bu konuda Tevfik Uyar’ın Safsatalar kitabına da göz atmanızı tavsiye ederim. Artık her şey safsatalardan oluşmakta ve bu safsatalara inananlar için ise linç hukuk sistemi oluşmuş durumda.
Hem de yeni sosyal ağlar sayesinde kitlesel linç kültüründen bireysel linç kültürüne geçmiş durumdayız. Herkesin savcı, herkesin yargıç ama aynı zamanda da herkesin suçlu ilan edilmesi yeni durumu tarif ediyor.
Elbette ülkemizdeki hukuk sisteminin tamamen çökmesi bambaşka bir yazının konusu... Linç kültürünü yaratan sebeplerin başında da çöken hukuk sistemi var elbette, hukuka güven duyulmayan yerde herkesin kendi hukukunu oluşturması da diyebiliriz bu duruma. Bir sabah uyanıyorsunuz ve sosyal medyanın tümünde (Instagram-Twitter-Facebook) toplu bir şekilde başlamış bir linç dalgasıyla karşılaşıyorsunuz. Sabahın erken vaktinde konuyu da anlayamadığınız için önce hiçbir yorum yapmadan yazılanları okumaya başlıyorsunuz. Biraz doğru olanın bu olduğuna inanarak biraz da içsel otomatik bir refleks olarak sergiliyorsunuz bu tutumu. Yazılanlardan Ahmet Kural’ın Sıla’ya şiddet uygulamış olduğunu anlıyorsunuz. İçinizde kadınlara yönelik şiddetin artması ve bunun da hukuk yoluyla çözülmeyeceği gerçeği bilinçaltınızda hazır durumda. Devam ettikçe ise gırla giden küfürlerden, darağacında sallandırmaya kadar varan çözüm önerilerini okuyorsunuz.
Ama o anda kim haklı, olay gerçek mi, gerçekte neler oldu umurumuzda olmuyor. İçimizdeki sisteme karşı duyduğumuz kini, bir klavye delikanlısı edasıyla boşaltıveriyoruz. Yarın çok utanacağımız (cahil insanlarda bu utanma da yok, söyledikleri yalan da olsa, yalanı başka bir yalanla örtmeye çabalıyorlar, pişkinlik günümüzün en çok yaşanılan duygusu olmuş durumda) şeyler yapmış da olabiliriz. Tweetimizi siler gideriz.
Bir gece bakıyorsunuz tanıdığımız profesör bir hanımefendi yaralı bir köpeği hayvan hastanesine kaldırırken köpek yolda ölüverince, bütün hayvan hakları savunucuları öyle büyük bir çıngar çıkarıyorlar ki sevgili profesörümüz çalıştığı üniversiteden istifa etmek zorunda kalıyor. Olayın gerçekte farklı olduğu ortaya çıktığında ise, acaba kimin yüzü kızarıyor?
Bunlar elbette gündelik hayatta yaşadığımız basit linç kültürleri, ama bir düşünme ve davranış kalıbı haline geldiğini görüyoruz ve asıl tehlike burada yatıyor. Aydın kesimin, okumuş grubunda bu linç kültürüne hizmet ediyor hale gelmesi endişe vericidir. Düşünen, düşündüğünü sorgulayan, sorguladığını tekrar düşünen ve estetize edilmiş bir yaşamın arayışında olan ilericiler için aklın yitiminden daha büyük bir felaket olabilir mi? Konu uzuyor, birçok soru ve sorun var ama benim anlatmak istediğim bugün olanlar üzerine konuşmak değil. Benim asıl derdim linç kültürü üzerine konuşmak. İnsanların biriken kinlerini doğru adreslere aktarmak yerine, gücü gücünü yetene misali bir aktarıma geçmiş olmaları büyük bir sorundur.
Ortada birikmiş bir kin var ve bu kin linç kültürüne dönüşüyor. Bu linç kültürü aydınların
veya okumuşların kendi vicdanlarını temizleme çabasından başka bir şey değil maalesef. Ve
en kötüsü yarın sabah uyandığımızda başka bir linç kampanyasının hikâyesini okuyacağız.
Karanlık, uğultulu bir koronun kendinden geçmesini izleyeceğiz.
Gündemden de bir örnek dil konusunda verip hızlıca yazıyı bitirmek niyetindeyim. Kemal
Kılıçdaroğlu’nun “helalleşme” çıkışı. Bir kere beni en ilgilendiren kısmı (diğer siyaset
kısmını konuşmuyorum bile) helalleşmenin hangi hukuk dilinde olduğudur. Elbette şeriat
hukukunun bir düzenlemesidir helalleşme. Yani modern hukukta yeri yoktur. Peki
konuştuğumuz dil ve kavramlar bizi tarif etmez mi?
Bu konuyu, yani siyaset dili ve o yeni dilin ne anlama geldiğini başka bir yazıya bırakmak
gerekiyor.
Eğer bu düzeni değiştireceksek, yeni bir aydınlanma düşüncesine ihtiyacımız olduğu
açıktır. Yeni bir aydınlanma için ise, dilde, düşüncede, gerçek tarifinde, kavramlarda yeniyi
üretmek zorundayız.
İlkönce kendini ilerici olarak tarif eden insanların bunu kendi düşüncelerine yerleştirmesi
gerekmektedir. Cahilleşme kaçınılmaz olarak hepimize sirayet etmektedir, bu unutulmamalı.