Geçen hafta ütopya kavramına kısaca bir giriş yapmış, antikçağdan günümüze gelen ütopyacıları konuşmuştuk. Bu hafta Marksizm’i, ütopyayı, günümüzde ütopyanın yok oluşunu ve yerine konulan “distopya” kavramının bizlere ne anlattığını tartışacağız.
Marksizm’i üç ana koldan tarif ederiz. Birincisi Fransız ütopyacıları, ikincisi İngiliz iktisatçıları ve üçüncüsü Alman felsefecileridir. Marx bu üç birikim üzerinden ama onlara karşı da diyebileceğimiz bir düşünce sistemiyle kendi teorilerini oluşturmuştur. Marx aslında bu üçünün birikimi ama aynı zamanda da sonucudur.
Marx yeniden bir sistem kurmak istediğinde toplumda yaygın olan ütopyacı sosyalistlerin hâkimiyetini kırmakla işe başlamıştı. Fourier, Saint Simon ve Owen.
Marx kendisinden önceki ütopyacıları eleştiriyordu ama dediğimiz gibi aynı zamanda da bir sonucuydu. Marx ve Engels bu eleştirilerini ütopik sosyalizm yerine bilimsel sosyalizmin temellerini atarak gerçekleştiriyordu.
"Marx ve Engels 1840’larda girdikleri en etkileyici polemiklerden bazılarını ‘hakiki’ sosyalizm olarak tanımlanan bir entelektüel akıma karşı yöneltmişlerdi. Alman ideolojisinde, ‘sorunun, belirli bir sınıfa ve belirli bir zamana özgü gereksinimler değil, en akla yatkın toplumsal düzen olduğu’ yanılsamasına safça inanıyorlar... Artık gerçek insanlarla değil de, İnsan’la ilgilenmeye başlayan hakiki sosyalizm, bütün devrimci coşkusunu yitirmiştir; onun yerine, evrensel insanlık sevgisini ortaya atmaktadırlar... Sosyalizm bir sınıfın başka bir sınıfa karşı mücadelesini ifade etmez hale geldiği için hakiki gereksinimleri değil, Hakikat’in gereksinimlerini; proletaryanın çıkarını değil, insan doğasının, genelde insanın, yani hiçbir sınıfa ait olamayan, hiçbir gerçekliği bulunmayan, yalnızca felsefi fantezinin sisleri arasında var olan insanın çıkarlarını temsil ederler.” Ellen Meiksins Wood, Sınıftan Kaçış kitabında, Marx ve Engels’in kendilerinden önce gelen ütopik sosyalistlere neden savaş açtığını böyle anlatıyor. O yüzden ilk ve meşhur eserlerinin adını Sosyalist Manifesto değil, Komünist Manifesto koyuyorlar. Kendini öncekilerden ayırmak, yeniden kurmanın da temelini oluşturuyor.
Marx ve Engels, başarısız olmuş ütopik sosyalistlerden dolayı ve aynı zamanda yerine bilimsel sosyalizmi koydukları için kendilerini sosyalistlerden ayrı tutup 1848 yılında çıkardıkları manifestoya, Komünist Manifesto ismini veriyorlar.
Engels şöyle ifade ediyor bu durumu kabaca: “Gerçekten de o sırada ütopyacı sistemler gittikçe kuruyan ve kurudukça birbiriyle dalaşan birtakım tarikatlara dönüşmüştür, itibarları zayıflamıştır. Ayrıca hep okumuş sınıfa anlatıyorlardı projelerini, hep okumuş sınıfları ikna ederek sosyalizmi kuracaklarını düşünüyorlardı. Bu açıdan bakılınca hep emekçi sınıfların dışına düşüyorlardı.” Engels, çalışan insanların bu sırada, “toplumun temelli olarak yedinden kuruluşunu” istediklerini ve kendilerine “komünist” dediklerini kaydediyor.
Aslında Marx kendinden önceki büyük katkılara sanıldığı gibi düşman olmadı ve büyük bağlılık gösterdi. İngiliz iktisatçılarına, Alman felsefecilerine, Fransız ütopyacılarına. Sadece onları onardı ve toplamından yeni bir düşünme ve yaşama sistemi çıkardı. Bilimsel gelişme kolektiftir ve toplumsal bir nitelik taşır. İnsan aklı, davranışı ve hayalleri de kolektiftir ve toplumsal bir nitelik taşır. İnsan kendisinden önce yaşamış olan tüm insanlığın ortak bilincidir, ortak ahlakıdır, ortak hayalleridir.
Peki kimdi bu Marx ve Engels’e ilham veren ütopyacı sosyalistler? Saint Simon 1760 yılında Paris’te doğdu. 13 yaşında yaşadığı şatoda kutsal kitapları reddetti. Amerikan Bağımsızlık Savaşı’nda İngilizlere karşı savaştı ve Fransız Devrimi’ni coşkuyla karşılayarak, tüm asalet unvanlarından ve mülkiyetlerinden vazgeçtiğini açıkladı.
Çocukken oda hizmetçisine verdiği emir şu şekildedir: “Beni, ‘Efendimiz kalkınız, büyük işler sizi bekliyor’ diyerek uyandıracaksın.”
1805’te eski hizmetçilerinden birinin evine sığınarak yaşadı ve açlıktan ölmekten kurtuldu. Ölmeden hemen önce yazdığı Yeni Hıristiyanlık kitabının etkisiyle tilmizleri onu bir mesih olarak gördüler ve bir tarikat eğilimi gösterdiler. Toplu olarak ayrı çevrelerde yaşamaya ve arkadan düğmeli yelekler giymeye özen gösterdiler.
Sosyolojinin kurucusu sayılmaktadır. İktisada olan katkısı ise mülkiyeti reddetmesidir. Engels, Saint Simon için, Hegel ile birlikte zamanının en ansiklopedik bilgisine sahip kimsedir diye yazıyor.
Her üç ütopik sosyaliste de mülkiyete karşı bir duruş var. Saint Simon, özel mülkiyeti kaldırarak bütün çalışanların, sanayici ve işçinin bir arada üretim yapacağı, birlikte üretim yapılacak atölyeler hayal etti. Fourier, özel mülkiyeti reddetmeden sanayici ve işçi tüm çalışanları “Falans” adını verdiği, üretimi ve tüketimi içine alan büyük otellere benzetilen birliklerde toplamayı hayal etti. Owen ise New Lanark’taki deneyimlerin sınırını özel mülkiyette görerek, özel mülkiyetin olmadığı, çamaşırhaneden komünal mutfağa kadar tüm yaşamın planlandığı ve tüm bireylerin ortak depodan ihtiyacı ölçüsünde yararlanabileceği Kooperatif Toplum’u savundu. Owen bunu pratik olarak da denedi.
Fourier 1772 yılında Besançon’da kumaş taciri bir babanın oğlu olarak dünyaya gelmiştir. 1837’de öldüğünde arkasında kocaman bir ütopya dünyası bırakmıştır. Engels onu tüm çağların en büyük mizahçılarından biriydi diye anar.
Fourier ayrıca Marx’a ilham veren tarihin periyodizasyonunu ilk defa açıklıkla formüle eden kişidir de. İnsanlığın çeşitli tarih aşamalarından geçtikten sonra mutluluğun doruğunu veren bir dönem yaşanacağı ve bunu da bir çöküşün izleyeceği tezini ortaya attı. Böylece Karl Marx dahil, insanlığın gelişimini dönemlere ayıran çözümleyicileri öncelemiş oldu.
Kadınların özgürlüğünün inatçı savunucusu oldu. Kadının kurtuluşunun toplumun genel olarak kurtuluşunun bir ölçüsü olduğu ilkesini ilk kez kendisi savundu. Günümüz akademisyenleri féminisme kelimesini 1837 yılında Fourier’in türettiğini söyler. Ayrıca düşünceleriyle 1855’ten 1860’a kadar süren La Reunion ve 1841’den 1856’ya kadar süren North American Phalanx komünist topluluklarının kuruluşuna kaynaklık etmiştir.
Robert Owen, 14 Mayıs 1771’de, Newtown, Montgomeryshire’da doğdu. Dokuz yaşına kadar doğduğu şehirde eğitim gördü. On yaşındayken, bir kumaşçı dükkânına çırak olarak girdi, Manchester’a yerleşti. Keskin zekâsının sayesinde Manchester’da hızlıca yükseldi, on dokuz yaşındayken bir pamuk işleme fabrikasına idareci oldu ve işi geliştirdi. Bu sektörde birçok yeniliğe imza attı. 1794 yılında, Manchester’daki, Chorlton Twist Company isimli bir firmada ortak ve müdür oldu. İş hayatında geçirdiği bu günler gelecekte fikirlerine büyük bir katkıda bulunacaktı. Daha ilk zamanlarında bile işçilerle olan yakın ilişkileri ve onlara verdiği önem ile diğer idarecilerden ayrılıyordu.
New Lanark’taki çalışmaları Avrupa çapında ilgi görmeye başlamıştı. Fabrika işletmeciliğinde sosyalist fikirlerini, işbirliğini artırıcı yönüyle işlemeye başladı. En başından beri onu farklı kılan özelliklerinden olan, “işçilerine eğitim sunma”yı çok daha geliştirerek devam ettirdi.
New Lanark’ta yarattığı komünal sistemi yaymak için uğraşmaya başladı. Ona göre fakirliğe ve işçi sorunlarına tek çözüm yolu filantropist, sosyalist reformlardan geçiyordu. Ayrıca ziraat alanında kooperatifçiliğin kurulması için de çaba sarf ediyordu. İşletmecilik üzerine yaptığı planlar, belki de filantropist yanları yüzünden büyük bir ilgiyle karşılandı.
1828’de, ortaklarıyla arasında uzunca bir süredir devam eden çekişme ve gerilim yüzünden New Lanark ile olan tüm bağlarını koparttı. Amerika’dan Londra’ya döndüğünde sosyalist fikirlerinin kampanyasına kaldığı yerden devam etti. Sonraki yıllarda devam ettiği seküler ve sosyalist kampanya özellikle işçi kesiminden ilgi gördü. Bu sıralarda bazı komünal işletme ve yapılanma denemelerinde yer aldı.
Bu denemelerden sadece bir tanesi bir süre başarı sağlayabildi. Ütopyacılar hayal ettikleri yönetim şekillerini bir zengin yatırımcı bulup uygulama peşinde koşuyorlar sürekli. Bir tek Owen koşmuyor çünkü Owen İngiltere’nin en zengin işadamlarından biri. Ve bir tek o kurduğu hayalleri gerçekleştirebilmek için Amerika’da büyük bir toprak alıp komünal yaşamı deneyimleyebiliyor. Bir süre sonra komün dağılıyor. Bu Marx için büyük bir deneyim elbette. Daha büyük düşünüyor Marx... Marx önce toplumu anlayıp sonra değiştirebileceğini düşünüyordu. Ama Marx sadece düşünüyordu, Lenin ise değiştirebileceğini uygulayarak gösterdi.
Yalçın Küçük, Küçülme ve Savaş kitabında şöyle söylüyor: “Bir bütün olarak ve bilimsel soğukkanlılıkla değerlendirildiğinde Marx ve Engels’in üç büyük ütopyacıdan aldıkları düşüncelerin, klasik iktisattan aldıklarından, sayıca çok fazla olduğu görülüyor. Saint Simon’un ütopyasında yalnızca üretim biliminin egemen olması ve politikanın kalkarak, hükümetin görevlerini, çalışanlar meclisi ile bunun altındaki uzmanlar meclisine devretmesi ile devletin ortadan kalkması arasında çok kısa mesafe bulunuyor. Çalışma hakkını ilk kez Fourier’in ifade etmesi bir yana, on dokuzuncu yüzyılın ilk yıllarında, tüm burjuvazinin ebedi kıldığı kapitalist sistemin geçiciliğini ifade etmesi ve tarihin periyodizasyonu, üretim biçimlerine denk düşen üç ana dönem ile kapitalizm sonrası dönemi de kendi içinde aşamalandırması, bundan sonraki gelişmeler için, önemli bir temel oluyor. Owen’ın, ana okulları, kooperatifçilik türünden öncülükleri ayrı, gelecek toplumun kurulmasını ayrıntılı plan düşüncesiyle ekonomik hesaba bağlaması, şu ya da bu biçimde, daha sonraki gelişmeleri önemli ölçüde etkiliyor.”
Yalçın Küçük sık sık bir şey daha söylüyordu: “Kemalizm bizi ileriye götürmez ama biz de Kemalizm’in gerisine düşmeyiz.” Peki son 20 yılı düşündüğümüzde biz Kemalizm’in gerisine düşmedik mi?
Hatta soruyu biraz daha ileri götürelim ve soralım, biz Marx’ın yaşadığı dönemden de geriye gitmiş olabilir miyiz? Aydınlanma Çağı’nın bütün kazanımlarını “Yeni Ortaçağ”da tükettik mi gerçekten?
Yeniden ve yeni bir “Aydınlanma Çağı” mı gerekiyor bizlere? Marx kendinden önceki filozofları eleştirirken en çok kullandığı tanımlama şu oluyor: “Filozoflar, çeşitli biçimlerde, sadece dünyayı yorumladılar; halbuki sorun, dünyayı değiştirmektir.”
Yeni bir aydınlanma için tüm kavramları yeniden tartışmamız gerekiyor derken aslında bunu ifade ediyorum. Dünyayı anlama ve kavrama dönemini belki de yeniden yaşamak zorundayız.
Yazı uzadı farkındayım ama maalesef henüz günümüz dünyasına gelemediğimin de farkındayım. Günümüzü bir sonraki haftaya bırakıyorum...