Tarihin neresindeyiz?
Dünya tarihinin en bunalımlı döneminde mi yaşıyoruz?
Bu tespiti yapmak pekâlâ mümkün gözüküyor. Yoksa tarihin yeniye en gebe dönemini mi yaşamaktayız? Bunu söylemek de abartılı olmayacaktır. Peki bu iki tespitten hangisi doğru? Yoksa her ikisi de mi? Tarihteki en güzel doğumlar hep bunalım dönemlerinde mi gerçekleşir? İşin içine biraz da edebiyat katacak olursak, İki Şehrin Hikâyesi’ndeki o meşhur ilk sözle mi yapmalı bu girişi?
"Zamanların en iyisiydi, zamanların en kötüsüydü, hem akıl çağıydı, hem aptallık, hem inanç devriydi, hem de kuşku, Aydınlık mevsimiydi, Karanlık mevsimiydi, hem umut baharı, hem de umutsuzluk kışıydı, hem her şeyimiz vardı, hem hiçbir şeyimiz yoktu..."
Dünya hiç olmadığı kadar büyük bir yoksulluğun pençesinde, ülkemiz de öyle. Zenginin bu kadar zengin olduğu, yoksulun bu kadar açlık sınırına dayandığı bir zaman olmamıştı hiç. Bunun sebepleri biliniyor, küreselleşme denilen, neoliberal ekonomik sistemde, sınırsız özgürlük vaadiyle çıkılan yolda, özgürlüğün sadece büyük şirketlere ait olduğu, halkınsa büyük bir baskı altına alındığı (bu daha çok ideolojik aygıtlarla yapıldı) bir dönem de oldu ve işte biz o dönemin sonunu yaşamaktayız.
Daha neoliberal ekonominin başlangıç yıllarında bizlere bunun böyle olacağını açıklayan birkaç aydın dışında maalesef herkes bu yeni düzeni alkışlarla karşıladı. 1980 yılının başlarında Yalçın Küçük’ün çok değerli makalesinde (“Yolun Neresindeyiz?”) bu yeni ekonominin fikir babalarından Friedman hakkında yazdıklarına bakalım: "Friedman, kapitalist sistemin bütün kusurlarının, kapitalist sistemin yeteri kadar kapitalist olmayışından ileri geldiği inancını yaymak istiyor. Yaşlılık sigortası veya asgari ücret gibi işçi sınıfının kazanımlarını, kapitalist sistemin faziletlerini göstermesinin engelleri olarak sayıyor. Eğer bunlar olmasa ve fiyat sistemi serbestçe işlese işsizlik de olmaz diyor."
Evet dünya büyük bir krizin eşiğinde, hem ekonomik hem de siyasi bir krizin eşiğinde. 1970’lerin ortasından başlayıp bugüne kadar süregelen neoliberal düşünce dünyada “yeni ortaçağ”ı başlattı. Her kriz bir son damlayla iyice gün yüzüne çıkar. Birinci Dünya Savaşı’nın nasıl başladığını hatırlayalım.
Avusturya-Macaristan tahtının veliahdı Arşidük Franz Ferdinand’ın 28 Haziran 1914’te Gavrilo Princip adında bir Sırp milliyetçisi tarafından devletin başkenti Saraybosna’da öldürülmesi, savaşı tetikleyen faktör olay olmuştur. Halbuki Birinci Dünya Savaşı 1870’lerde başlayan krizin son damlasıydı. Bugün ise aynı son damlaya Rusya-Ukrayna Savaşı neden olabilir.
Tartışacağımız konu bu.
***
Bugün hızla çoğalan enformasyon ve veri yığınları karşısında teoriler ve birikim hiç olmadığı kadar gerekli. Teoriler şeylerin harmanlanmasını sağlayarak dağılmasını engeller. Böylelikle bilgi yitimini azaltırlar. Şeylerin seyrini biçimlendirir, onları bir çerçeveye dahil ederek çığırından çıkmalarını engellerler. Veri güdümlü pozitif bilim ne bilgi üretir ne de hakikat. Enformasyon sadece malumat verir. Pozitifliği nedeniyle toplamacı ve kümülatiftir. Bir pozitiflik olan enformasyon hiçbir şey değiştirmez, hiçbir şey açıklamaz.
Bugünün enformasyon yığınları ise yeni birikimler oluşturmak yerine, biçimsizliğe yol açıyor.
Gerçek ve dürüst gazeteciler bize doğru verileri aktarırlar, yaptıkları iş bu nedenle önemlidir. Ama günümüz enformasyon çağı ve gerçek ile sahte olanın ayrılabilmesi için mutlaka teoriler gerekiyor. Günümüzde teori meselesi, maalesef ipe sapa gelmez birkaç komplocunun eline kalmıştır.
Teori soyutlamadır. Somutun zenginliğinde gerçeği formüle etme, üst gerçekçilik yaratma halidir. Herkesin anlayabileceği basitliğe indirgersek, gerçeğin değişmez formülünü bulabilmek demektir.
Peki gelelim Rusya-Ukrayna Savaşı’na...
Bu savaş neden önemli?
Son yirmi otuz yılda dünyanın her yeri savaş alanına çevrilmişken, Batı dünyası neden bu savaşa bu kadar önem vermektedir? Irak, Afganistan, Tunus, Cezayir, Mısır, Yemen, Suriye... Afrika Kıtası’nın birçok ülkesi, içsavaşlar, komşu savaşları ile kan gölüne dönmüşken, Batı devletleri ve halkı bütün bunları görmezden gelirken, neden şimdi büyük bir tereddüt ve korku içinde bu savaşa odaklandılar? Bunun birkaç nedeni var.
Birincisini yukarıda söyledik, bu savaş bir son damla olarak düşünülebilir.
İkincisi diğer tüm savaşlar, içsavaşlar vs. Batı’nın çok uzağında ve dünyanın tek kutuplu olmasından dolayı önemsiz görünmüş olabilir. Uzak iklimlerdeki bu savaşların Batı için tek kaygı verici noktası, oluşan göç dalgasıdır.
Üçüncüsü ise dünyanın tek kutuplu olmaktan çıkıp, yeni siyasi ve ekonomik güç odaklarının ortaya çıkması. Kim bu yeni ekonomik ve siyasi güç odakları? Çin, Hindistan ve Rusya diyebiliriz.
Bu noktadan baktığımızda koşulların Birinci Dünya Savaşı koşullarına benzediğini çok rahatlıkla söyleyebiliriz.
Konuyu biraz açalım. Özellikle 1800’lerin başından itibaren dünya tek kutuplu bir dünya yoluna girmişti. Üzerinde güneş batmayan ülke İngiltere neredeyse dünyanın tek hâkimiydi. (Bu arada konuyu oldukça basit geçiyorum, çünkü bu kısa bir makale, bu kısa makale ileride bir kitap olmayı hak edecek tüm koşullara sahip, ama biz burada çok basitçe anlatarak, bir kitabın başlangıcını yapmış olalım.)
1850’lerden itibaren dünyada yeni güç odakları oluşmaya başladı. Fransa, uzak iklimlerdeki Amerika ve Japonya, Bismarck’ın birleştirdiği Prusya Krallığı, II. Aleksandr dönemiyle başlayan Rusya’nın Batılılaşma çabası ve dünya siyasetinde söz sahibi olmaya başlaması vb. Dünya 1870’lerden itibaren yeni güç dengeleriyle birlikte yeni ekonomik ve siyasi krizler dönemine girmiş oldu ve sonucunda da Birinci Dünya Savaşı patlak verdi.
Kriz dönemleri toplumsal dönüşümlerin kapısını da aralar. Bugüne bakacak olursak dediğim gibi 1970’lerin ortasından itibaren dünya yeni bir ekonomik ve siyasi modele geçti. Bunun adına neoliberalizm dönemi diyebiliriz. Neoliberalizmin yarattığı üç şey oldu; birincisi yeni bağımsızlığını kazanmış ülkelerde çoğu zaman neoliberal ekonominin hayata geçmesi için zor kullandı. Bunun en iyi örneği ülkemizde, 24 Ocak kararlarının uygulanabilmesi için 12 Eylül darbesinin yapılmasıdır. İkincisi postmodernizm adı altında, düşünceye sınırsız özgürlük vaadiyle, hakikatin ortadan kaldırılması ve insan aklının kötürümleşmesi sağlandı. Tüketim kültürü üretim kültürünün önüne geçti. Esnek üretim modeliyle hem daha yoğun bir sömürü düzeni hem de işçilerin birliği dağıtılmış oldu. Ve bugün geldiğimiz nokta sistemin sürdürülebilir olmadığı sonucu.
1991’de reel sosyalizmin çöküşüyle birlikte dünyanın tek kutuplu hale gelmesi insanları daha umutsuz ve çaresiz bıraktı.
Dünyanın Birinci Dünya Savaşı koşullarına doğru hızla ilerlemesi bu savaş sonucunda dünyanın yaşamış olduğu en önemli devrim sürecinin de koşullarını hazırlıyor olabilir.
Rusya’daki devrim sürecine de kısaca bakmakta fayda var. II. Aleksandr dönemiyle başlayan Rusya’nın Batılılaşma çabası ve bunun sonucunda yayılmacı bir politika sürdürmesiyle 1905’te Rus-Japon Savaşı meydana geldi. Ekonomik sıkıntılar, bastırılan işçi hareketleri, büyüyen toplumsal muhalefet ülkede ciddi bir hoşnutsuzluğa neden olurken çar gözünü Asya’ya çevirmiştir. Emperyalist paylaşım çağında Rusya, halihazırda uzun bir süredir emellerini Asya’ya bağlamıştır. Bölgesel rakibiyse restorasyonlardan ve modernleşme hamlelerinden henüz çıkmış taze güç Japonya’dır.
Her savaş gibi bu savaş da masraflıdır, ancak halihazırda kırılgan bir ekonomisi olan Rusya, savaştan ağır bir yenilgiyle ayrılınca hayatı derinden etkileyen ekonomik sorunlarla karşılaşır. Ansızın fiyatı artan günlük ürünler, ağırlaşan çalışma koşulları, çarlığın otokratik baskısı derken Nikolay’ın karşısına biçmesi gereken fırtına çıkıverir: 1905 Devrimi...
Kendiliğinden başlayan grevler, Kanlı Pazar, yüz binlerce işçinin iş bırakması, Rusya tarihinde önemli bir dönüm noktası olan 1905 Devrimi ile sonuçlanır.
Japonya’nın Rusya’yı Uzakdoğu’daki yayılmacı politikadan vazgeçmek zorunda bıraktığı Kore ve Mançurya üzerindeki nüfuz çekişmesinden kaynaklanan bu savaşın (1904-1905) en önemli sonuçlarından biri de bir Asya devletinin modern çağda ilk kez bir Avrupa devletini yenilgiye uğratmasıydı.
Rus-Japon Savaşı sadece kendi bölgesinde sonuçlar doğurmamıştır. Sıkışmış durumdaki Osmanlı İmparatorluğu da büyük heyecana düşmüş ve Japonya’nın kazanmasını istemiştir.
Türkiye’de ve Japonya’da Türk-Japon ilişkileri bakımından hemen ilk akla gelen hususlar; II. Abdülhamid tarafından Japonları ziyaret amacıyla gönderilen Ertuğrul firkateyni, İngiltere ve Amerika’nın el altından yapmış olduğu finansal destek sayesinde Japonların Rusları hezimete uğratması, Türklerde pekişen Japon sempatisi ve İslam dinini anlatmak ve irşat gayesiyle Japonya’ya giden Abdürreşid İbrahim’in çalışmalarıdır.
Rus-Japon Savaşı’nın en önemli sonuçlarından biri de Rusya’da gerçekleşecek Ekim Devrimi’nin koşullarını oluşturmasıdır, ama bir diğer önemli sonucu da bir Doğu devletinin yüzyıllar sonra ilk defa bir Batı devletini hezimete uğratmasıdır.
Dünyanın ezilen halkları açısından bu olay büyük bir güvenin doğmasına yol açtı. Türkiye’de II. Meşrutiyet’in ilanı, İran’da meşru yönetime geçiş, Meksika’da halk devrimi hep aynı yıllara denk gelir ve tarihçilerin saptaması bunun Rus-Japon Savaşı’nın verdiği güven sonucunda olduğudur.
Yazıyı ne kadar kısa tutmaya çalışsak da uzuyor işte, o yüzden devamını haftaya yazmak koşuluyla burada bırakalım.