Tarihsel olarak farklılaşan üretim biçimleri ve bunun sonucunda değişen tüm insan ilişkileri ve davranışları üzerinde uzun uzun durmayacağım. İşimize yarayacak kadar olan kısım üzerinden kısa bir değerlendirme yapmak amacım.
Fransız Devrimi ve sonrasında sanayi devrimiyle birlikte yeni bir üretim modeline geçen insanlık, yeni bir sınıfın doğmasına öncülük etmiş ve yeni sınıf mücadelelerinin de kapısını aralamış oldu. Ancak dünya nüfusunun büyük bir kısmı sanayi devriminden habersiz hâlâ feodal, yarı feodal hatta ilkel bir üretim modeline devam etti.
İlk olarak sanayi devrimiyle ortaya çıkan, feodal yapıyla iç içe geçmiş, topraklarından kovulmuş, terk etmek zorunda bırakılmış, şehirlere akın eden köy insanının işçi sınıfına dönüşme aşaması diyebileceğimiz dönemine bakalım.
Sanayi devriminin ilk yıllarında köylüler şehirlere akın etti. Özellikle İngiltere’de çıkan “çitleme yasası”ndan sonra bu akın daha da hızlandı. Ucuz işgücü doğdu ve kötü koşullar altında köle gibi çalıştırıldı bu insanlar. Günde 18 saate varan çalışma süreleri, karın tokluğuna, hatta bunun bile daha altında çalışmaya itilen yeni işçi sınıfı...
Bu durum sermaye birikiminin önünü açmış oldu. Feodal bir düzenin boyunduruğundan çıkmış, eğitimsiz, hâlâ feodal düzenin etkisi altındaki bir ahlak anlayışına sahip olan insanoğlundan bahsediyoruz. İngiltere’de İşçi Sınıfının Durumu’nda detaylıca gözlemlerini bize aktaran Engels, doymak için sadece patates yiyen bir sınıfı, çalışmaktan ve ayakta durmaktan omurgalarının şekli bile bozulmuş insanı anlatır. Hatta İskoçya’da 1847 yılında açlıktan nüfusun neredeyse 3/1’inin öldüğü bir düzenden bahseder.
Bunun yanında hızla makineleşen üretim biçimi, zaten geçinmekte ve iş bulmakta zorluk çeken bu insanların, makinelerin işlerini ellerinden aldığını düşündükleri için “Makine Kırıcılar” olarak patronlara değil, makinelere saldırdıklarını ve kırdıklarını biliyoruz.
Bu dönemi en iyi anlatan romanları bize Charles Dickens ulaştırmış, Oliver Twist ile de ailelerinden koparılmış çocuk işçileri, dönemin ahlaki yapısını tüm gerçekliğiyle bize anlatmıştır.
“Ama bu ‘ilkel’ kapitalizm, toplumsal ve siyasi açıdan hayatta kalamayacak kadar ilkeldi; ilkel kapitalizm bir devrim reçetesiydi. 1860’lardan başlayıp 1970’lere kadar uzanan yüz yılı aşkın bir zaman içinde şirketler, işletmenin uzun ömürlülüğünü sağlama bağlayıp, çalışan sayısını artırarak, istikrar sanatını öğrendiler.”
– Richard Sennett, Yeni Kapitalizm Kültürü
Bu dönemin yeni burjuva sınıfına da bakacak olursak, çok hızlı gelişen iki şehir bize en iyi perspektifi sunar. Londra ve Paris yeni iki şehir olarak, burjuvazinin parlayan yıldızları oldu.
Bir taraftan feodal ilişkiler devam etmekle birlikte, diğer taraftan Aydınlanma Düşüncesi’nin yarattığı etkiyle, insanlarda sonsuz bir merak ortaya çıktı. Yoksullar yeni köle modelinde hayatta kalmaya çalışırken, aile içinde ve toplumda eski feodal düzen sürdürülüyor, yeni ortaya çıkan burjuvazi sınıfı ise kendine yeni bir yol arayışı içinde emekleyerek ilerliyordu.
İkinci dönüm noktasını ise, 1850’lerden 1920’li yıllara kadar süren kapitalizmin artık kendine tam olarak güveninin geldiği, yeni burjuva sınıfının kendi estetiğini oluşturmaya başladığı dönem olarak ele alabiliriz.
1850’lerden sonra yeni kapitalizm kültürü kendisini daha çok batıda, Amerika’da buldu. Amerikan Kültürü de diyebileceğimiz bu dönem, yarışçı ve Protestan ahlakını en iyi temsil eden sistem olarak karşımıza çıkar. Amerika’yı o yüzden WASP denilen bir grup yönetti (Beyaz, Anglosakson, Protestan). Avrupa’da ise uluslaşma aşamasında geç kalan Prusya İmparatorluğu kendisini Bismarck’ın kollarına bıraktı. Bismarck’ın orduda yaptığı yeni düzenleme burjuvazi fabrikalarında uygulanmaya başlandı.
Max Weber bu yeni durumu o meşhur kitabı Protestan Ahlakı ve Kapitalizm Ruhu’nda detaylıca anlatır:
“Prusya ordusunun verimlilik konusunda yüzyıllardır efsanevi bir itibarı vardı. Avrupa’daki pek çok ordu subaylara yeteneklerine hiç bakmaksızın rütbe satıp, sıradan erleri ilkel bir eğitimden geçirirken, Prusya ordusu işlerin doğru yapılmasına odaklanıyordu. Emir komuta zinciri, Fransız ve Britanya ordularınınkinden daha sıkıydı; emir komuta zincirindeki her rütbeden askerin görevi daha mantıki bir kesinlikle tanımlanıyordu. Otto Von Bismarck’ın Almanya’sında bu askeri model, işletmelere ve sivil toplum kurumlarına uygulanmaya başladı; amaç, en başta, Bismarck’ın kafasında, devrimin önlenmesi ve huzurun tesisiydi. Ne kadar fakir olursa olsun, toplumda yerleşik bir konumu olduğunu bilen bir işçinin ayaklanması ihtimali, toplumdaki konumuna bir anlam veremeyen işçinin ayaklanması ihtimalinden daha azdı. Toplumsal kapitalizm olarak adlandırılabilecek şeyin kurucu politikası işte buydu.”
Kapitalizm otoriter bir yapıya sahip olmuştu. Sennett, Yeni Kapitalizm Kültürü kitabında bunu şöyle açıklar:
“Bu askeri toplumsal kapitalizmin merkezinde zaman vardır: Uzun vadeli, aşamalı ve en başta da kestirilebilir zaman. Bu bürokratik dayatma bireyleri en az kurumsal düzenlemeler kadar etkiledi. Ussallaştırılmış zaman insanların yaşamlarını birer anlatı –zorunlu olarak olacaklardan çok, olması gerekenlerin anlatıları– olarak görmesinin yolunu açtı. Örneğin, bir kariyerin aşamalarının neler olması gerektiğini tanımlamak, bir şirkette uzun süre çalışmak ile servet artışındaki belirli basamaklar arasında karşılıklı ilişki kurmak olanaklı hale geldi. Pek çok kol işçisi hayatında ilk kez ev alma planları yapabilirdi. Oysa iş dünyasındaki felaketlerin ve fırsatların gerçekliği, böyle stratejik düşünmeyi engelledi. Gerçek dünyanın, özellikle de iş döngüsünün akışında gerçeklik elbet plana göre ilerlemiyordu; ama artık bireysel eylemlilik ve iktidar alanını tanımlayan, plan yapabilme fikriydi.”
Askeri bir modeli esas alan, çalışanları köle gibi gören, ahlaki olarak da Protestan ahlakını baz alan, çalışmayı kutsallaştıran model.
İkinci olarak 1920’lerde ortaya çıkan, bant sistemiyle birlikte yeni tekelci döneme girilen, ulusal çıkarları ön planda tutan dönem.
Üçüncü olarak da 1970’lerden itibaren tamamen netleşen yeni neoliberal dönem. Elbette bu dönemin içerisinde 1990’larda Reel Sosyalizm’in yıkılmasıyla birlikte tek kutuplu, iddia edilene göre, ideolojilerin sonu dönemi.
Dediğim gibi burada iktisadi bir tahlil ve inceleme yapmak niyetinde değilim. Kısaca, üretim modellerinin yeni insanı, yeni ahlakı, yeni hastalıklarına kısaca değinmek istedim.
Otoriter Kapitalizm Döneminde İnsan
Otoriter kapitalizm döneminin öne çıkan özelliği veya başarısı, bir emir komuta zincirinin örgütlenişinde yatar. Yukarıda bahsettiğimiz gibi, Bismarck’ın orduda yaptığı piramidal, alttan üste doğru yapılanışı, üretim modellerinde de görmeye başlarız.
Otorite karmaşık bir toplumsal bağımlılık sürecinin ifadesidir. Kaba kuvvet değildir. Weber’in dediği gibi, otorite gönüllü bir itaat yaratır. Piramidin en altı, üsttekine itaat eder. Piramidin altındakiler, yukarıda olanları, zalim, adaletsiz olarak düşünebilir ama yine de yukarıda olanın kendisini koruduğunu veya koruyacağını düşünür.
Orduda nasıl ki her şey kesin olarak belirlenmiş ise, bu ekonomi modelinde de her şeyin kesin olarak sınırları çizilmiştir. Bir ordunun dağılmaması için otorite şarttır. Bunun için herkesin görevi eksiksiz olarak tarif edilmiştir. Günümüzde bir işe girerken, işe alanın ilk sorusu, özel olarak sen kimsin ve neyi hayal ediyorsun gibi amorf bir soru olurken, otoriter işletmelerde, çizgiden çıkmak, tanımların dışında düşünmek bir cezayı gerektirir.
Weber otoriter sistemler için şunu söyler:
“Bürokrasiler, doyumu erteleme disiplinini öğretir. O anki etkinliklerinizin sizin için önemli olup olmadığının muhakemesini yapmak yerine, emirlere şimdi itaat etmenin gelecekte getireceği ödülü düşünmeyi öğrenirsiniz.”
General Motors’un Willow Run otomobil fabrikası gibi dev imalat fabrikaları piramitlere dönüştü, bütün imalat süreci küçük bir kasaba büyüklüğündeki tek bir bina içinde toplandı. Adeta, bir kapıdan hammaddeler girerken, diğer uçtaki başka bir kapıdan çalışır halde bir otomobil çıktı.
Şimdi ise bir ürünün bir parçası bir ülkede, başka bir parçası başka bir ülkede üretilmekte. Bu durumda emeğe katbekat daha fazla yabancılaşan bir işçiden bahsedebiliriz.
Weber bu otoriter yapının en büyük hediyesinin örgütlenmiş zaman olduğunu belirtir ve özetle şöyle tanımlar durumu:
“Tüm toplumsal ilişkilerin gelişmesi zaman alır; bireyin başkaları için önemli olduğu bir yaşam anlatısı, ömür boyu yaşayacak bir kurum gerektirir. Amaçlı bireyler bu tür örgütlerde en iyi konumu kapmak için yarışarak yaşamlarını boşa harcayabilir. Ama çoğu birey hırs canavarını nasıl uysallaştıracağını öğrenir.
Nihayetinde yaşama nedenimiz bundan daha fazlasıdır. Demir kafesler başka insanlarla birlikte yaşama zamanımızı bir çerçeveye oturttu. Dahası, bürokratik yapılar, iktidarı yorumlama, ondan makul bir anlam çıkarma fırsatı sağlarlar; böylelikle bireye bir eylemlilik duygusu verebilirler.
1920’lerde başlayan bant sistemine geçmeden önce toplumdaki bu otoriter üretim tarzı insanların yaşayışlarına da direkt etkide bulunmuştur.”
1920’lerden özellikle bant sistemine geçişten sonra en belirgin saptama, yabancılaşma kavramı oluyor. Zanaatkârlıktan, bütünün herhangi bir parçasını üretmeye başlayan emekçi, ürettiğine yabancılaştı.
Zanaatkârlık yaptığı işi en iyi yapma çabası olarak tanımlanabilir. Zanaatkâr bir maddeyi, başka bir nesneye dönüştürürken, ortaya çıkan ürünü bütün olarak görebilir. Bant sistemiyle bütünden kopan emekçi, ürettiği ürüne yabancılaşırken, kendine de yabancılaşmış oldu. Emeğine ve ortaya çıkan ürüne yabancılaşan insan büyük bir manevi boşluğa düştü.
Varoluşçu psikiyatrinin babası sayılan Rolla May’in Kendini Arayan İnsan kitabının temelinde bu yabancılaşma var. “Boşluk” diye tanımlıyor bu yeni durumu. Boşluk anksiyete ve en çok da depresyonu beraberinde getiriyor. Ulvi bir amaçtan kopan insanın kendini işe yaramaz hissetmesi kadar doğal bir süreç olabilir mi? Ne yaparsa yapsın, hangi çılgınlığı, hangi eğlenceyi, hangi hazzı yerine koyarsa koysun, boşluk sürekli büyür. İşte tam da bu yüzden yine varoluşçu psikiyatrinin bir diğer önemli ismi Viktor E. Frankl, İnsanın Anlam Arayışı kitabını yazıyor.
1850’lerden neoliberalizmin başlangıç tarihi olarak kabul edebileceğimiz 1970’lere kadar süren bu döneme genel olarak bakacak olursak kabaca otoriter üretim modeli diyebiliriz. Ama 1920’lerden sonra değişen yeni üretim modelini göz ardı etmeden.
Bu otoriter üretim modeli hayatın her alanına sirayet eder.
Önce aile yapısına bakacak olursak; şehre göçle birlikte aile yapısı daha dar olmaya başlamakla birlikte hâlâ bugünkü anlamda çekirdek aile yapısına kavuşmamıştır. Ailenin reisi hâlâ babadır. Babanın otoritesi tartışılmaz veya esnetilmez bir yapıya sahiptir. Kadın evdedir ve ekonomik hayatın içine katılmamıştır.
Eğitim ise önce ev içinde başlar. Bu noktada ara tanımlama yapmak gerekiyor: İnsanlık tarihinin başladığı andan itibaren çocuk anneye bağlıdır. Eğitiminden de sadece anne sorumludur. İnsanı insan yapan özelliklerinin başında, çocuğun biyolojik olarak erken doğması gelir. İnsan türünün dört ayaktan iki ayaklı hale gelmesiyle birlikte kadının doğum bölgesi daralmış ve çocuğun doğumu oldukça erken gerçekleşmiştir.
Bunun sonucunda, doğduğu andan itibaren bir büyüğe ihtiyaç duyar. Hem biyolojik olarak hem de duygusal olarak bakıma muhtaç doğan çocuk, annenin bir parçası olarak büyümeyi bekler. İşte bu nedenle eğitim annenin özelindedir.Gelişen sanayi ile eğitimin de demokratikleşmesi ve yaygınlaşması kaçınılmazdır. Belirli bir yaşa gelen çocuk okula başlar. Sanayi yapısının gelişmesi ve belirli bir eğitim gerektirmesi, eğitim kurumlarının önemini artırmıştır. Ama dediğimiz gibi baba bir otorite olarak vardır ama çocuğun hayatında herhangi bir izi yoktur.
Aileden ayrılıp eğitim kurumlarına giden çocuk için otorite devam eder. Bu dönemi en iyi anlatan atasözü ise şudur: “Eti senin, kemiği benim.” Çocuk artık eğitim kurumu içerisinde yine otoriter bir anlayışla hayatını sürdürür.
Sınırlar bellidir, sınırların dışına çıkmak, şimdilerin en meşhur yönelimi olan, özel olanı keşfetmek değil, bu sınırlar içerisinde ortak bir ülküye yönelmektir.
Burjuva aileler için ise durum daha sistematiktir. Eğitimin en önemli parçası aile tarihinin ve birikiminin çocuklara aktarılması üzerine kuruludur.
Çağımızın önemli farklarından bir tanesini de yaşlanma üzerinden tarif etmiştik.
• Narsistik kişilik için en baskın tutku yaşamak, hayatta kalmaktır. Geçmiş ve gelecek kuşaklar için değil, sadece kendisi için yaşamak... Narsistik kişilik tarihsel devamlılığını kaybetmiş bir kişiliktir.
• Yaşlılıktan ve ölümden korkarlar, bağımlılıktan korkarlar ve özsaygıları için genellikle gençliğin, güzelliğin, şöhretin ya da çekiciliğin getirdiği hayranlığa ihtiyaç duyarlar. Narsis birey için yaşlanma özel bir dehşet içerir.
Bahsettiğimiz dönem için ölüm olağan bir sondur. Hatta şimdilerde çocukların ölüm ile tanışması (bunu daha da abartıp hiçbir şekilde acı ile karşılaşmasını önlemek için ailelerin büyük özen göstermesi) ile karşı karşıyayız. Ama bahsettiğimiz dönemde, ölümle tanışmak, acı ile tanışmak, eğitimin bir parçasıdır. Örneğin sokaklarda tabut taşınması, çocuk ne kadar küçük olursa olsun, cenaze merasimlerinin tamamına tanık olması bir zorunluluktu.
Cinsellik ve eğlence alanında da aynı otoriter ve sınırları belirlenmiş bir yapıyı tespit edebiliyoruz.
Tüm bu otoriter dönem için ilk yazıda belirtiğimizi tekrar edebiliriz.
Protestan ahlakında temel unsur, iş ahlakıdır. Başarı ve toplumsal kabulün önkoşulu, tasarruf ve çalışkanlıktır. Toplumsal yer etmenin temel ilkesi ise ağırbaşlılık, ılımlılık, iç disiplin ve borçlanmaktan kaçınmaktır. Bu karakter, özenle gerçekleştirdiği birikimi haz ve rahatlık uğruna değil, uzaktaki gelecek güzel günler adına inşa etmeyi tercih etti.
Bütün bunlar tabii ki bir iç baskı unsuru olarak, insanın içinde yaşadığı toplum ve kuralları adına baskılanmış olan ruh dünyasına da yansıdı.
Sonunda ne oldu?
Freud döneminin isteri krizleri ve nevrozları doğdu.
Yukarıda bahsettiğimiz gibi 1920’lerden sonraki üretim modelinin değişmesi, emeğe yabancılaşmayı doğurdu ve bu dönemde de en belirgin ruhsal hastalık olarak boşluk hissinin ve anlamın kaybolması ile birlikte depresyonun yaygınlaşmasını saptıyoruz.
Otoriter dönem için son olarak şunları söyleyip bırakalım.
Tüm kurumlarda hâkim olan şey belirli bir otoritenin etkisidir. Üretimde, tüketimde, ailede, eğitim vs. birey tüm bunların sonucunda kendinden daha üst bir yapıya hem ihtiyaç duyar hem de itaat eder. Ulus kavramı, çalıştığı işe, aileye, dinine veya cemaatine bağlılık üst seviyededir.
Kendisinden daha çok bu üstyapılar için hayatın amacı ve anlamı vardır.
Gelecek yazıda 1970’lerden itibaren başlayan yeni neoliberal üretim biçimini incelemeye çalışacağım.