Edebiyat, bir tarifin içine sığdırılamayacak kadar geniş bir alan. Üstelik tarihsel süreçte sözlü anlatı geleneğinden yazılı anlatıya geçildiği için günümüze dek her dönemde başka bir anlama gelmiş, başka ihtiyaçları karşılamıştır. Günümüzdeki anlamı ve tarifi edebiyatın modernizm döneminde ifade ettiği anlamla aynı değildir bu yüzden.
Her fırsatta hatırlattığım üzere, kapitalist ve rekabetçi dünyada, sıradan insanın sanatla, edebiyatla estetize edilmesi bir yana, cahilleştirilmesi büyük önem taşımaktadır.
Cahil insan, kolay yönetilebilen ve kolay manipüle edilebilen insan demektir. Sorgulamayan, sorularına cevap aramayan insandır. Sürünün etkisiz üyelerinden biridir ve hayatının her döneminde her konuda daima bir çobanın gütmesine ihtiyaç duymaktadır. Dolayısıyla günümüzün neo-liberal düzeninde yani zenginin aşırı zenginleştiği, yoksulların günden güne daha da yoksullaştığı bir siyasi yönetim şeklinin asıl amacı insanların duygularını ve düşüncelerini geliştirmek yerine mümkün mertebe körelmelerini sağlamaktır. Çünkü insanın gelişmesi değil, gericileşmesidir zenginlerin yoksulları yönetmeye devam edebilmelerinin en kolay yolu.
Bu yüzden çoğunlukla akla hayale gelmez mantıkdışı entrikaların konu edildiği ya fazla yavaş ya da fazla körleştirici diziler, cinayet haberleri üzerine kurulan, üstelik kendilerini polis, hâkim ve savcı zanneden sunucuların moderatörlüğünde yürütülen absürd televizyon programları, yeteneksizlerin yetenek mücadelelerini işleyen “O Ses Türkiye”, “MasterChef”, “Survivor” gibi yarı realite yarı kurgu yarışmalar, televizyonların en çok izlenen gözde prodüksiyonları arasında... Hastalıklı drama diziler ise son dönemin yeni modası... Toplumun hastalığına çare üretmek amacına değil, hastalığın gündelikleşmesi amacına hizmet eden niteliksiz ama aşırı uçlarda kaleme alınan zorlama hikâyeler.
Sosyalist gerçekçi edebiyatçılar edebiyatı “insan ruhunun mimarlığı” diye tarif ederlerdi. Aydınlanma’nın bir ürünü olarak insanı yüceltmek ve insan ruhunun derinliklerine inmekti sosyalistler için edebiyat. Özellikle roman, tamamen bir Aydınlanma dönemi edebiyatı olarak karşımıza çıkmıştır hep.
Kısacası Aydınlanmacılar ve ilericiler için edebiyat, insan ruhunun mimarlığı ise neo-liberaller için edebiyat insan ruhunun gecekondulaştırılmasıdır.
İnsan bir hayvan değildir
İnsan sadece genlerinin devamını sürdüren bir hayvan değildir. Her ne kadar yeni moda insanın genlerinin bir devamı olduğu teziyse de –
ki bu tez artık solculara bile kabul ettirilmiş olsa da– insan kesinlikle bir hayvan değildir.
İnsan, hayvanlığının üzerine entelektüel birikim yerleştirebilmiş yeni bir canlı türüdür. Hayvanlık içgüdü, insanlıksa birikimdir. İnsanın birçok davranışı kültürel birikimlerin sonucudur. Aynı zamanda insan ürettiğinin de bir yansımasıdır.
Edebiyat da insan için bir birikimin, bir üretim şeklinin yansımasıdır. Bilinen bir hikâyedir ama önemli olduğu için bir kez daha yinelemek isterim.
Bir sergi sırasında katılımcılardan biri, yüksek ücretle satılmış olan tablolardan birinin önünde Picasso’yu yakalar ve sorar:
“Bu resmi ne kadar sürede yaptınız?”
Picasso’nun cevabı ilginçtir:
“Beş dakikada...”
Picasso susup bekler ve karşısındaki adamın şaşkınlığı doruk noktasına ulaştığında “Beş dakikada ama kırk yıl artı beş dakika” der.
Ne kadar kitap okumuşsanız son okuduğunuz kitabı, önceden okuduğunuz kitapların birikimi kadar değerlendirip zevk alırsınız.
Günümüzün aşırı rekabetçi neo-liberal sistemi insanın bütün bu kıymetli birikimlerini yok etmek için uğraşır, hatta insanın birikimli olanından nefret eder.
Aydınlanmacı ve ilericiler ise, insanı birikimiyle değerlendirir.
Yalçın Küçük’ün
Tekeliyet kitabında Yeni Ortaçağ tariflerinden birisi de şu şekildedir:
“Ortaçağ birikime inanmamaktı, bu nedenle yarından korkuluyordu; Yeni Ortaçağ ise birikimden korkmaktır, dünün silinmesi bu nedenledir. Demek ki, Birinci Ortaçağ’ın yarını yoktur ve İkinci Ortaçağ’da ise dün yoktur, herkes gün’de ve an’da yaşamaktadır. Onlarınki, yarını olmayan insanların dünyasıydı, eğer yarını olmayan ‘insan’ olarak tarif edebiliyorsak ve şimdi biz dünsüz bir dünyada yaşıyoruz ve eğer bunu yaşamak sayıyorsak...”
Ray Bradbury’nin
Fahrenheit 451 romanında insanlar her şeylerini kaybetmişlerdir ama hâlâ beyinlerinin içi kendilerine aittir.
Fahrenheit 451’de her insan bir kitap olmaktadır ve insan birikimini temsil etmektedir. İnsanın geleceğe umut taşıyabilmesi için bir birikimi de beraberinde taşıyor olabilmesi gerekmektedir.
Tüm bu birikimsizlik ve geleceksizlik içerisinde biz yine de söylüyoruz ki mücadele bitmez, biriktirmek ve biriktirdiklerimizi bir ortaklıkla ileriye doğru taşımak zorundayız. Dünün birikimlerini ve geleceğin ütopyalarını bugün yeniden bir kez daha düşünmek zorundayız.
İnsan ürettiğinin yansımasıdır.
Yeniden başlıyoruz.