“Ben başkaları için acı çektim, bütün iyi insanlar gibi.”
– Ernest Hemingway
Öncelikle bu kısa deneme ne için yazıldı ve neden önemli onu açıklamak gerekiyor.
Diğer yazılarımda sık sık vurguladığım gibi, “dünya yeniden şekilleniyor” ve bu şekillenen dünyada aydınlar nasıl konum alacak? Yeni bir dünya savaşının eşiğinde olduğumuzu düşünüyorum. Tüm dünyanın yeni bir iç savaş dönemine girdiğini düşünüyorum. Her savaş dönemi içinde iç savaşları da barındırır.
Dünya reel sosyalizmin yıkılmasından sonra tek kutuplu dünyaya dönüştü. İdeolojilerin sonunun geldiği, küreselleşmenin herkese özgürlük getireceği vaadi sunuldu.
Gerçeğin öyle olmadığı uzun bir ortaçağ döneminin sonunda anlaşılmış oldu. “Küreselleşme” fikrinin“yeni emperyalizmin” bir kılıfı olduğu ortaya çıktı. Emekçilerin ve üçüncü dünya ülkelerinin
tarumar edildiği bir dönemi hep birlikte yaşadık. Zengin artık daha zengin, yoksul artık daha yoksul ve aşırı bireyselleşmenin sonucunda da mücadele olanakları neredeyse yok edilmiş durumda.
Mücadele eninde sonunda ortaklıklar gerektirir, içinde güven olgusunu barındırır. Güvenin ve ortaklıkların ortadan kalkması, insanları tekeller karşısında Kafka’nın deyişiyle “böceğe” dönüştürdü.
İç savaş romanlarına geçmeden önce kısa bir iç savaş tahlili yapmanın faydası var.
Üç çeşit savaş biliyoruz aslında. Birincisi kelimenin tam anlamıyla ilk akla gelen sıcak savaş... Devletler arası yaşanan savaşlar... Bu tür savaşlarda ölenler ve öldürülenler birbirleri hakkında hiçbir şey bilmiyorlar. Öldürenler kimi öldürdüklerinin farkında bile değil... Canını aldığı insanlar kimdir, ne yerler, ne içerler, nerede nasıl yaşarlar, iyi komşular mıdır, değiller midir, neşeliler midir, hüzünlüler midir, çalışırlar mı, çalışmazlar mı?
Hiçbirini bilmezler.
Sadece öldürürler veya sadece ölürler. Öldürürken de ölürken de pek bir şey hissetmezler. Bildikleri tek bir şey vardır:
Birlikte ölüme gitmenin, yalnız ölmekten daha kolay olduğu... İşte bunu gayet iyi bilirler sürüler halinde ölüme giden askerler.
İkincisi soğuk savaş... Öldürmek yok, yaralamak yok ama beyinlerin çürütülmesi var. Karşı tarafı ideolojik olarak safsatalarla boğmak, kendi toplumunu cahilleştirmek var soğuk savaşın temelinde.
Çünkü toplumsal cehalet için, öncelikle yönetenlerin cahilleşmesi gerekir. Ancak bir cahil, yönettiği toplumu istenen düzeyde cahilleştirebilir. Cahil olmadan cahilleştirmek zordur.
İç savaş; her sabah selamlaştığın, her akşam çorbasını götürdüğün, çocukluğundan beri tanıdığın insanı öldürmek demektir. Hatta bazı durumlarda aynı evde yaşadığın insana düşman olmaktır ve onu gerekirse öldürmektir. En acımasız savaştır bu. Öldüreni de yaralar, öldürüleni de.
İç savaşları diğer savaşlardan ayırmak sanıldığı kadar kolay değil. İç savaş sınırı, demokrasinin en hayati kanalıdır. “Sine quanon” diyebiliriz yani.
Aynı zamanda demokrasiyi ortadan kaldıran mekanizmalara da sahiptir iç savaş. Demokrasiyi geçici, marjinal ve frajil yapan da işte budur. Demokrasi için gerekli olan iç savaş, aynı zamanda
demokrasinin katilidir.
Öyleyse iç savaşta istikrarsız bir istikrar vardır ve buna sınırını da katabiliriz. Çünkü egemen otoritenin, iç savaş ihtimalini de, aslı her ne kadar uzak olursa olsun, iç savaş saydığını biliyoruz.
İç savaş daha muğlaktır. Taraflar da tarafların içi de karışıktır. İç savaş aynı zamanda ideolojik bir savaştır da: Baskı, candan çok beyni hedef alıyor.
İç savaşlarda şiddet bir ideolojiyi yerleştirmek içindir.
İç savaşlarda ölüm korkusu zenginliği artırmakla aynı oranda artar.
Yalçın Küçük, yakın Türkiye tarihinde üç tane iç savaş tespit eder.
Bir tanesi 1806-1826 Vaka-i Hayriye ile sonlanır ve bununla birlikte Osmanlı, Aydınlanmacı bir döneme girer.
İkincisi 1906-1926 yılları arasında Kemalizm’in kurulmasıyla son buluyor. Bu çok önemli bir tespittir. Kemalizm, İstiklal Mahkemeleri’yle tüm muhaliflerini saf dışı bırakmasıyla birlikte
iktidarı tam anlamıyla ele almış ve kendi kafasındaki cumhuriyeti kurmaya başlamıştır. Bir iç savaşın sonucudur.
Yalçın Küçük’e göre üçüncü iç savaş1966’da başlamış ama bitimine net bir çizgi çekilemiyor. Sonucunda gericilik yerleştirilmiş, ilk cumhuriyet yıkılmıştır diyor.
Araya ben bir ek yaparak üçüncü iç savaşın 1966’da değil 1975 gibi başlayıp 1985 gibi son bulduğunu söylemek istiyorum. Benim tezime göre bu üçüncü içs avaş sadece Türkiye’de değil, aynı yıllarda tüm dünyada bir iç savaş olarak başlamıştır. Benim tezime göre 1950’lerden itibaren dünya devrimler çağına girmişti. Her yerde her gün bir devrim patlak vermekteydi. Küba, Mısır, Libya, Suriye, Irak, Şili ve birçok Afrika ülkesi vs.
Dünya sistemi bunu önlemek için bir iç savaş taktiğine geçmiştir. Felsefi olarak bunu postmodern felsefeyle desteklemiş, iktisadi olarak da neoliberalizme geçmiştir. Bu konu tez doğrultusunda 1975-1985 arasında sürdürülen dünya iç savaşı Yeni Ortaçağ’ı yaratmıştır. Yani 1975’ten bu yana bir ortaçağ karanlığına adım adım ilerledik ve bugünler ortaçağın sonu olarak görünmektedir.
Her iç savaş sonlandığında rejimlerde büyük değişimler olur. Bu her zaman iyi yönde olmaz elbette, dünya daha büyük bir karanlığın içinde ve sürekli bir savaş durumunda da kalabilir, içinden devrimi de doğurabilir.
Benim tezime göre ayrıca Türkiye’de 1990’larda başlayan bir iç savaş daha vardır.
İç savaşın en belirgin özelliklerinden biri de aydın kırımıdır. Aydınların öldürülmesiyle birlikte topluma işaret verilir. Bu sonuncu iç savaşreel sosyalizmin çöküşüyle birlikte, yeni küresel emperyalizmi doğurmuştur. Daha doğrusu netleşmiştir ve önünde hiçbir engel kalmamıştır. 1990 ile 1997 arasında öldürülen aydınları hatırlamak, iç savaş işaretlerini sorgulamamıza yardımcı olabilir:
Bahriye Üçok 1990
Muammer Aksoy 1990
Çetin Emeç 1990
Musa Anter 1992
Uğur Mumcu 1993
Halen en çok hatırladığımız isimler oldukları için andım isimlerini...
3 Kasım 1996’da meşhur Susurluk kazasıyla bu iç savaşın bittiğini söyleyebiliriz. Devletin çok fazla ileri gittiği, iç savaşta kullanılmaktan kirlenmiş uçlarını törpülemeye yani restorasyona girdiği süreç olarak değerlendirebiliriz bu dönemi. İşin bu kısmını değerlendirmek konuyu çok uzatacağı için burada bırakıyorum.
İç savaş konusunda dört kitaptan bahsedeceğim özellikle. Çanlar Kimin İçin Çalıyor, Durgun Akardı Don, Pereira İddia Ediyor ve son olarak Lizbon’a Gece Treni. Bu dört kitaba konusu ve içinde geçtiği dönem bakımından iç savaş romanları yakıştırmasını yapabiliriz.
Hemingway’in romanından başlayabiliriz o halde...
Amerika’da öğretmenliği bırakarak İspanya İç savaşı’na gelen Robert Jordan, kendini bir dünya vatandaşı sayarak faşist Franco ile Cumhuriyetçiler arasındaki iç savaşa taraf olarak girer. Sonrasında İspanya’nın dağlık bir bölgesine demiryolu köprüsünü uçurmak için gönderilir. Dört gün içinde geçen bu hikâyede Jordan, bölgedeki köylülerin arasındayken hem kendini, hem savaşı, hem faşizmi, hem de aşkı sorgular.
Romanın kahramanlarından biri olan yaşlı köylü Anselmo üzerinden kendi fikirlerini şöyle ifade eder yazar Hemingway:
“Bir piskopos bile öldüremem ben. Ne türden olursa olsun, mal mülk sahibi birini de öldüremezdim. Bundan sonraki yaşamlarım boyunca onları, tıpkı bizim tarlalarda çalıştığımız gibi, tıpkı bizim
dağlarda odun kestiğimiz gibi her gün çalıştırırdım. Böylece insanın ne yapmak için yaratılmış olduğunu anlarlardı. Bizim uyuduğumuz yerde uyumaları gerektiğini, bizler gibi yemeleri gerektiğini ama her şeyden önce de çalışmaları gerektiğini anlarlardı. Böylece öğrenirlerdi işte.”
Robert Jordan üzerinden de savaşı sorgulatır okura:
“Savaşın ağız kurutan, korkuyu silip atan, insanı arındıran esrikliğini öğrenmişsinizdir, dünyadaki tüm yoksullar için, tüm zorbalığa karşı, inandığınız her şey için, içinde yaşamak için eğitildiğiniz yeni bir dünya için savaşmışsınızdır.”
İç savaşların şöyle kötü bir huyu vardır: Uzadıkça düşmana benzemeye başlarsınız. O ilk zamanlardaki ulvi amaçlarınız, istemediğiniz araçlara teslim olur ve sona yaklaştıkça bir de bakmışsınız ki savaştığınız düşmana benziyorsunuzdur. Bu yüzden iç savaşların ideali kısa sürmesi ve sonuca ulaşmasıdır.
Robert Jordan dedesinin izinden gitmeye çalışıyordur. Ondan dinlediği Amerikan İç savaşı’yla ilgili anılar kitap boyunca aktarılıyor. Dedesinin haklı olarak Amerikan İç savaşı’na “isyan savaşı” adını verdiğini söylüyor. Birçok iç savaş aslında bir isyan savaşı olarak başlar.
Romanın ana karakterlerinden biri olan Kırpık Saçlı Kız, annesiyle babasının kurşuna dizildikleri anı şöyle anlatır:
“Dinle bak. Seni de beni de etkileyen bir şey anlatacağım. Matadero’daki kurşuna dizme işinden sonra bizi, olayı gören ama kurşuna dizilmeyen akrabaları alıp o sarp tepedeki Matadero’dan kasabanın meydanına getirdiler. Hemen herkes ağlıyordu; ama kiminin gördüklerinden dili tutulmuş, gözyaşı pınarları kuruyup kalmıştı. Ben de ağlayamıyordum. Olan bitenleri fark etmiyordum,
çünkü gözlerimin önünde bir tek anamla babamın kurşuna dizildikleri an vardı, bir de annemin, ‘Yaşasın bu köyün belediye başkanı olan kocam’ diye bağırışı, kafamın içinde bitip tükenmeksizin yinelenen bir çığlık. Annem Cumhuriyetçi değildi, o yüzden ‘Viva la Republica’ demezdi, ancak orada, yüzükoyun, anamın ayakları dibinde yatan babama Viva diye bağırmıştı.”
İç savaşta ölenler ve öldürenler hep yakın, aynı kasabanın içinde birlikte yaşamış insanlar...
İç savaş budur işte. Ve Durgun Akardı Don’da da köyün içinden akrabalar kısa sürede Bolşevik ve çar yanlısı oluveriyorlar. İçki içtikleri kapı komşuları birbirini öldürmeye başlıyor. Ve Durgun
Akardı Don eninde sonunda iki ideoloji arasında sıkışıp kalmış bilinçsiz köylülerin hikâyesidir.
İç savaşta taraflar belirsizleşir ve birbirine karışır. Taraf olanların tarafı da hızla değişebilir. Bugün devrimci saflarda yer alanlar yarın bir de bakarsınız ki devlete çalışan ihbarcılar olmuşlardır.
Tıpkı Çanlar Kimin İçin Çalıyor romanındaki Pablo gibi...
Cumhuriyetçilerin safında yer alan Pablo, gerilla devrimine en büyük ihaneti yapar bir süre sonra.
İç savaşlarda zaman kavramı değişir, hızlanır, çok hızlı akmaya başlar. Robert Jordan köprüyü uçurmak için geldiği dağlarda Kırpık Saçlı Kız’la tanışır. “Tavşan” der ona. Ömrü boyunca yaşayabileceği her şeyi dört güne sığdırır. Dört gün içinde her duyguyu yaşarlar. İç savaşlarda her duygu gerçektir ve zaman fazlasıyla süratli ama sonsuz derecede de uzundur.
Kitabın iç savaşla yüzleştiği bölümüne geçmeden önce yine tartışmaya açtığı mülkiyet kavramı üzerinde duralım biraz.
“Benim için en önemli olan şey burada rahatımızın bozulmaması” diyor romanın kahramanlarından Pablo. “Burada, yanımdakilere ve kendime karşı sorumluluğum var.”
Anselmo: “Kendine. Evet” dedi. “Uzun zamandır kendine. Kendine ve atlarına. Atların olmadan önce bizimleydin. Şimdi kapitalistin biri olup çıktın.”
Hikâyenin başında bir çete lideri olan Pablo’nun sadece birkaç at sahibi olduktan sonra nasıl mülkiyet düşkünü birine dönüştüğü anlatılıyor. Mülkiyetin insanı kirleten bir şey olduğunun altı çiziliyor romanda. İlk çiti çeken kişiyle başlayan mülkiyetçilik, insanoğlunun hayatına bir mıh gibi kötülük olarak çakılıyor maalesef.
Bu kısacık diyaloğun finale kadar taşınması ve finali de etkilemesi elbette Hemingway’in yazarlık başarısıdır. Yaşamı, evrensel değerleri, iç savaşı, insanın savaştaki rolünü ve hayatın değerini tartışırken mülkiyet kavramını da sorgulamadan geçmemesi çok kıymetli...
Bir iç savaş romanı olarak Ve Durgun Akardı Don’un yerine sanırım hiçbir edebiyat eseri konamaz. Hâlâ bu fikirdeyim. Yirmili yaşlarda yazdığı bu büyük epik eser sonrasında Şolohov’a 1965
yılında Nobel Edebiyat Ödülü verildi.
1917 Ekim Devrimi’nden sonra üç yıl boyunca Kızıl Ordu ile Beyaz Ordu arasında yaşanan uzun bir iç savaş döneminin anlatıldığı bu roman, yaşananların Kazaklar arasında, halkın en alt tabakasındaki yansımasını gözler önüne serer. Bu savaşı deneyimleyen insanların ruh halini popülariteye hiç kaçmadan, olduğu gibi aktaran uzun soluklu bir yapıttır.
Hikâyenin kahramanı ise bir Kazak köylü olan Vyeşenskaya’da yaşayan GregorMelehov’dur.
AntonioTabucchi’ninPereira İddia Ediyor romanını da eskiden okumuş ve çok etkilenmiştim. Portekiz’deki Salazar faşizmi ve iç savaş günleri anlatılıyordu bu kitapta... Salazar döneminden söz
eden bir kitap daha var ki son zamanlarda okuduğum iyi romanlardan biri diyebilirim: Lizbon’a Gece Treni...
Bu ikisinden de ayrıca bahsetmek istedim. Çünkü hem aynı yılları anlatıyorlar hem de aynı coğrafyada geçiyor öyküleri... Avrupa’daki faşizmin ayak sesleri adeta...
Pereira İddia Ediyor yakın tarihte çizgi roman olarak basıldı. Romanın arka kapak yazısını olduğu gibi aktarmak isterim. Çok etkileyici:
“Yıl 1938 Lizbon. İspanya’da iç savaş, İtalya’da faşizm, Portekiz’de Salazar diktatörlüğü. Bir akşam gazetesinin kültür sayfasını hazırlayan Pereira’nın ‘ölümcül’ bir gazetecilik anlayışı vardır: Ölmüş yazarlarla ilgili anma yazılarına ve yaşayan yazarlar için önceden yazılmış ölüm yazılarına meraklıdır. Tıpkı kendi yaşamının da geçmiş ve anılar üstüne kurulu olması gibi. En yakın dostu, ölmüş karısının resmidir. MonteiroRossi adında bir delikanlı ve sevgilisi Marta’yla tanışması, yaşlı gazetecinin yaşamını temelden değiştirecek, onu içsel bir olgunluğa, acılarla yüklü bir bilinçlenmeye
yöneltecektir.”
Çizgi romanın arka kapağı ise aynen şöyle:
“İyimser bir varoluşçu çizgi roman, 1938 yılının Temmuz’unda, Salazar diktatörlüğünün hüküm sürdüğü Portekiz’in Lizbon şehri... Sıcaktan kavrulan bir şehirde, yaşlıca bir gazeteci olan Pereira,
oldukça muhafazakâr bir gazete olan Lisboa’nın kültür-sanat sayfalarında 30 yıldır her gün yazmaktadır. Durgun yaşamına, bir gün hiç beklenmedik şekilde Francesco Monteiro Rossi adında bir
adam girer. Pereira onu stajyer yazar olarak işe alır. Ancak genç yazar, Pereira’nın kendisinden yazmasını istediği isimler yerine, faşist rejimin düşmanı Lorca ve Mayakovski gibi yazarlardan bahseder.
Pereira, bu tehlikeli iş arkadaşını kovmak yerine korur. Totaliter rejime ve sansüre karşı direnişin sembol eserlerinden biri olan Pereira İddia Ediyor, diktatörlük baskısıyla yaşayan bir adamın
bilinçlenme yolculuğunu anlatıyor.”
Bu örneği vermemin bir diğer nedeni, aynı eseri sinema filmi veya çizgi roman olarak okumakla, roman olarak okumanın farkını ortaya koymak.
Bir edebiyat eseri her okuyucu için başka bir yaratım sürecidir. Romanda bahsedilen bir karakter ya da bir mekân her okurda başkadır. Okuyucunun kendi birikimi bu sahnelerin yaratımını özelleştirir. Sinemada veya çizgi romanda bize sunulan her şey, yönetmenin kendi yorumu, birikimi ve özelleştirmesidir.
Pereira İddia Ediyor’un romanından daha çok etkilenmiştim tabii ki. Çünkü kendi hayal gücüm ve kendi anlamım devredeydi. Çizgi roman olarak okuduğumda ise çizerin gözünden olayları ve olayların altında yatan derinliği okumak elbette çok doyurucu gelmedi. Yine de mutlaka okunması gerekir tabii.
Lizbon’a Gece Treni de Salazar dönemi iç savaşında devrimcilerin safında savaşan bir doktorun hikâyesidir. Bir gün bölgenin en azılı işkenceci komiseri kapısının önünde devrimcilerle girdiği çatışmada vurulur. Doktor bir karar vermek zorunda kalır. Arkadaşlarının kanıyla da elleri kirlenmiş bu adamı içeri alıp tedavi mi etmeli midir yoksa onu dışarıda bırakıp ölüme mi terk etmelidir? Bu iki duygu arasında gidip gelen doktor sonunda işkenceciyi içeri alır ve tedavi eder. Sonrasında arkadaşları ve devrimciler tarafından dışlanır.
İç savaş ikilemlerle de doludur gördüğünüz gibi... Eminim pek çok aydın bu ikilemi yaşamıştır.
Bu arada İspanya İç savaşı’yla ilgili kısa bir bilgi verip diğer konumuza gönül rahatlığıyla geçebiliriz.
17 Temmuz 1936-1 Nisan 1939 tarihleri arasında, demokratik seçimle İkinci İspanyol Cumhuriyeti’ne sadık Cumhuriyetçiler ile General Francisco Franco liderliğinde isyancı bir grup olan
Milliyetçiler arasında yaşanmıştır. Savaşı Milliyetçiler kazanmıştır ve Franco, 1939’dan öldüğü yıl olan 1975’e kadar İspanya’yı yönetmiştir.
İspanya İç savaşı’nda tam 600 insan hayatını kaybetmiştir. İspanya İç savaşı sanki tarih sahnesinde bir ön-oyundur. Bitiminde uzun yıllar dünya faşizmin ayakları altında ezilecek, milyonlarca insan hayatını kaybedecek, birçok aydın, ilerici bu faşizm yüzünden hayatından olacaktır.
Akıl hep meraklıdır, öğrenmek ister. Merak diri tutar zekâyı. Kalp ise bambaşka yollardan öğrenir hayatı. Bilmek istemez, sadece hissetmek ister. Bilim ve sanat arasındaki ayrım gibi... Biri akılla tarif edilir diğeri duygularla...
Bir roman üzerinden konuyu tartışmak yepyeni düşünce kapıları açar önümüze.
Bilimsel yollarla da tartışabilirdik iç savaş meselesini. Fakat romanla konunun içinde duygularımızla yol almak bize başka anlamlar ve katkılar sağlayacaktır.
Çanlar Kimin İçin Çalıyor romanında Hemingway şöyle söyler: “Ben başkaları için acı çektim, bütün iyi insanlar gibi.”
İyi insan olmak aslında kendini düşünmekle değil, başkalarını da düşünmekle ilgili... Başkaları için riski göze almakla ilgili değil mi? “Bir yıldır inandığım şey için dövüştüm. Burada kazanırsak her
yerde kazanırız. Dünya güzel ve uğruna dövüşülmeye değer...” der yazar kitabın finaline doğru. Evet, eğer İspanya’da gerçekten Cumhuriyetçiler kazansaydı Hitler faşizmi milyonlarca insanın başına musallat olmayacaktı.
Öyle bir çağa ulaştık ki artık başkaları için hiçbir şeyini feda etmeyen, bencil bir insanlıkla karşı karşıyayız. Gelin şimdi bu konuyu enine boyuna tartışalım.
Başkaları için ölümü göze alan insanların hikâyesi bitti, kendinden başkasını sevemeyen narsislerin hikâyesini yaşadık uzun süredir. Ama kapımızda savaşlar ve iç savaşlar...
Buyursunlar!