Yeni toplumsal yapılar, yeni toplumsallaşma türlerini beraberinde getirir. Kendilerine göre yeni bir ahlak silsilesi yaratırken, yeni bir örgütlenme anlayışı da geliştirirler. Yeni deneyimler, yeni eğlence anlayışı, yeni aşk, yeni aile kavramı da bunlarla birlikte hayata geçer. Her yeni düzen, temeldeki karakter yapısını da yanında taşır. Karakter insanın içinde yaşadığı topluluğun toplamının bir yansımasıdır. Yeni oluşan düzen, insanın psikolojik –ama aynı zamanda biyolojik– yapısında ve hastalıklarında da kendini yeniden oluşturdu. Christopher Lasch, Narsisizm Kültürü kitabında çağı şöyle tarif eder:
“Freud döneminde isteri ve nevroz, gelişimin ilk evrelerindeki kapitalist düzenle bağlantılı kişilik özelliklerini uçlara taşıdı – açgözlülük, fanatik biçimde çalışmaya adanmak ve cinselliğin şiddetle bastırılması.”
Lasch’ın “Freud dönemi” ismini vererek tarif ettiği dönem, kapitalizmin yerleşme aşamasındaki dönemdir. Protestan ahlakı olarak da tarif edilen bu döneme yeniden bakmak gerekir.
Protestan ahlakında temel unsur, iş ahlakıdır. Başarı ve toplumsal kabulün önkoşulu, tasarruf ve çalışkanlıktır. Toplumsal yer etmenin temel ilkesi ise ağırbaşlılık, ılımlılık, iç disiplin ve borçlanmaktan kaçınmaktır. Bu karakter, özenle gerçekleştirdiği birikimi haz ve rahatlık uğruna değil, uzaktaki gelecek güzel günler adına inşa etmeyi tercih etti.
Bütün bunlar tabii ki bir iç baskı unsuru olarak, insanın içinde yaşadığı toplum ve kuralları adına baskılanmış olan ruh dünyasına da yansıdı. Sonunda ne oldu?
Freud döneminin isteri krizleri ve nevrozları doğdu.
Çağımızın en belirgin ruhsal hastalığı ise “narsisizm” olarak görünmekte.
Bunu yaratan sebep elbette ki yeni üretim tarzıdır. “Esnek üretim modeli insanlığa yeni bir hastalık bağışladı” da diyebiliriz. Yeni neo-liberal iktisadi düşünce, üretmenin yerine tüketimi ön plana çıkardı. Sakinliğin yerine hızı, düşünmenin yerine de görünmeyi ve görülmeyi koydu. Varoluşun temel tamamlayıcısı artık görülmek...
“Düşünüyorum öyleyse varım” yerine artık “Görülüyorum öyleyse varım” aşamasına geçmiş bulunuyoruz.
Başkaları tarafından görülmediğinde yaşamadığını düşünen insanlarla sarılıp sarmalanmış bulunuyoruz artık.
Hayatlarını herhangi bir biçimde iyileştirmekten umudunu kesen insanlık, ruhsal açıdan kendi içdünyasına çekildi. Yoğun gelecek kaygısı, birikim yapmanın yeni bir şekli olarak insanların kendilerine yatırım yapması olarak yansıdı. Duygulara aşırı önem verme bu çağın belirgin özelliği olarak karşımıza çıkıyor. Bunu sanatta, edebiyatta ve kişisel ilişkilerde oldukça üst seviyelere taşıdılar.
Duygularla bağlantı kurmak, sağlıklı beslenmek, dans kursları ve elbette bilumum başka kurslar, Doğu mistisizmine kapılma, ilişki kurmayı bir retorik haline getirme ve önem sırasında üstlere taşıma bir program etrafında şekillenmeye başladı. Otantiklik ve farkındalık ambalajına sarılıp pazarlanan tüm bu kavramlar, toplumun neredeyse her hücresine hâkim oldu.
Lasch bu durumu şöyle açıklıyor:
“Şu anda en baskın tutku yaşamaktır – önceki ya da sonraki kuşaklar için değil, kendin için yaşamak. Tarihsel devamlılık duygusunu, geçmişten doğan ve geleceğe uzanan bir kuşaklar silsilesine ait olduğumuz duygusunu hızla kaybediyoruz.”
Temelde kendini evrenin ve insanlığın bir parçası olarak göremeyen insanın elinde sadece yaşamak tutkusu kalıyor.
“Yükselmeye başlayan dünya görüşü yalnızca benliğe odaklanır ve bireysel hayatta kalma biricik fayda olarak görür.”
– Peer Marin
Bu dönemde kişisel terapi kendisini kolaylıkla dinin yerine koyar. Bunu kendiniz de kolaylıkla tespit edebilirsiniz. Her köşe başında hatta neredeyse artık bakkal sayısından fazla psikolog ve psikiyatr klinikleri mevcut semtlerde. Elbette bu listeye yaşam koçları, kişisel gelişim atölyeleri, farkındalık kursları da eşlik ediyor.
İtirafçı ruhlar haline bürünmüş bir insanlık görürüz karşımızda. Sürekli olarak hep bir “kendini açıklama hali” artık birini dinlemenin yerini anlatıma/anlatmaya bırakmış durumda. Bu tutumun en belirgin yansımasını edebiyatta görürüz.
“Kişisel malzemeyi kurgulamak ya da farklı biçimde yeniden düzenlemek yerine onu sindirilmemiş durumda sunmayı seçerek okuru kendi yorumuyla baş başa bıraktılar. Günümüzde pek çok yazar, anılarını işlemek yerine okurun ilgisini canlı tutmak için salt kendini anlatmaya güvenerek ve okurun anlayışı değil, ünlü insanların özel yaşamına yönelik iştahlı merakına hitap ediyorlar.”
Bu tip yazarlar aldıkları herhangi bir eleştiri karşısında kendilerini aynen şu şekilde savunurlar:
“Ben böyle hissettim, bir sanatçı olarak bu tamamen benim kişisel yorumum, davranışı onaylamıyorum, sadece bildiriyorum.”
Tam bir zırvalıklar silsilesi...
Bunun dışında sıkça karşılaştığımız yeni anlatım tekniklerinden biri de güvenilmez, kafası bulanık anlatıcıyla kaleme alınan yazılardır. Yazar kendi sesiyle konuşur ve kendi gerçeklik versiyonuna da güvenmemesi gerektiğini dikte eder. Yazar ciddiye alınma hakkından vazgeçerken ciddiye alınmanın getirdiği sorumluluktan da kaçmış olur böylece.
Narsisizmin en belirgin özelliklerinden biri tam da burada ortaya çıkar:
Sorumluluk almamak.
“Bu kaçamaklı biçime bürünen itirafçı yazı giderek yozlaşarak inkâr halini alır. İçsel yaşam anlatısı, istemeden bir içsel yaşam parodisi haline gelir. İçedönüklüğü onaylar görünen yazım türü, bize artık ciddiye alınamayacak şeyin tam da içsel yaşam olduğunu söyler.”
Halbuki önceki yazılarımda da sıkça tekrarladığım üzere; edebiyatçı gerçekleri aktaran değil, gerçekliğe yeniden form veren kişi değil midir?
Tamamen kendisine odaklanan insanoğlunun en nefret ettiği şey nedir artık biliyor musunuz?
Topluluğun ve tarihin bir parçası olduğu gerçeğini kabullenmek...
Hal böyle olunca sürüden ayrıldığını düşündükçe daha büyük bir sürünün parçası olduğu gerçeğini ne yazık ki hiç ama hiç fark edemiyor.
Yaşadığımız dönemin kodlarını ve insanını anlamaya çalışıyorsak –ki bunu daha güzel bir dünya yaratmak için, yeni insanın oluşması için yapıyoruz– onun davranış modellerini, yapısını ve düşünce sistemini de anlamamız gerekiyor.
Bugünün insanının en temel özelliği gelecek kurgusunu kaybetmiş olmasıdır. Gelecek kurgusunu kaybeden insanın geçmişe de ihtiyacı kalmıyor. O zaman cümleyi şöyle değiştirebiliriz:
Gelecek ve geçmiş kurgusunu kaybetmiş bir insan topluluğuyla karşı karşıyayız artık...
Bunun sebeplerini başka yazılarımda sıklıkla vurguladım.
Neo-liberal ekonomi, esnek çalışma modeli, üretim yerine tüketim toplumunun inşası, felsefi olarak gerçeğin parçalanmasını ve yok olmasını sağlayan postmodern felsefe olarak sıralayabilirim.
Psikolojik olarak insanlığın geldiği noktaya odaklanmak niyetindeyim bu yazıda.
Dolayısıyla çağımızın hastalığı narsisizm meselesine geri dönüyorum.
Öncelikle narsisizm ne demek ona bakalım, sonrasında insanoğlu üzerindeki etkilerini inceleyelim.
Azra Erhat’ın Mitoloji Sözlüğü’ne bakacak olursak, Narkissos’un hikâyesini bize Ovidius’tan aktardığını görürüz. Aynı şeyi Javier Cercas, Sahtekâr romanında da Narkissos hikâyesini en iyi anlatanın Ovidius olduğunu söyleyerek, oradan alıntılar yapar. Ovidius’un Dönüşümler’inin üçüncü kitabında anlatılır hikâye. Narkissos’un hikâyesi zorbalıkla başlayan trajik bir hikâyedir. (Zorbalık konusu ilginç, özellikle sonraki yazılarımda bu konuyu irdelerken siyasilere baktığımız bölümde her şey yerli yerine oturacak.)
Irmak Tanrısı Kephissos, su perisi Liriope’yi kaçırır ve ona tecavüz eder. Liriope, bu tecavüzün sonucunda, bir oğlan dünyaya getirir. Göz kamaştırıcı bir güzelliği olan oğluna Narkissos adını verir. Liriope, Teiresias adındaki kör kâhine, oğlunun uzun yaşayıp yaşayamayacağını sorar. Tuhaf ve kesin bir cevap verir Teiresias. Narkissos’un kendi yüzünü görmediği sürece yaşayacağını söyler. Narkissos sakin bir çocukluk geçirir. Gençliğinde birçok erkek ve kadın âşık olur kendisine ama hiçbirisine yüz vermez. Bir gün ormanda geyik avlarken, su perisi Ekho ile karşılaşır. Ekho görür görmez âşık olur Narkissos’a. Ama Narkissos Ekho’ya da yüz vermez ve Ekho şöyle ilenir: “Umarım tıpkı benim gibi âşık olur; umarım tıpkı benim gibi, arzuları karşılıksız kalır.
” İntikam Tanrıçası Nemesis bu ilenmeyi duyar ve Narkissos’un ortadan kaldırılması hükmünü verir.
Bir gün ırmaktan su içerken Narkissos kendi yüzünün yansımasını görür. Ne olduğunu bilmediği vücudu olmayan bu yüze âşık olur. Suyun, bu suretin vücudu olduğunu düşünür ilk.
Ovidius bunu şu dizelerle anlatır:
“Neyi gördüğünü bilmiyor, fakat yanıyordu onunla.”
Aslında Narkissos bilmediği bir şeye âşık oluyor önce.
Ovidius şöyle devam eder:
“Anlıyorum, o benim, aldatmıyor artık hayalim.
Tutuşturan da ben, yanan da.”
Sudaki suretini gören Narkissos, Paros mermerinden yontulmuş heykel gibi hareketsiz kalır. Ekho’nun bedduası tutmuştur. Kendisini görmesiyle hayatı son bulur.
“Beyaz taçyaprakları olan sarı bir çiçeğe” dönüşür, yani nergise.
Ovidius’un anlatısında, aslında kendinden nefret eder Narkissos. Kendinden korkar, sürekli kendisini var gücüyle aşağılar. O yüzden kendisini görür görmez ölür.
O yüzden narsisizmin temelinde önce yoğun bir trajedi, aşağılanma ve acı mevcut. Kendinden nefret etmeyle başlayan, kendine bir yabancılaşma söz konusu.
“Arkasında hem sakladığı hem de koruduğu bir yalan; gerçekliğini, hayatın mutlak pisliğini ya da hayatın mutlak pisliği olarak algıladığı şeyi, ortalama, alelade biri oluşunu, bayağılığını, kendisini tepeden tırnağa horlayışını gizleyecek yeterlilikte bir kurmaca üretir. Dalavereyi sürdürebilmek için başkalarının hayranlığına; önünde yükselttiği kusursuz perdeyi kimsenin çekip almaması için de iktidar ve hâkimiyete gereksinir narsis. Narsis, derin bir üzüntü ve korkuyla, özgüven, gurur ya da kibir kılığına girmiş kronik bir güvensizlik halinde, içerisindeki baş döndürücü boşluktan korktuğu dipsiz delilik kuyusunun ağzında yaşar; iğrenç gerçekliğini unutmak için inşa ettiği süslü kurmacaya meftun olmuştur. O yüzden sadece suçluluk duygusu değil, hiçbir duygu nüfuz edemez ona; kendisini zayıf düşürecek, imha edecek olan şeyden uzak durmaya çalışır.”
Javier Cercas, Sahtekâr romanında narsisizmi böyle tarif ediyor. Çağımız yalan ve sahtekârlık çağı, bunu yaratan da toplum içindeki bireylerin çoğunun narsistik kişilik bozukluğunu yaşaması.
Narsisizm kendini yeniden kurgulamaktır diyebiliriz. Kendisini yeniden kurgularken yalana ve sahtekârlığa başvurur. Kendisinin de bir kurmaca yazarı olduğunu söyler Cercas ve acaba bizler de birer narsis miyiz diye sorgular. Sonrasında şu sonuca varır. Edebiyat bir kurgudur evet ama, “Olgusal yalan, edebi hakikate ulaşmanın yoludur” diye savunur kendisini:
“Doğru bir sezgidir bu. Narsisizmin toplumsal kabul görmüş tarzıdır edebiyat. Romancı, aynen mitolojideki Narkissos ve gerçek hayattaki Marco gibi, büsbütün hoşnutsuzdur hayatından.
Birçok psikolog, narsisliğin –aynen Narkissos’un, Kephissos tarafından Liriope’ye uygulanan şiddetin ürünü olması gibi– şiddetin ya da derin yaranın, çocuğun baş edemeyeceği kadar korkunç bir anın, bir aşağılanmanın, özsaygının vahşi darbe almasının, aile içinde erken yaşanan bir dehşet deneyiminin sonucunda, çocuklukta ortaya çıktığını ve büyük kurmacanın, aşağılık duygusunu örten maskeden, aşağılanmanın vahşi darbenin ya da dehşet deneyiminin bıraktığı derin ve daimi yara izinden öte bir şey olmadığını öne sürüyor.”
Demek ki temelde bir aşağılanma, travma var ve bu narsis kişide bir maske ile kamufle ediliyor. Kendini yeniden kurgulamak zorunda kalıyor.
***
Narsisizmi tarif ederken sadece “kendine âşık olma hali” ifadesini kullanmamız katiyen yeterli değil. Günümüz narsisizmini şu üç temel üzerinden irdeleyebiliriz:
1. Geçmişten ve gelecekten kopuk bir biçimde ana odaklanmak.
2. Toplumdan kopuk olarak kendine odaklanmak.
3. Bütün kavramların tariflerini kendisi üzerinden yapmak.
Gelecek kurgusu olmayan insan derin bir boşluğa düşer. İçerideki boşluk hissi, sahicilikten kopma, yalanın bir yaşam biçimi haline gelmesi, yalnızlık hali ve terk edilmişlik hissi en çok gözlenen belirtiler.
Eskiden olduğu gibi toplumun üst ve üst-orta kesimini kapsamıyor artık narsisizm... Toplumun en alt kazananları arasında da yaygınlaşmakta.
Etrafı saran tehlike ve belirsizlikten doğan bu durum gelecek kurgusunu tamamen yok etmekte.
Egemen ideoloji bu sonucu yaratmak için çok ama çok uğraştı. Bir korku toplumu yaratıldı. Önümüze sadece kıyamet senaryoları sürüldü. Doğal felaketlerden korkma, pandemi, nükleer savaş korkusu, AIDS korkusu, kanser korkusu...
Korkuları besleyen sanat, distopik eserler üretmeye devam ediyor. Kıyamet senaryoları içeren filmler çekiliyor, kitaplar yazılıyor.
Geçmişi bilmemek ve reddetmek, gelecek kurgusuna sahip olamamak bizi ortaçağ insanına benzetti. Ortaçağı en iyi yansıtan kitap Giovanni Boccaccio’nun Decameron adlı eseridir. 1300’lü yıllarda Avrupa nüfusunun neredeyse yarısını yok eden kara veba hastalığı sonucunda, insanların sadece anı yaşamak için bir mağaraya kapanması ve türlü hazlar deneyimlemesini anlatır bu roman. İnsanın bir gelecek kurgusu yoksa, elinde sadece şu anı yaşamak kalır ve böylece haz çağı da başlamış olur. Eğlence biçimleri konusunda da bu meseleyi etraflıca ele alıyor olacağım.
Konu çok uzun ve çok önemli... Gelecek bölümlerde, bu yeni hastalığın insanların gündelik hayatlarına etkisi, ekonomiye etkisi ve siyasete etkisini, eğlence anlayışındaki değişimi ve aşka bakışını da (erotizm ve porno kültürü) tartışmaya devam edeceğiz.