Yazının amacını ve sınırlarını baştan belirlemekte fayda var. Bu yazının aşkın evrensel tanımı, tarihçesi ve bir aşk güzellemesi içermeyeceğini söyleyebilirim. Amacım günümüzde yaşanan ikili ilişkilerin sosyo-psikolojik yapısına göz atmak ve nedenleri ve sonuçları üzerinde düşünmek. Çünkü günümüze baktığımızda (kişisel gelişim zırvalarının en çok işlediği konunun bu olması bir tesadüf değil elbette) insanların asıl sorununun aşkı bulamamak, sorunlarının temel sebebinin de sağlıklı ilişkiler kuramamak olduğunu düşünmelerinin sağlanmaya çalışıldığını tespit ediyoruz. Çok fazla konuşulan ve herkesin bir fikrinin olduğu bir konuyu işlemek ve bir yerinden tutup sürdürmek zor bir iş. Futbol gibi herkesin ahkâm kestiği bir konudan bahsediyoruz. Kötü kullanılan her şeyin kirlenmesi gibi, gereksiz yere fazla kullanılan her şeyin de içi boşalır. Olur olmaz kullandığımız “aşk” terimi gerçekten bize neyi ifade ediyor? Kısacası topluma tek sorunun ilişki sorunu olduğu, bunu çözerlerse mutluluğa ulaşacakları salık veriliyor. Dilimiz döndüğünce bunun böyle olmadığını açıklamak için çaba sarf edeceğiz ama aynı zamanda başka bir sorun da kapımızda beklemekte: “Şimdi dünya bu kadar çok çıkmazın içindeyken, siyaset bu kadar kızışmışken böyle bir konuyu işlemek gerekli miydi?” sorusunu da göğüslemek gerekiyor. Evet soru oldukça haklı ama toplumun apolitik kesiminin bu kadar yoğun olduğu bir zamanda ve insanların kafasında sadece sanki tüm sorunumuzun ilişki sorunu olduğu düşünülürken bu konuyu işlemezsek olmazdı. İleride aşk kavramını tarihsel süreciyle ve üretim tarzlarının değişmesi sonucunda her dönemin aşk anlayışı üzerine yazmak istediğimi yakın çevrem bilir. Bunu da şu yüzden söyledim, insanlık tarihi aşkın da tarihi değildir. Aşk kavramı çok yeni bir kavramdır. Modernizmin bir sonucu diyebiliriz. Ayrıca Engels’in Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni kitabını yazma sebebinin de aynı endişelerin bir sonucu olduğuna eminim. Gelelim asıl konumuza; neden kişisel gelişimciler ve psikologlara (bunların da çoğu artık kişisel gelişim koçları durumundadır) gelen danışanların çoğunluğu ilişkilerinden şikâyet etmektedirler? Kapitalizm bizi içi boşaltılmış ya da yanlış doldurulmuş kavramlarla yönetiyor. Bunu bilinçli mi yapıyor, elbette evet. Bunu bütün ideolojik aygıtlarıyla yapıyor hem de. Üniversitelerle, hatta tüm eğitim kurumlarındaki müfredatlarla, televizyonla, sosyal medyayla, felsefecileriyle, iktisatçılarıyla yapıyor. Çoğu zaman bir kavram olarak aşk tarifi yapmaya kalktığımızda karşımıza birbirine geçmiş konular bütünü çıkıyor. Örneğin en çok karıştırılan kavramları şöyle sıralayabiliriz. Aşk-Sevgi/Haz-Mutluluk kavramlarının birbirinin içine geçtiği, sanki aynı kavramlar gibi algılandığını görmekteyiz. O yüzden, temel yanlışlardan birisini düzelterek başlamak gerekiyor, sevgi ve aşk aynı kavramlar değildir. Bilakis birbirinin tam zıddı diyebiliriz. Aşk içinde zaman zaman sevgiyi barındırır ama her zaman değil. Çoğu zaman sevgiden çok farklı görünümlerde ortaya çıkar, mesela tutku gibi. Aşk zaman zaman kin duygusuna da benzer, aşk yapıcı olduğu kadar yıkıcıdır da ama sevgi tamamen yapıcı bir duygudur. Sevgi, bir süreklilik arz eder, mutluluk gibi. Aşk kesik kesik ve patlamalıdır, tıpkı haz gibi... Mutluluk güveni sever, sürekliliği sever. Haz ise kesik kesik ve patlamalı bir süreç... Ani ve beklenilmezdir. Mutluluk gittikçe çoğalan bir duyguyken, haz gittikçe azalan bir duygudur. Haz yaşandıkça azalır. Mutluluksa yaşandıkça çoğalır. Sen mutlu oldukça çevrendeki herkese o mutluluğu bulaştırırsın. Hazzı yaşadıkça yaşanılan deneyimin değeri ve etkisi de düşer. Sevgi bir akıştır, bir kalpten diğer kalbe akan ruhsal bir sudur ve sürekli akar, aktıkça çoğalır. Sen sevmeye başladıktan sonra sevgi çoğalır, mutluluğunu etrafına yayman gibi... Mutluluk bir tenin diğer tende bulduğu sıcaklıktır, haz ise boşalmadır, ani bir boşalma... Haz geçicidir, mutluluk ise uzun vadeli ve güvenle bire bir ilişkilidir, tıpkı sevgi gibi. Haz riski sever, mutluluksa güveni. Haz, sonlandığında tükenmişlik hissi uyandırır, mutluluk ise devam ettikçe çoğalan bir duygudur. Aşk savaştır, iki farklı ordunun savaşıdır. Ölümcüldür ve her savaş gibi galibi yoktur. Şuursuzca ileri atılma isteği barındırır içinde. Sevmek eninde sonunda iki kişi arasındadır ve bir ortaklığı gerektirir. En azından içinde bir ortaklık fikri taşımak zorundadır. Ortaklıkta “Nasıl gelişirim?” diye bir şey söz konusu değildir, “Birlikte nasıl gelişiriz?” vardır. Sevgi, iki insanın birbirini geliştirmesidir. Aşk ucuz bir delilik, sevgi pahalı bir uğraştır. Aşk patlamalıdır, boşalmaya bakar. Boşalmadığı zaman, daralır ve zarar verir, boşaldığında ise etkisini epeyce yitirir. İnsan susadığı zaman, en çok arzu ettiği şey sudur, ama bu suyu sevdiği ya da suya âşık olduğu anlamına gelmez. Arzularımız, sevgiden farklı olarak, tatmin edildiğinde değeri kaybolan duygulardır. Hazzın doruk noktasında akıl en diptedir. “Haz” bir erime şeklidir. İnsanın haz anı, buzun suya dönüştüğü andır... Şu unutulmamalıdır: Bir duygunun fazla tatmin edilmesi de, hiç tatmin edilmemesi de aynı şekilde arızaya neden olur. Aşırı haz düşkünlüğü hazzın zevkini düşürür. Aşk ve sevgi arasındaki farkı bakın Afşar Timuçin Aşkın Diyalektiği kitabında nasıl tarif ediyor: “Aşk sevgiyi kendinde barındırır ama o sevgiden daha çok bir şeydir. Ayrıca zaman zaman düz sevgiyle hiç ilgisi olmayan görünümler ortaya koyar. Aşk elbette sevginin uzağında, sevgiyi dışlayan bir şey değildir, ancak o salt sevgiyle bağdaşmayacak nice duyguları barındırır. Aşkın bir kin olduğu ya da kin gibi yansıdığı durumlara rastlayabiliriz. Aşk yapıcı olduğu kadar yıkıcı, sevecen olduğu kadar kırıcı özellikler de gösterir.” Ünlü İspanyol felsefeci José Ortega y Gasset Sevgi Üstüne adlı kitabında konuya şu şekilde yaklaşır: “"Bir şeyi arzu etmek, kuşkusuz o şeye sahip olmaya doğru ilerlemek demektir (sahip olmak burada bizim bir parçamız olmasını istemek anlamındadır). Bu nedenle arzu, doyurulur doyurulmaz söner, doyumla birlikte sona erer. Oysa sevgi sonsuza dek doyumsuz kalır. Sevgi arzunun tam tersidir, çünkü baştan sona etkinliktir. Sevgide, nesnenin bana gelmesi yerine, ben nesneye giderim ve onun parçası olurum.” Aşkın ömrü ne kadardır? Belki hepimiz bu konu hakkında binlerce yazı okumuş, birilerinden dinlemişizdir. Kısaca maddeler halinde sıralayabiliriz: a. Aşk madde bağımlılığına benzer. b. Bir bağımlılık durumudur. c. Söylentilere göre en uzun aşk süresi 8 aydır. d. Âşık olduğumuzda bazı maddeler salgılarız. e. Sürekli bir anksiyete durumudur. f. Daha uzun sürse insan fizyolojisi buna dayanamaz. g. Aşk eşitler arasında gerçekleşen bir eylemdir. h. Aşk eğer sevgiye evrilirse anlamlı hale gelir. Tarihsel olarak baktığımızda, aşk bizim doğamızın bir parçası değildir; sonradan, hayvansı cinsel birleşmeye karşı uydurmuş olduğumuz bir güzellemedir. Modernizmin bir sonucudur. Kendimizi hayvanlardan ayırmanın entelektüel bir sonucudur da diyebiliriz. Demek ki temelinde seks var. Seks bir beğenme ve beğenilme durumundan doğar. Karşı cinsler arasında bir seçilme durumudur. *** Son zamanlarda sık sık aşkın sonu ilan edildi. Aşk bugün sınırsız tercih özgürlüğünün, seçeneklerin çeşitliliğinin ve mükemmellik zorlamasının kurbanı olmuş durumda. Olanakların sınırsız olduğu bir dünyada aşk artık olanaklı değilmiş... Ancak aşka dair bu sosyolojik teoriler, günümüzde aşkı, sonsuz özgürlükten veya sınırsız olanaklardan çok daha esaslı bir şekilde yıpratan bir şeyin cereyan ettiğinin farkına varamıyorlar. Aşkın içinde bulunduğu krizin tek nedeni başka Başka’ların bolluğu değil, şu anda yaşamın bütün alanlarında meydana gelen ve benliğin giderek daha da narsisleşmesinin eşlik ettiği, Başka’nın aşınması sürecidir. Başka’nın ortadan kayboluşu, ne feci ki çoğumuz farkına bile varmadan ilerleyen dramatik bir süreç. Yani kısacası aşk iki kişiliktir ama narsistik çağda aşkın tek kişilik olduğu iddiası. İnsan karakteri ve benliği kendini tarif ederken nasıl bir başkasına ve başkalarına ihtiyaç duyuyorsa, aşk da tarifi gereği bir başkasına ihtiyaç duyar. Başka’da gördüğümüz eksiklikler ve fazlalıklar aşkın tarifinin yapılması için önemli bir ihtiyaçtır. Giderek daha da narsisleşen bir toplumda yaşıyoruz bugün. Libido esasen kendi öznelliğine yatırım yapıyor. Konu sadece kendimiz olduğunda bir başkasıyla ilişki kurmak imkânsız hale geliyor. Dünyayı, toplumu, evreni sadece kendi üzerinden tarif eden hatta bununla da kalmayıp, kendi üzerinden inşa etmeye kalkan yeni insan tipi, elbette bir başkanın varlığına burun kıvırarak yaklaşıyor. Tüm sorunlar ve sorumluluklar karşıdaki Başka’ya aktarılıyor. Sonrasında en sık tekrarlanan şu cümle ortaya çıkıyor. “Beni anlamadı...” Aşka düşmek fazlasıyla negatif sayılıyor. Oysa aşk tam da bu negatiflikten oluşur: “Aşk bir imkân değildir, bizim inisiyatifimize bağlı değildir, bir temeli yoktur, bize aniden gelir ve bizi incitir.” Her şeyin mümkün olduğu, her şeyin inisiyatif ve projeden ibaret olduğu, Becerebilme’nin egemenliğindeki başarı toplumunda ise incinme ve tutku olarak aşka geçit yoktur. Eva İllouz Romantizmin Tüketimi adlı incelemesinde aşkın bugün “dişileştirildiği” tespitinde bulunur. Aşk sahnelerini tasvir etmek için kullanılan “hoş”, “samimi”, “sakin”, “rahat”, “tatlı” veya “yumuşak” gibi sıfatların baştan aşağı “kadınsı” olduğunu söyler. Hem erkekleri hem kadınları kadınsı duygular alanına yerleştiren bir romantizm tablosu egemendir. İllouz’un bu teşhisinin aksine, bugün aşk basitçe “dişiletirilmekte” değildir. Daha çok, yaşamın bütün alanlarının pozitifleştirilmesi sürecinde, aşırılık ve delilik içermeyen risksiz ve tehlikesiz bir tüketim formülüne dönüştürülerek evcilleştirilmektedir. Her tür negatiflikten, her tür negatif duygulardan sakınılır. Istırap ve tutku, hoş duygulara ve bir sonuca yol açmayan uyarımlar karşısında geri çekilir. Şipşak seks, fırsat ve rahatlama seksi çağında cinsellik de negatifliğini yitirir. Negatifliğin bütünüyle eksik olması bugün aşkı tüketimin ve hedonist hesapların nesnesine dönüştürerek köreltir. Başka’nın arzusu Aynı’nın konforuna boyun eğer. Aynı’nın rahatlatıcı, önünde sonunda rahatına düşkün olan içkinliği aranır. Bugünün aşkı her tür aşkınlıktan ve ihlalden yoksundur. Toplumsal bağlarından ve ilişkilerinden koparılmış insan dünyanın en yalnız, en çaresiz ve en korkak canlısı olarak karşımıza çıkıyor. Sürekli tüketerek var olmaya çalışan bu insanımsı varlık tükettikçe tükenir hale geliyor. Günümüzün en büyük korkusu, hayatı kaçırmak, öteki ilan edilmek ve kendi gibi olamamak... İnsanı, ortaklığı ve dostluğu yitirmiş olan birey, izlenir ve beğenilir olduğunda kendini tamamlanmış hissediyor. Fark edilmek istiyor. Milyonlarca insanın yaşadığı kocaman şehirlerden oluşuyor artık dünya... Birey bu koca şehirlerin içinde milyonlarca diğer insanın arasında öylesine yalnız ki sürekli ilgi görmek, görünmek ve fark edilmek istiyor. “Ben” bu kadar değerli olduğunda her şeye hakkı olduğuna inanıyor birey... Saçmalıklar Çağı adlı kitabında Michael Foley konuya şöyle yaklaşıyor: “Delilik elbette. Ama Batı dünyasında tatminsizlik, tedirginlik, arzu ve kırgınlığın sarhoş edici kokteyliyle huzuru kaçamamış kaç kişi var bugün? Kim daha genç, daha yetenekli, daha saygın, daha tanınmış ve hepsinden önce, cinsel açıdan daha çekici olmanın özlemini çekmiyor? Kim daha fazlasını hak ettiğine inanmıyor ve eline daha fazlası geçmediğinde öfkelenmiyor? Hayatında hiç oral seks deneyimi yaşamamış, orta yaştaki bir Batılı erkeğin bugün, açlıktan kırılan bir Afrikalı çiftçiden daha fazla haksızlığa uğradığı hissi taşıması mümkün.” Richard Sennett, Kamusal İnsanın Çöküşü kitabında çağımız insanının en önemli sorununun narsisizm olduğuna dikkat çekiyor. “Ben” bu kadar değerli olunca elbette narsisizmin doğması kaçınılmaz: “Klinik anlamda narsisizm, kişinin kendi güzelliğine duyduğu aşk şeklindeki popüler görüşten kesin olarak ayrılır. Daha geniş anlamda, bir karakter bozukluğu olarak, neyin benliğin tatmininin alanına ait, neyin bu alanın dışında olduğunun algılanmasını engelleyen kendine dönüklük halidir narsisizm. ‘Bu kişi ya da olay benim için ne ifade eder?’ şeklindeki bir takıntıdır.” Richard Sennett şöyle devam ediyor konuya: “Narsisizm kendini en yaygın şekilde bir tür ters çevirme işlemi ile belli eder: ‘Keşke daha fazla hissedebilseydim, gerçekten hissedebilseydim, o zaman başkaları ile ilişki kurabilir, gerçek ilişkilere girebilirdim. Yazık ki, hiçbir karşılaşma anında yeterince bir şeyler hissetmiyorum.’ Bu ters çevirme işlemi görünürde kendini suçlamayı içermektedir, ama bunun altında ‘Tüm dünya beni atlatıyor’ hissi yatmaktadır... Narsistik duygular daha çok, ‘Yeterince iyi miyim? Yeterli miyim?’ gibi saplantılı sorular üzerinde odaklanır.” Narsistik ilişkilerde değerli olan kişi, değerli olan hayatını anlatmayı bitirdiğinde karşısındaki insanla da ilişkisi bitmek zorundadır. Narsisizm insanın kendi iç malzemesiyle kendine kimlik bulma çabasıdır. Halbuki insan kendini ancak başkalarının varlığıyla tarif edebilir. “Narsisizm böylelikle, hem benliğin gereksinimlerine tam anlamıyla gömülme hem de gereksinimlerin tam olarak doyurulmasını engelleme şeklinde ikili bir özellik taşır.” Narsistik kişiliğin yeni alanı elbette ki sosyal medya... Her birey olmadığı bir kimlik yaratıp bir süre sonra uydurduğu yeni kimliğe en çok kendisi inanır hale geliyor bu mecrada. Hal Niedzviecki’nin Dikizleme Günlüğü adlı kitabında bu konuya değiniliyor: “Hepimiz aynı derecede ilgi çekiciyiz; hepimizde aynı tavsiyede bulunma, dert paylaşma, kafa dağıtma, eşlik etme ve eğlence potansiyeli var. Bu yüzden de hepimizin hayatı izlenmeye değer. Başka bir deyişle, hepimizin hayatı para eder...” Sistemin bundan çıkarı nedir dersiniz? Haftaya özellikle aşk ve cinsellik üzerinden, erotizm kavramı ve pornografiyi incelemeye devam edeceğiz.