Klasik faşizmden “Yeni Faşizm”e geçişin izini sürecek olursak, neoliberal döneme kadar gitmemiz gerekir. 1970’li yılların ortalarında başlayan bu süreç, ilk büyük denemelerini 1980’in hemen başında Reagan-Thatcher gericiliği ile sınıyor. Toplum bir taraftan gericileştirilirken, diğer taraftan da bu yeni sistemi hayata geçirebilmek için zor aygıtları devreye sokuluyor. ABD’de Reagan ile başlayan süreç Trump ile son şekline ulaşıyor.
Yazının ilk bölümünde bahsettiğimiz gibi, Türkiye’de aynı yıllarda 12 Eylül darbesi ile (zor kullanma, faşizm aygıtının devreye girmesidir) 24 Ocak kararları (ki bu kararlar neoliberalizme geçişin yasalarıdır) uygulanabiliyordu. Turgut Özal ile simgesel ifadesini bulan sistem, 2002 yılında Tayyip Erdoğan ile devam ediyor ve son beş yılda da en faşist yüzünü ortaya çıkarıyordu.
3. Enternasyonal’de yapılan faşizm tanımı işimize yarayacaktır. “Faşizm, burjuvazinin, proletaryaya karşı savaşırken, devletin elindeki baskı araçları yetersiz kaldığında başvurduğu araçtır” deniliyor. Genişleyen reel sosyalizme karşı nasıl Batılı güçler faşizmi desteklemişse, günümüzde de krizde olan neoliberalizmin faşizme sarılması, bir tesadüf değil, sistemsel bir zorunluluktur.
“Yeni Faşizm”in oluşmasını tam da bu nedenlerden dolayı, neoliberalizmin ortaya çıkışıyla birlikte başlatıyorum. Neoliberalizm iktisadi olarak sınırların ortadan kalkması ve sermayeye ve paraya sınırsız özgürlük vaadini temsil ediyordu. Bunun oluşabilmesi için ulusal devletlerin zayıflaması, gümrüklerin ortadan kaldırılması, sermayenin önünde baraj oluşturabilecek sınıf hareketlerinin yok edilmesi gerekiyordu.
İkinci olarak neoliberalizmi felsefi anlamda postmodern felsefe destekliyordu. Postmodern felsefe en kaba haliyle her şeye sınırsızlık istiyordu. Postmodern felsefe temelde düşüncenin atomlaşmasıdır, gerçeğe yapılan saldırıların temelinde hep düşüncenin atomlaştırılması vardı. Her birey için başka bir gerçek oluşturma fikri özünde gerçeği yok etmekle eşdeğerdi. Postmodernizmin en büyük başarısı tam da bu noktada oluştu. İnsanların sınıf temelli direnişleri, aşırı bireyselleşme ve “Herkesin gerçeği kendine” fikriyle bu başarılmış oldu.
Tüm bunlar iktidarın sermayeye, daha özel anlamda ise finans kapitale bırakılması sonucunu doğurdu.
1990’da reel sosyalizmin çöküşüyle birlikte, tarihin sonu ve yeni bir tarihin başlangıcı ilan edilirken, neoliberalizmin önündeki tüm barikatların yıkıldığını düşünüyorlardı. Ulus devletlere ve onların oluşturduğu sınırlara saldırırken yeni çağın kendine özgü emperyalizmi (küreselleşme) de uygulamaya geçiyordu. Ancak bu yalancı bahar çok kısa sürüyor ve 1990’ların sonuna doğru tüm dünyada küreselleşme karşıtı hareket çığ gibi büyüyordu. 2001 yılında El-Kaide’nin İkiz Kuleler saldırısı sonunda, yeni emperyalist güçler kendilerine yeni bir dış düşman yaratıyor ve faşizmi körüklüyorlar ve yeni savaş alanları için kendilerine iyi bir bahane bulmuş oluyorlardı. Bu yeni dönemin adı “Terörizme Karşı Küresel Savaş” başlığı altında toplanıyor ve emperyalist düşüncelere bahane üretilmiş oluyordu. Ama bu bahar da kısa sürüyor ve 2008 küresel finans krizi ortaya çıkıyor, neoliberalizmin iflas ettiği fiilen ilan ediliyordu.
Muhafazakârlık kelime anlamıyla, öncekini muhafaza etmek anlamını taşır. Önceki durumu muhafaza etmeyi bir görev bilen neoliberalizm, eski özgürlük vaatleri ile durumu kurtaramayacağını anladığında faşizmin zor aygıtlarına gebe kalıyor. 2008’den sonra ülke yönetimlerini eline geçirmeye başlayan yeni faşist diktatörler de görev başına gelmeye başlıyorlardı. ABD’de Trump, neredeyse tüm Latin Amerika ülkelerinde ve elbette Brezilya’da Bolsonaro, Hindistan’da Modi, Macaristan’da Orbán, Türkiye’de Recep Tayyip Erdoğan, İngiltere’de Johnson, birçok Afrika ülkesinde vs.
Aslında çok basit bir karşılaştırma imkânına sahibiz. 1930’larda ortaya çıkan klasik faşizmin sebeplerinden en büyüğü şu idi. Dünya savaşından çıkmış, yenilgiye uğramış İtalya, Almanya ekonomik olarak çöküntü halindeydi. Üstüne bir de 1929 ekonomik çöküş dönemi başladığında bu ülkelerin faşizmden başka seçeneği kalmadı diyebiliriz. Sosyalizme ulaşamayan Almanya ve İtalya (her ikisinde de 1. Dünya Savaşı öncesinde çok güçlü sosyalist oluşumlar vardı) faşizme gebe bırakılmıştı diyebiliriz. Ayrıca göz ardı etmemek gerekir ki süper güç ABD 1929’a kadar serbest piyasa ekonomisini uygulayarak dünya lideri olmuştu ama 1929 buhranıyla birlikte bu uygulamadan vazgeçip Keynesyen ekonomiye geçmişti. (karma ekonomi, devlet destekli bir nevi sosyal devlet). Aynı durum tam da bugünleri çağrıştırmaktadır.
Aşırı gelir adaletsizliği, sömürülen üçüncü dünya ülkeleri, göçler ve finansal sürdürülemezlik durumu, küreselcileri faşistleştirmek, gerekirse yeni bir dünya savaşına sürüklemek için ellerinden geleni yapacaklardır. Bugünün faşizmini bu noktadan okumak, gelecek öngörüleri için oldukça faydalı olacaktır.
“Gerçekten de finansal kriz, neoliberalizmin bir kriz modeli olarak tükenmiş, küreselleşme sürecinin de taşıyıcı modelini kaybetmiş olmasının bir ifadesiydi. Bu sırada Çin bir devlet kapitalizmi modeli ile ekonomik, mali, teknolojik ve siyasi alanlarda hızla güç kazanıyordu. ABD’nin gerileyen hegemonyasını restore etme çabaları fiyaskoyla sonuçlandıkça Rusya yakın çevresinde ve Ortadoğu’da yeni etki alanları açıyordu. Böylece dünya büyük güçler arası rekabet ortamına giriyor, dünya ekonomisi parçalanma noktasına doğru ilerliyordu.” (Ergin Yıldızoğlu, Yeni Faşizm)
Faşizmin en önemli bileşenlerinden birisi olan ırkçılık ve milliyetçilik, ulus devletlerin oluşum sürecinde organik bir toplum yaratma çabasından ileri gelir. Bir dış düşman, bir öteki yaratma çabasıdır.
Klasik faşist toplum oluşumunda gözlemlediğimiz bir diğer unsuru Ergin Yıldızoğlu kitabında şöyle tarif ediyor:
“O ortamda, savaşın yıkıntıları üzerinde, derin ekonomik kriz içinde, toplumsal düzenlerini, statülerini kaybetmeye başlayan sınıf ve tabakaların, savaştan döndükten sonra kaderine terk edilen sakat ve yaralıların, son derece haklı korkuları, öfkeleri, huzursuzlukları, egemen sınıflara ve savaşın galiplerine tepkileri, milliyetçilik, Yahudi nefreti, milliyetçiliğe karşı enternasyonalizmi temsil eden komünizm düşmanlığı üzerinden faşist hareketlerin, megaloman psikopatların yörüngesine girmeye başlıyordu.”
Bu söyleme ek olarak şunları söyleyebiliriz: Gelecekten umudunu kaybetmiş bir toplum, güç gösterisinde bulunan, başka düşmanlar yaratan, öfkeli ama bir o kadar da içedönük olan, güçlü bir lider, kendi iradelerinin dışında, kendi yerlerine irade koyacak güçlü bir lidere ihtiyaç duyuyor.
Bu yazının en temel amaçlarından bir tanesi de budur. Önümüzde yeni dünya savaşı ve akabinde tüm dünyanın içine gireceği bir iç savaşlar silsilesi yaşayacağız, peki buna karşı biz ne yapacağız? Ya yine faşizmin kucağına düşeceğiz ya da yeni bir dünya kurmanın yollarını açacağız. Bu tür dönemler bu iki önermeye de kapılarını açar.
Her ülkenin yeni faşizmi farklılık gösteriyor. Batı’da yükselen faşizm daha çok göçmenler üzerinden şekilleniyor. (Bunun bir örneği de, Türkiye’de “yeni faşizm” denilince ilk akla gelen, göçmenlere karşı oluşan, nerdeyse katliama varacak dereceye varan göçmen düşmanlığı.)
Ergin Yıldızoğlu kitabında İngiltere’den bir örnek vererek, “12 Aralık 2019’da yapılan İngiltere seçimlerinde, Muhafazakâr Parti, kömür, metal, imalat sanayii gibi ilerleyen sektörlerde, her geçen gün işini, yabancı ülkelerden gelen malların rekabetinden, sosyal hizmetleri göçmenlerin sisteme getirdiği ek yüklerden dolayı kaybetmekte olduğuna inanarak çalışan işçi sınıfının oylarının önemli bir kısmını alarak kazanında Wall Stret Journal, Trump ve Johnson’un “Reagan-Thatcher gericiliğinin yeniden tanımlanmaya başladığını” vurguluyordu. Yukarıda bahsettiğimiz gibi, yeni faşizmin başlangıcında olan Reagan-Thatcher gericiliği aslında süreklilik göstermektedir.
Çünkü, bir süreç olarak faşist hareket ya da faşizm; başladığı ülkenin tarihinin, kültürünün, etnik yapısının, egemen dininin, ekonomik gelişkinlik düzeyinin, aydınlanma ve demokratik birikiminin özelliklerini taşıyacaktır. Bu anlamda, her ülkede ortak özellikleri, çizgileri olduğu gibi, belki onlardan daha çok farklı biçimler sergileyeceğini bilmek gerekecektir.
Ergin Yıldızoğlu, günümüz dünyasında beş ülkeyi inceliyor. Bunlar sırasıyla D. Trump dönemi ABD’si, J. Bolsonaro’nun yönettiği Brezilya, Orbán ve partisi Fidesz’in iktidar olduğu Macaristan, 2014’ten beri Narendra Modi ve partisi tarafından yönetilen Hindistan ve AKP Türkiye’si...
Bütün bu ülkelerin farklılıklarının yanı sıra, ırkçı, milliyetçi, yabancı düşmanı, dinci, ortaçağ değerlerini yüceltici, eril, kadın düşmanı, –son çözümlemede sermayenin çıkarlarını savunma nitelikleri belirleyici olsa da– toplumsal statülerini kaybeden kesimlere dayanmaları gibi önemli benzerlikleri bulunan bu hareketler, bütün dünyada yeni bir faşizm tipi ve tarzına işaret ediyor.
Yazar, süreç olarak faşizmin her yerde en az iki aşamasından söz edilebileceğini belirtiyor. Bu iki aşamanın analizi, bizim için çok tanıdık bir süreci işaretliyor. Birinci aşama; devleti ele geçirene kadar yapılacak ittifaklar, verilecek ideolojik tavizler, yaratılan demokratikleşme yanılsaması, dinci ve milliyetçi taleplerin çok kültürlülük ve özgürlükçülük kavramlarının içine saklanarak sunulması ve “normalleşme” söylemi diye özetlenebilir. İkinci aşama; kapitalist devletin parlamenter demokratik biçimine itiraz ve devletin güçler ayrılığı ilkesinin hızlı, etkin ve verimli yönetimin önünde engel olduğuna ilişkin tezin sürekli işlenerek, iktidarın tek elde toplanmasının önünün açılması...
Bu sürece eşlik eden diğer bir önemli olguyu ise şöyle ifade edebiliriz: Devletin güvenlik ve adalet bürokrasisini ve aygıtlarını ele geçirme, yeniden yapılandırma, kültür kurumlarını ve eğitimi yeniden şekillendirme ve muhalefet örgütlerini şeytanlaştırarak onları etkisizleştirme stratejisi... Özetle totaliter bir rejimi inşa etmek ve onu kalıcı kılmak için her şeyi yapmak diyebiliriz buna.
Yeni devlet modeli, bu noktada ortaçağ düşüncesiyle birleşir. Devlet görece olarak zayıflatılırken, yerine daha güçlü aygıtlar yerleştirilmektedir. Buna devletin mafyalaşması da diyebiliriz. Bir örnek verecek olursak, ulusal ordu, eski klasik faşizm tahlilinde en önemli zor kullanma aygıtı olarak görülmekteydi. Ama ulusal ordular son tahlilde her zaman kontrolden çıkma olasılığı taşır. Ordu içinde bulunan Mehmetçik eninde sonunda halk içinden gelmiş çocuklardır. Ordunun üst kademesi ise belirli bir eğitim silsilesinden geçmiş, düşünce temelinde ulusun haklarını korumak düşüncesiyle yetiştirilmiş kişiler topluluğudur. Günümüz faşist yönetimlerinde ise, devlet, küçük küçük birimlere ayrılmış devletçik parçalarından oluşur. İşte tam bu noktada ortaçağ yönetim biçimine benzer. Ortaçağın derebeyleri yerini artık tekeller almıştır. Her derebeyinin kendi özel ordusu olması gibi, her tekel kendi silahlı gücüne sahiptir. Her yeri özel güvenlik şirketlerinin alması tam da bu sebepledir. Ulusal ordunun yerini de polis kuvvetleri ve diğer özel birimler almıştır. Polis devleti kavramı da buradan gelir. Mafya neredeyse bir derebeyi gibi ülkenin her sektörünü ve her alanını kuşatmış durumdadır ve çoğu kez devlet ya bunlara göz yummaktadır ya da gücü yetmemektedir.
Böylece yeni faşizmin ortaçağla benzerliğine giriş yapmış olduk, haftaya, neoliberal faşizmin yeni iktidar teknikleri ve ortaçağ benzerlikleriyle devam edebiliriz.