Bir yaşam kaç kez yaşanır Ya da insan yaşam boyunca kaç kez ölür?   Bugün size bir çizgi romandan bahsedeceğim. Aklınıza ilk gelen şey Teksas-Tommiks olabilir ama benim bahsedeceğim böyle şeyler değil. Ben edebi çizgi romanlar hakkında birkaç söz edeceğim bugün. İsmine edebi çizgi roman mı denir, grafik roman mı denir bilemiyorum, benim de sorunum değil ama yine de kendi fikrimi söyleyeyim, en doğru tanım bana göre, edebi grafik roman... Cehalet Tutkusu adlı kitabında Renata Salecl, kasıtlı cehaletin bilhassa kriz anlarında olumlu bir yanının da olabileceğini hatırlatır. Uzun zamandır üzerine konuşup durduğumuz “Yeni Ortaçağ” da zaten doğası gereği cehaleti besleyen bir yapıya sahiptir. İçinde yaşadığımız çağa “Cehalet Çağı” da diyebiliriz. Konumuzun biri de bu, kasıtlı cehalet... Travmatik bir seçimin ertesinde –Neden travmatik asıl tartışılması gereken konulardan bir tanesi de budur– birçok insan bilinçli bir cehaleti tercih etti. Her gün takip ettikleri haber sitelerinden, sürekli göz attıkları ve gaza geldikleri Twitter ortamından bilinçli bir şekilde uzak durmak istiyorlar artık. Elbette son yazımda belirttiğim gibi, demokrasiyi sadece sandığa hapsederseniz, dünyayı değiştiren şeyin mücadele olduğunu ve gerçek demokrasinin ancak mücadeleyle var olduğunu unutursanız, bu hale gelirsiniz. İnsanlık adına hiçbir hak kendiliğinden verilmemiştir. Her hak mücadele ile kazanılır ve bu sandıkta olmamıştır. Yenilgi bütün insanlarda büyük bir yılgınlık olarak ortaya çıkıyor. Sanki dünyanın sonuymuş gibi, sanki artık her şey bitmiş gibi. Halbuki biz sosyalistler her zaman muhalefetteydik. Muhalefette olmadığımız gün zaten devrim yapmışızdır. Ama insan toplumsal bir varlık ve ister istemez bende de aynı yılgınlık oldu. Kendi sözlerim geldi aklıma: “Unutmak özgürlüktür.” Bazen ancak unutarak özgür olabiliriz. Unutmak, yeniden başlamaktır. Her şeye, en baştan başlamaktır. Ben bilinçli cahillik dönemlerimde genellikle edebiyata sığınırım. Başka dünyaları, başka hayatları yaşamak isterim. Kitaplığıma bakıyorum, yenilginin sabahında; beni hangi edebi eser sürükleyip başka kıyılara taşıyabilir? Böyle durumlarda hiç okumadığım eserler ilgilimi çekmez, daha çok eskiden okuduğum, yeniden okumak istediğim kitaplar ilgimi çeker. Daha doğrusu kendimi riske etmek istemememden kaynaklanır bu. Daha önce de belirttiğim gibi, benim ilgi alanlarımdan biri de edebi çizgi romanlardır. Hem görsel bir ziyafet hem de şiir tadında kısacık metinlerle birçok şeyi anlatan hikâyeler vardır bu eserlerde. “O zaman neden film izlemiyorsun da çizgi roman okuyorsun?” diyenler olabilir. Hiç üşenmem, kısaca sinema ile roman arasındaki farkı anlatırım şimdi size... Sinema yalnızca yönetmenin bakış açısını, hayal dünyasını yansıtır. Roman ise, her okuyan için başka bir bakış açısıdır. Bir karakter düşünün, sinemada, bu karakteri, hem fiziksel hem de ruhsal anlamda ancak yönetmenin gözüyle görürüz. Ama aynı karakter romanda her okuyan için ayrı bir tarif içerir. Bir de yazılı ile görsel arasındaki şu farkı da unutmamak gerekir: Görsel olan sürekli bir akış içerdiği için, izleyen bu akışı kafasında tartışamaz. Yazıda ise okuyan sürekli okuduğu şeyi kafasında tartışır. İşte edebi çizgi roman ya da edebi grafik roman bu ikisi arasındadır. Hem romandır hem de film. Ateş isimli kitabımda şöyle bir diyalog vardı: “Her şeyi matematik yoluyla anlatabileceğini, anlayabileceğimizi söylüyordun. Hadi bana insanı matematiksel olarak tarif et.” “İnsan, anılarının ve unutmadığı anların toplamıdır.” Gelelim sözünü etmek istediğim çizgi romana: Çizgi romanın kahramanı Brass... Gezip dolaşarak yaşıyor ve hayat üzerine yazmak istiyor. Babası ünlü bir yazar. Ama o hayatı değil, ölümü yazmak zorunda şimdi. Günlük bir gazetede ölüm ilanları yazıyor Brass. Bir yaşam kaç kez yaşanır? Yaşam boyu bir insan kaç kez ölür? Her unutulmaz an hem ölüm hem de yaşamın ta kendisi değil midir? Bazen çok kısa gelen bir hayat, neden bazı zamanlarda tükenmezmiş gibi gelir bir insana? Sözünü ettiğim çizgi roman tam olarak da bunları tartışıyor. Elbette uzun uzadıya konusunu anlatacak değilim. Şunu da unutmamak gerekir, her edebi eser, her insana aynı zevki vermez. Her insana, her edebi eser, her yaşta farklı bir zevk verir de diyebiliriz. Thomas Mann, Venedik’te Ölüm romanında kahramanına şöyle söyletir: “Önemli bir fikir veriminin derhal geniş ve derin bir etki yaratabilmesi için, eser sahibinin kişisel hayatıyla çağdaş kuşağın genel kaderi arasında gizli bir yakınlık, hatta bir uyum bulunmalıdır. İnsanlar bir sanat eserini niçin şöhrete eriştirdiklerini bilmezler. Sanat anlayışından yoksun, eserde bunca ilgiyi haklı gösterecek yüzlerce üstünlük bulduklarını düşünürler ama alkışın asıl nedeni, tartıya gelmeyen bir şeydir: yakınlık duygusu!” Bir kitaba yakınlık duymak, okuyanın o andaki ruh haliyle veya okuyanın birikimiyle, yaşadıklarıyla bire bir alakalıdır. Sanırım benim Güngezgini adlı grafik romana ilgi duymamın sebeplerinden biri de kitabın tartıştığı bu konular olsa gerek. Kitap on bölümden oluşuyor. Her bölüm ölümle bitiyor. Bölüm ismi ve ölümün yaşı. Birinci Bölüm: 32, İkinci Bölüm: 21, Üçüncü Bölüm: 28, Dördüncü Bölüm: 41, Beşinci Bölüm: 11, Altıncı Bölüm: 33, Yedinci Bölüm: 38, Sekizinci Bölüm: 47, Dokuzuncu Bölüm: Rüya, Onuncu Bölüm: 76... Edebi grafik romanı şiire benzetebiliriz. Görsellikle bezenmiş şiir... Kısa diyaloglarla koca bir romanda anlatılacak tüm duyguları anlatma yeteneğine sahiptir edebi grafik roman. Kitaptan kısacık örnekler vermek isterim: “İnsanlar hâlâ çözülecek gizemler, yaşanacak aşklar olduğuna inanmayı seviyor.” “Hayat böyle anlarla dolu evlat. İlişkiler böyle anlar, tercihler ve hamleler üzerine kuruludur... Ve diğer anılar yavaş yavaş silinmeye başladığında, benim hatırlamayı sürdüreceğim tek an bu. Çünkü o, diğerlerinin hepsini yaşanmaya değer kıldı.” “Aşk her şeyi ama her şeyi bir anda mümkün kılar.” “İşte bu...” diye düşündü. “Hayat asıl şimdi başlıyor.” Yaşamı anlamlı kılan şey aslında ölüm değil mi? Ölüm yaşam için bir tamamlanma değil mi? Elbette bunları tartışıyor Güngezgini... Babanın küçük çocuğuyla yaptığı bir konuşmayı da kısacık aktarıyorum: “Sadece sen biliyormuşsun.” “Ölümle ilgili bir hikâye.” “Ölüm mü?” “Aslında hayatla ilgili... Ama ölümün de büyük payı var.” “Ölümü sevmiyorum.” “Kimse sevmez. Ama işin aslı, sev ya da sevme... Herkes ölür.” “Hayat bir kitap gibidir oğlum. Ve her kitabın bir sonu vardır. O kitabı ne kadar seversen sev... Son sayfaya gelirsin ve kitap biter. Sonu olmayan kitap, eksik bir kitaptır. Ve kitabın sonuna vardığında, yalnızca o son kelimeleri okuduğunda, kitabın ne kadar iyi olduğunu anlarsın... Gerçek gibi.” “Adım Bras de Oliva Domingos. Ben bir hayalperestim. Kaç yaşında olduğumu söyleyemem ama geçmişte doğru soruları sorup sormadığımı merak etmek için fazla genç, geleceğin bana tüm cevapları getirmesini dinlemek için ise fazla yaşlı olduğumu söyleyebilirim.” Kahramanımız Brass 76 yaşına geldiğinde kendi çocuğuyla aralarında şöyle bir diyalog geçer: “İki bağımlılık, büyükbabanla paylaştığımız iki tutku. Eskiden onları bir lanet olarak görürdüm, şimdiyse miras olarak görüyorum.” Romanın yazarı ve çizeri olan ikiz kardeşler hikâyelerini insanın en önemli anları üzerinden kuruyor. Bu anları bir ölümle sonuçlandırıyorlar. Ama tüm bunları görsel bir sunumla yapıyorlar bizlere. İlgimi çeken başka bir durum ise, yazar ve çizer kardeşlerin hayatı. Brezilya’nın São Paulo şehrinde doğan bu ikiz kardeşler, yaşamlarına aynı şehirde devam etmektedirler. Arkadaşları ve aileleri oradadır. Orası onların evidir. İkiz kardeşlik demek, ebedi bir dostluk demek mi acaba? Dünyada tek bir dostun bile olması, hayatı yaşanılır kılıyorsa, bir ikiz kardeşler bundan daha öte bir kavram değil midir? Peki aynı şehirde doğup, orada yine ikizinizle birlikte hiç ayrılmadan yaşamak nasıl bir duygudur? İlerleyen yaşlarda ikiz kardeşlerin ilişkileri nasıl devam eder, aynı renk giydirilmek, aynı kıyafetlerle büyümek... Eşitlik ilkesi ikizlerde nasıl bir duygu yaratır? Aynı duygularla mı severler başka adamları veya kadınları? Birbirlerini kıskanırlar mı, yoksa hep birbirlerine destek mi olurlar? Bir aşkı, bir ekmeği, bir yaşamı nasıl paylaşır ikizler? Bu ikiz kardeşlerin –FÁBIO MOON & GABRIEL BÁ– elbette başka kitapları da var: İki Kardeş Ve: Öyküler Bunları da seveceğinizi düşünüyorum. Belki son 30 yıldır unuttuğumuz bir şeyi tekrar etmekte fayda var. İyi olan her şey devrimcidir. İyi edebiyat özü itibariyle devrimcidir. Son otuz yılda hepimizin ne kadar gericileştiğini tespit etmek, bu karanlıktan çıkış için iyi olan her şeye sahip çıkmak, iyi olan şeyler için mücadele etmek gerektiğini unutmamak dileğiyle...