Böyle bir yazıyı okuyucuya sunmak için belki de doğru bir zaman değildir. Ekonominin çöktüğü, insanların artık açlık seviyesinde yoksullaştığı, geleceğe dair tüm umutlarını yitirdiği bir zamanda, sanırım kimse, boşta kalan zamanının estetize edilmesiyle ilgilenmeyecektir. Ama şu da bir gerçektir ki yaşam bir bütündür ve insanların, gelecek güzel günlerin kurgusunu yapmak, oluşturmak gibi bir amaçları da olmalı. Pratik ve teorinin her zaman bir sarmal oluşturması gerekliliğini de unutmamak gerekir. Teori ve pratik ayrılmaz bir bütündür. Güzeli aramaktan vazgeçmemeliyiz. Bu zorunlu girişten sonra esas konumuza başlayabiliriz.
“Boş zamanını nasıl değerlendiriyorsun?” sorusu basit bir soru olarak görünse de aslında oldukça devrimci bir sorudur. O yüzden bu yazıya son cümlemdeki önermemle başlamayı doğru buluyorum:
“Boş zamanını nasıl değerlendirdiğin, senin kim olduğunu belli eden en önemli unsurdur.” Yahut da “Bana boş zamanında ne yaptığını söyle sana kim olduğunu söyleyeyim” de diyebiliriz konunun içine bir miktar da mizah katarak.
Boş zaman, estetize edilmiş boş zaman, iş, çalışma zamanı, hobi ve zaman kavramları üzerine kısa bir düşünme yolculuğuna çıkarmak istiyorum bugün sizleri. Ama boş zaman dendiğinde günümüz insanının aklına ilk gelen şey, eğlence zamanı oluyor. Doğal olarak bunun yanlışlığı üzerinde durmamız da bir mecburiyet oluyor.
Elbette bu konuya merak salmamızın bir nedeni, işsizlik.
İşsizliğin temel nedenlerinden birisi makineleşmek ise diğeri de neo-liberal kapitalizmdir.
Makineleşmek, post-hümanizm, yapay zekâ, hız çağı, eğlence kültürü...
Düşünülecek o kadar çok konu var ki! Ve bunların doğurduğu yeni insan tarifi o kadar karmaşık hale geldi ki bütün soruları çözmeden ilerlememiz artık mümkün gözükmemektedir.
Unutmayalım bizim en önemli malzememiz hâlâ insandır.
Zaman kavramı
Peki “zaman” kavramı bize neyi ifade eder? Birçok felsefeci, bilim insanı “zaman” kavramını açıklamaya çalışmıştır. Çetrefilli bir konu. 5. yüzyılda yaşamış olan St. Augustine’e bu soru sorulduğunda verdiği cevap konunun ne kadar karmaşık olduğunun bir kanıtı gibidir. Şöyle söyler Augustine: “O halde nedir zaman? Eğer bana birileri sormazsa, zamanın ne olduğunu bilirim. Ama eğer bana onun ne olduğunu soran birine zamanı açıklamak istersem, bilmiyorum diyeceğim.”
Zaman, maddenin değişen durumunun nesnel bir ifadesidir. Zaman, bu nedenle tüm maddelerin sürekli bir değişim durumunda oldukları gerçeğinin bir ifadesidir aslında.
Budistler, zamanı ölümsüz kılacak olan şeyin, Nirvana’ya çıkmak olduğunu iddia ederler. “Her şey hem kendisidir hem de değildir, çünkü her şey akar. Aynı nehre iki kere girilmez.” derken Herakletios zamanın geçiciliğini ve sürekli değişimi anlatmak ister.
Alan Woods ve Ted Grant’ın birlikte yazdıkları
Aklın İsyanı kitabında zaman ile ilgili şöyle bir bölüm vardır:
“Dilde kullandığımız zamanlar vardır, gelecek, şimdiki ve geçmiş zaman. Aklın bu muazzam keşfi, insanlığın, kendisini zamanın esaretinden kurtarabilmesini, somut durumun ötesine geçebilmesini ve yalnızca burada ve şu anda değil, en azından zihnimizde, geçmişte ve gelecekte de var olmasını mümkün kılar.” Yani zaman şu anı, yaşadığımız anı temsil etse de, içinde, geçmişi ve geleceği de barındırır. İşte bu noktada zaman kavramı hayvanı insandan ayırt edici bir anlama bürünür. İnsanlar hayvanlardan farklı olarak ölümden korkarlar. Çünkü hayvanların ölüm hakkında bir kavrayışları yoktur. Elbette zaman hakkında da. İnsan ölümden sonra hayali bir varoluş fikri, yani cennet ve cehennem fikriyle birlikte zamana da hükmetmiş olur aslında.
Zamanı ölümsüz kılmak için insanlar sadece cennet ve cehennem fikrini ortaya atmakla kalmamış, aynı zamanda yaptığı işler ve kalıcı olmak üzerine ürettiği fikirler ve nesnelerle de ölümsüzlüğü aramıştır. Bunu yapamayanlar, çocuklarının sayesinde, dostlarının anılarında var olarak zihnini ölümsüzleştirmek istemiştir.
İnsan zihninde ölümsüzlüğü yakalayamadığı sürece hep eksik hissetmiştir kendisini.
İşte tam da bu noktada, önümüze koyacağımız en büyük hedef, öteki dünyadaki hayali bir cennetin hasretini çekmek yerine, cenneti bu dünyada kurma fikrini geliştirmiştir. Bunu sağlamak için yapılan mücadele hali bile insanları zihinlerinde özgürleştirecek ve zamanın boyunduruğundan kurtaracaktır.
Yani kısaca insanoğlu için zamanı ölümsüz kılmak önemli bir ayrıntıdır.
İşte tam bu noktada konumuza giriş yapmış oluyoruz. İnsanoğlu zorunlu çalışma anlarının dışında kalan zamanını ölümsüzleştirmek için ne yapıyor, ne yapmalı?
***
Çağımız insanını belki de iki olgu ile tarif edebiliriz. Birincisi hız ikincisi ise yarış. Dikkat ediyorsanız son dönemdeki bütün popüler diziler yarışmak üzerine. Güçlü olan, zeki olan, kurnaz olan ayakta kalır, diğerleri ölür, kaybeder vs. “Squit Game”, “Lost” vs. Ayrıca, yarışma programları, “Survivor”, “MasterChef” ve bunlardan binlercesi daha... O kadar çoklar ve o kadar her yerdeler ki hangisini örnek vereceğimi şaşırdım. Bu yarış meselesini başka bir yazıya bırakıp, hız ve bundan dolayı ortaya çıkan boş zamanı değerlendirmek üzerine devam edelim.
Yani bugün esas tartışacağımız, makineleşmek, hızlanmak sonucunda ortaya çıkan boş zamanı nasıl değerlendireceğimiz üzerine.
Çok bilinen bir hikâye olmasına rağmen konuya yine de bu hikâyeyle başlamak istiyorum.
İhtiyar bir balıkçı deniz kenarında oturmuş balık avlıyormuş. Körfeze yatıyla gelen bir adamın dikkatini çekmiş bizim ihtiyar. Yaklaşmış zengin adam, “Neden tek oltayla balık tutuyorsun?” diye sormuş. “İki oltan olsa daha çok tutarsın. Birini şuraya dik, diğerini de elinde tut, hangisine gelirse onu çekersin.”
İhtiyar garip garip bakıp “Eee?” demiş...
“Sonra fazladan tuttuğun balıkları satarsın, o parayla bir olta daha alırsın” diye devam etmiş adam.
İhtiyar hiç yerinden kımıldamadan, anlamsız anlamsız adamın yüzüne bakmış ve “Eee?” demiş yeniden.
“Sonra daha çok para kazanırsın, birçok olta alırsın hatta yanına yardımcılar alırsın, böylece daha fazla artı değer yaratırsın.”
İhtiyar bu kez kafasını bile kaldırmadan, denizden gelen hışırtının eşliğinde “Eee?” diye karşılık vermiş tekrardan.
“E’si...” demiş adam. “Böylece kazandığın paralarla istediğini yaparsın işte.”
Bu kez ihtiyar, zengin adamın suratına bir aptala bakar gibi bakmış ve hafif bir gülümsemeyle, “Ben zaten tam da şu an, istediğim şeyi yapıyorum” demiş.
Bizi biz yapan değerlerin başında, özgürce istediğimiz hayatı yaşamak, seçimlerimizi özgürce yapabilmek var. Peki bunun için sadece paraya mı ihtiyacımız var yoksa para olsa da zaman yoksunluğundan da mı şikâyet ediyoruz?
Teknolojik veya bilimsel gelişmenin temelinde iki düşünce hâkimdir. Birincisinde, hayatı kolaylaştırmak ve neslimizi sorunsuzca ileriye doğru daha kolayca taşımak, ikincisinde ise yine buna bağlı olarak insana boş zaman yaratma fikri vardır. Neolitik devrim, tekerleğin icadı, üzengi devrimi, dokuma sanayii vs. hepsi insana kolay bir yaşamı vaat ederken aynı zamanda boş zaman yaratma, insana insanca yaşayabileceği, sadece kendisine ait olan boş zamanı yaratma fikrini de içinde barındırır.
Kapitalist düşünce tarzı sanki tüm bu gelişmeleri kendisi yaratmış gibi bir algı yaratır. Halbuki gelişimin temelinde insanın merak duygusu vardır. Bilim insanları hangi ideolojide olursa olsun bu gelişmelerin motor gücüdürler. Yani bunu yaratan kapitalizmin yarışmacı ruhu değildir. Birçok bilimsel gelişme de insanlığın yararına değil bilakis zararına da gelişmiştir. Bu konu da uzun bir konu. Bilimsel ahlak konusu özellikle Hanna Arent üzerinden bir tartışmaya girecek olursak bilimadamının merakı ve sonucunu tespit edememe körleşmesinden bahsedebiliriz.
Hanna Arent “animal laborens” (çalışan hayvan) terimiyle insanı çalışan ama sonucunu göremeyen bir hayvan olarak simgeler. Bu tabirle, göreve tutsak olmuş insanı anlatır. Atom bombasını yapan Oppenheimer’in durumunu gaz odalarının daha iyi işleyebilmesini sağlayan Eichmann’a benzeterek yapar. Aslında ikisi de sadece görevlerini en iyi şekilde yerine getiren insanlardır. Bunu “kötülüğün sıradanlığı” ile açıklar. Oppenheimer atom bombası binlerce insanı katlettikten sonra yaptığı bir konuşmada şunları söyleyebilmektedir: “Teknik olarak cazip bir şey gördüğünüzde, onu yapmaya koyulursunuz ve neyi yaptığınız hakkında ise ancak teknik başarıyı elde ettikten sonra tartışırsınız. İşte atom bombası hakkında olan biten de böyleydi.”
Halbuki insan “Nasıl?” sorusunun yanında “Niçin?” sorusunu da sormak zorundadır. Bu konuyu da daha uzun uzadıya “Bilim ve Ahlak” başlığı altında başka bir yazıya bırakmak zorundayım. O yüzden konumuza dönmekte fayda var.
Kapitalizmin doğuşu diyebileceğimiz İngiliz ekonomi atılımının ilk zamanlarına baktığımızda gördüğümüz şey, çalışan sınıfın hangi koşullarda yaşadıklarına göz atmamız yeterlidir. İşçilerin 18 saat çalışması bir kapitalistin umurunda bile değildir. Kısaca belirtmek istediğim, boş zamanın yaratılmasında gelişen teknoloji kadar, işçi sınıfının mücadelesi de vardır.
Şimdilerde tartışılan konu iş saatlerinin kısaltılması ya da işgünlerinin kısaltılmasıdır.
Peki eskiden bir günde gittiğimiz yolu artık on dakikada gidiyorsak geriye kalan zamanı ne yapmalıyız veya nasıl değerlendiriyoruz? Hayati öneme sahip olan bir diğer soru da budur.
Kapitalizm boş insandan hoşlanır ama boş zamanını estetize eden insandan korkar. Estetik kavramını herkesin anlayacağı basitlikte tarif etmeye çalışırsak; kısaca güzeli arama bilimi, yolu, sanatı diyebiliriz. Estetik güzeli, güzel olanı arama ve yaratma işidir. Estetize edilmiş boş zamanı ise güzeli bulmak ve yaratmak için geçirilen hoş vakit diye tanımlayabiliriz.
Son romanımda bu konuyu da işlediğim için oradan kısacık bir anekdot alabilirim:
“Güzel olan, estetik olan bize her zaman haz verir... Ama haz aldığımız her şey güzel olmak zorunda değildir. Devrimci olmak, her zaman güzeli aramaktır, ya da güzel olan, estetize edilmiş olan her şey devrimcidir.”
İşte kapitalizmin korktuğu da tam olarak budur. Kapitalizm boş insan sever ama estetize edilmiş boş zamandan ölesiye korkar. O yüzden insanların zamanlarını da en olmadık saçma şeylerle harcama taraftarıdır. Kapitalizmde boş zaman iyiye doğru estetize edilen bir uğraşlar silsilesi değil, öldürülen bir şeytandır.
Çalışmak kutsal mıdır? Zaman ve kapitalizm ruhu
Kapitalizmde çalışma ve biriktirme kutsal sayılır. Protestan ahlakı dediğimiz bu durum son 300 yıldır insanlığın başına açılmış en büyük dertlerdir biridir. Ve insanlık için artık çalışmak tek gaye haline gelmiş, çalışamayan (örneğin emekli) insan ölüyle eşdeğer haline gelmiştir.
Michael Foley,
Saçmalıklar Çağı adlı kitabında,
“Eskiden insanlar geçinmek, yaşamak için çalışırdı. Bugünse çalışmak yaşamak haline geldi. Tıpkı alışveriş, yolculuk ve iletişimdeki gibi, araç amaca dönüştü. Kişinin işi, kimliği ve statüsü hayatı oldu” der.
Kapitalizm için çalışmak kutsaldır. Tembellik ise tüm kötülüklerin anasıdır. Yine biraz mizah katalım konuya: “Tembellik bütün kötülüklerin anasıdır ama biz anamızı çok severiz...” de diyebiliriz.
Karl Marx’ın damadı Lafargue,
Tembellik Hakkı adlı eserinde, çalışmanın kölelere ait bir olgu olduğunu söylüyordu. Elbette bunu söylerken konuya bir miktar mizah katmış oluyor, yoksa Lafargue’ın köleli topluma geçmek gibi bir özlemi yoktu...
Dönemine göre eşitsiz gelişmiş Antik Yunan toplumu, gerçekten boş zaman yaratabilmişti. Nüfusunun neredeyse üçte ikisi kölelerden oluşan Yunan toplumu çalışmayı kölelere ve kadınlara bırakıp, yaratılan boş zamanı estetize edebildiği için hâlâ özlemle anılan bir toplum olma özelliğini koruyor. Sanattan, siyasete, felsefeye, bilime yaptığı katkılar hâlâ önemlidir. Ama dediğimiz gibi burada övülen köleci toplum değil, yaratılan boş zamanın estetize edilebilmesidir.
“Avrupa’nın kapitalist ülkelerinin bütününde, günümüzde, otuz beş yıl öncesinden dörtte üç daha fazla zenginlik üretilmektedir. Ama üç kattan fazla artan bu üretim, üç kat daha fazla çalışma saati gerektirmemektedir. Çok daha az oranda çalışma gerektirmektedir.
Federal Almanya Cumhuriyeti’nde, 1955’ten bu yana yıllık toplam çalışma hacmi %30 azaldı. Fransa’da otuz yılda %15, altı yıl içinde %10 azaldı. (...) 1946 yılında, yirmi yaşındaki bir ücretli uyanık geçen hayatının üçte birini işte geçirmek zorundaydı; 1975’te sadece dörtte birini; bugün beşte birinden azını. (...)
Çalışma uygarlığından çıkıyoruz ama geri geri çıkıyoruz ve boş zaman uygarlığına geri geri giriyoruz; bu uygarlığı görme ve isteme yeteneğinden yoksun olarak, dolayısıyla payımıza düşen boş zamanı uygarlaştırma yeteneğinden yoksun olarak, bir serbest zaman kültürü ve (...) seçilmiş bir faaliyetler kültürü oluşturma yeteneğinden yoksun olarak giriyoruz.” Kapitalizm, Sosyalizm, Ekoloji-Andre Gorz
Yukarıda kısaca çalışma zamanının azaldığını ve buna karşın boş zamanın nasıl arttığını gördük. Ve görülen o ki bu çalışma zamanının daha da azalacağı kesindir.
“Kaynaklara global ölçekte baktığımızda; 250 dolar milyarderinin 3,5 milyar insanın toplam servetine sahip olduğunu, kapitalist/emperyalist merkezlerde sağlıksız beslenme ve obezite tedavisi gören milyonlarca insana karşılık küresel güneyin açlıktan kırıldığını, salt Fransa ve Almanya’nın çöpe attıklarıyla dünyada açlık sorununun çözülebileceğini, silahlanma, ordu, polis ve devasa bürokratik devlet aygıtlarına tüm dünyayı refah ve eşitlik içinde yaşatabilecek kaynakların gömüldüğünü; tüm bunların ve daha da fazlasının küresel çapta sosyalizme geçmek için zemin hazırlamakla kalmayıp, zorunlu kıldığını görmek güç olmasa gerek. Zorunludur çünkü bir tarafta Japonya gibi gelişmiş kapitalist bir merkezde bile insanlar aşırı iş yükü stresine dayanamayıp intihara sürüklenirken, dünyada yüz milyonlarca insan işsiz güçsüz artık-nüfus halinde çürümeye itiliyor. Yani kapitalizm çalışanı da çalışmayanı da tüketiyor. Fazla üretimle ne yapacaklarını şaşırıp dünyayı yeniden paylaşmak için savaşlar açıyor, savaştan kaçanlar zengin kuzeye yöneldiklerinde dikenli teller ve ırkçılıkla karşılıyorlar gelenleri. Daha fazla kâr daha fazla egemenlik için doğayı yağmalıyor, buzulları çözüyor, Amazon Ormanları’nı, Kaz Dağları’nı, Karadeniz’i, Munzur’u mahvediyorlar. Sözü uzatmayalım, türümüzü ve tüm yaşam formlarını, yani yeryüzünde yaşamın sürekliliğini varoluşsal bir krize sürüklüyorlar. Kapitalist ekonomik rasyonalite, yani kâr için sınırsız üretim insanı da doğayı da tüketiyor... Komünist ütopya, hatta sosyalist program, üretimi ne kadar artıracağı kadar; artan üretimin sağladığı boş zamanı insani gelişmenin kültürüyle donatmanın yolları üzerine de kafa yormalıdır. Özetle, ‘Al sana boş zaman’ demek yetmez. Çünkü ‘Al sana’ denilen insan, kapitalist toplumun tornasından geçirilerek köreltilmiştir.” Nabi Kımran-Sendika.org yazısından...
Yeni teknolojilerle birlikte çalışan nüfusun azalması kaçınılmaz, bunu önlemenin olanağı kalmamış durumda, bence gerekmiyor da. Ya eşitlikçi sosyalist bir düzen yaratılmak zorunda ya da dilenci kültürü dediğimiz bir düzen insanların kafasına sanki bir zorunlulukmuş, insanın doğası böyle olmak zorundaymış gibi yerleştirilmek zorunda. Bu yerleştirme işini kapitalist ideologların nasıl da güzelce yaptıklarını biliyoruz. Sanki bir ahlakmış gibi algılatacaklar. Amerika örneği bize daha yakın olduğu için (ne de olsa biz hep küçük Amerika olmak istemişizdir) artık ciddi bir biçimde evsizler denen, sokakta dilenci olarak yaşayan büyük bir kitle oluşmuştur. Peki sıradan Amerikalının bunlara bakışı nasıldır? İdeolojik aygıtlarla sağlanan, “beceriksizler ordusu” “işe yaramaz insan güruhu” vs. olacaktır. Kazanan hepsini alır mantığı artık Amerikan halkının ruhuna işlemiş durumdadır.
Yeni teknolojiler ve bize yeni dayatılan boş zamanı kullanma adı altında satılmaya çalışılan, eğlence kültürü, sosyal medya, satın almanın hazzı gibi olguları haftaya tartışmak üzere bu haftalık elveda diyorum...