Tabu nedir? İçeriği ne olursa olsun asla tartışılmaz şeylerin bütünü diyebilir miyiz?
Sözlük anlamına bakacak olursak; kimi ilkel kavimlerde dinsel inanış olarak, kutsal kabul edilen, korkuyla karışık saygı duyulan, dokunulması ya da kullanılması yasak olan, aksi yapıldığında zararı dokunacağı düşünülen kimi insan, hayvan ya da nesne. Ya da toplumca ya da bir toplumsal kümece yasaklanarak, yaptırımlara bağlanarak korunan, dokunulması, eleştirilmesi, değiştirilmesi olanaksız olan (insan, davranış, sözcük, kavram, nesneler) şeyler bütünü de diyebiliriz.
Tabu bazı gerçekleri mite dönüştürür. Kavramları gerçek yerlerine koymamıza engel olur.
Ayrıca birçok sorunun cevabı tabudur ve tabuları yıkmak, tabuya karşı gelmek çok zordur.
Demokrasi kavramının (nasıl tabu haline getirildiği ayrı bir tartışmanın konusudur ve cevabı oldukça uzundur) bir tabu olarak karşımıza çıkması ve tabuları yıkmanın zorluğunun bilinciyle bu yazıya başlamak istiyorum. Ama devrimci düşünce tabuları yıkmakla işe başlar. Devrim bir düzenden başka düzene büyük bir kopuşla geçişi ifade eder. Aynı zamanda bir akıl düzeninden başka bir akıl düzenine geçişi de içinde barındırır.
Demokrasi kavramına ve işleyiş yöntemlerine girmeden önce, siyasal sistemlerin varlığı ve gerekliliği üzerinde düşünmek gerekiyor.
Eninde sonunda tüm siyasal sistemler (ister krallık, ister monarşi, otokrasi, isterse demokrasi) halkın ve o halkın içinde yaşadığı birimin (küçük kolektiflerden, ulus devlete, emperyalist hegemonyaya veya küresel düzene) daha mutlu, daha yaşanılır bir sistem olması için ortaya çıkmıştır (gerçekte öyle olmasa da). Her sistem, ülke çıkarı için, örneğin daha fazla askeri yatırım yapmak, daha fazla fabrika kurmak vb. söylemlerle ekonomik zorluklara karşı halkın dişini sıkması gerektiği konusunda onları ikna ederler. Geçmiş dönemlerde devletin çıkarını korumak, halkın kendi çıkarını korumakla eşdeğerdi. Küreselleşen dünyada bundan bahsetmemiz teknik olarak elbette mümkün gözükmüyor. Kısacası siyasi sistemlerin varoluş sebebi halkın kendini güvende hissetmesi ve mutlu olması üzerinedir. O yüzden siyaset dışı diye bir şey yoktur. Halkla ilgili, yaşamla ilgili her şey siyasal düşüncenin bir parçasıdır. (“Bunu siyaset malzemesi yapmayalım” sözü, genellikle egemen ideolojinin bir uydurmasıdır.)
Konunun bizi ilgilendiren kısmı ise, son otuz yılda reel sosyalizmin çöküşünden itibaren ideolojik bir hegemonyayla, halklar için en iyi yönetim şeklinin demokratik yönetim şekli olmasıyla ilgili söylemdir ve bu söylemin bir tabu haline getirilmesiyle ilgilidir.
Sonda söyleyeceğimi baştan söyleyecek olursam; demokrasi, bir siyasi sistem olarak bize yani halka mutluluk ve güven verecek tek yönetim şekliyse ve dünyanın büyük kısmı sözde demokrasi ile yönetiliyorsa, tüm dünya halkları neden mutsuz? (Bunun basit bir göstergesi, psikolojik rahatsızlıkların ve ilaç kullanımının katbekat artması.) İnsanlar mutlu veya kendilerini güvende hissetse bu tür psikolojik rahatsızlıklar neden olsun? Demek ki insanlar mutlu veya huzurlu değil ve kendilerini güvende hissetmiyorlar.
Sinema ve yayıncılık sektörünün ortaya çıkardığı eserlere baktığımızda distopyanın artması da insanın kendini güvende hissetmediğinin bir göstergesidir.
Demek ki filmi yapanlar da, onu izleyenler de geleceği karanlık görüyor. Demokrasi içinde yaşayıp insanlar neden geleceği bu kadar karanlık görmektedir?
Gelecekten umudunu kesmiş bir insanlık nasıl varlığını devam ettirecek?
Bu demek oluyor ki ortada ciddi bir sorun var ve biz bu sorunun kaynağına inmek zorundayız. Yalçın Küçük konuya şöyle katkı veriyor:
“Hem demokrasi illüzyonundan gerçeklik dünyasına geçebilmek ve hem de demokrasi ile kapitalizm arasında, ne yazık daha çok Marksistler tarafından akdedilmiş Katolik mirasını çözebilmek gerekiyor.”
Bu da demek oluyor ki işimiz gerçekten zor.
O zaman gelelim demokrasi kavramına ve uygulama alanlarına.
Demokrasi; Fransızca kökenli bir sözcüktür. Eski Yunanca aynı anlama gelen dēmokrateía, démocratie, “halk iktidarı” sözcüğünden türetilmiştir. Eski Yunanca dêmos “halk, ahali” ve yine Eski Yunanca krátēs “egemen, muktedir” sözcüklerinin birleşmesinden doğmuştur.
Elbette bu yazının konusu demokrasi kavramının siyasal ve etimolojik kökenleri üzerinden arkeolojik bir çalışma sunmak değildir. Günümüzdeki tabu halini almış demokrasi kavramının irdelenmesi, yani bir tabu yıkma çalışmasıdır.
Geçen haftalarda BirGün gazetesinde ve Tele1’ de yayımlanan Merdan Yanardağ’ın yazı dizisinin bıraktığı yerden devam etmek istiyorum. Merdan Yanardağ demokrasi kavramının üzerinden türetilmiş “Sosyal demokratlık ne demektir?”, “Devrimci demokratlık ne demektir?” üzerinden konuya giriş yapmış oldu. Yani sadece demokrasi kavramında sorun yok, kavrama eklemlenen ve türetilmiş hallerinde de büyük sorun var. Bu kavram karışıklığı ve akabinde gelen kafa karışıklığı sadece sıradan halk için geçerli değil, aynı zamanda sol içinde de hâd safhada. Bu kafa karışıklığı ve kavram kargaşası için hem Marx’ın hem de Lenin’in kavramı değiştirip yeni anlamlar yükleme çabasını görüyoruz. Yani sorun sadece günümüzün sorunu değil, tarihsel bir arka planı da var. Meraklıları için Merdan Yanardağ’ın yazı dizisini okumalarını öneririm.
Öncelikle hep tekrar ettiğimiz üzere, dünya büyük bir krizin eşiğinde. Koşullar 1. Dünya Savaşı öncesi koşulları çağrıştırmakta. Bu çağa ister “yeni emperyalist çağ” isterseniz “küresel hegemonya çağı” diyelim, sonuç olarak aynı kapıya çıkıyor. Kriz dönemleri hem fırsattır hem de içsavaşlara gebedir. Fırsattır çünkü yeniden doğumun koşullarını yaratır, dehşettir çünkü mücadele olmazsa daha karanlık günlerin habercisidir – ki faşizmin özellikle Batı cephesinde yükselen bir trende girmesi buna en güzel örnektir.
Demokrasi kavramının bu kadar sorunlu olması (son otuz yılda Batı’nın demokrasi kavramını kullanarak, gelişmemiş ülkelere demokrasi götürme yarışı) yeni küresel emperyalizmin başat ideoloji olmasından kaynaklanmaktadır.
Demek ki elimizde son otuz yılda dünyayı daha yaşanmaz hale getiren, savaşların ana sebebi olan bir kavram durmakta. Peki sorun kavramın içeriğinde mi –ki çoğu zaman bunun arkasına sığınılıyor– yoksa uygulama biçiminde mi?
Demokrasiyi temelinde (çok küçük kolektifleri saymasak) temsili sistem olarak tarif edebiliriz. Peki günümüzde bu temsili durumdan bahsedebilir miyiz?
Demokrasi ve Ehliyet
İnsanlık toplu halde yaşamaya başladığı tarihten itibaren yönetim sorunu ile karşı karşıya kalmış ve en iyi olana ulaşmaya çalışmıştır. Bu süreç içerisinde monarşi, aristokrasi, oligarşi, tiranlık, demokrasi gibi farklı yönetim şekilleri ortaya çıkmıştır.
“Cahil bir toplumun demokrasiyle yönetilmesi kadar büyük bir felaket yoktur.”– Platon.
Platon’un demokrasiyi dışlamasının asıl sebebi, cahillerin seçtiği kimselerin ülkeyi kaosa sürükleyeceğini düşünmesinden kaynaklanır. Yani ehliyetli olmayan kişilerin seçtiği temsilcilerin, ülkeleri ve halkları kaosa sürüklemesi kaçınılmazdır.
Platon için “demokrasi” istenilmeyen bir yönetim şeklidir. Demokrasiyi yasalı ve yasasız demokrasi olarak iki şekilde ele alan Platon’a göre, yasasız demokrasi sapkın bir rejimdir. Burada istediğiniz her tür insana rastlarsınız. Bütün bu insanlar her türlü siyasal hakka sahip olduklarını düşünürler ve asla yer almamaları gereken yönetim sürecine dahil olurlar. Bu tarz bir yönetimde her türlü sesi duyabilirsiniz. Böyle bir ortamda düzen değil sadece kaos olur. Platon demokrasiye hiçbir şekilde inanmaz ve güvenmez. Ona göre demokrasinin ulaşacağı son nokta despotizmdir.
Platon’a göre toplum ihtiyaçlar ve işbölümü sonucunda ortaya çıkar. Ona göre tarihsel süreç içerisindeki ilk yönetim şekli patriarkal yönetimdir. Burada yönetim aile şefi ya da klan şefinin elindedir. Daha sonraki yönetim şekli ise, monarşidir. Kabilelerin birleşmesiyle yönetimin tek bir gücün elinde toplanmasıdır. Burada monark yasalara bağlı kaldığı sürece ideal bir yönetim sergiler, ancak yasaların dışına çıkarsa monarşi yerini aristokrasiye bırakır. Aristokrasi en seçkin azınlığın yönetimidir ve ideal olan ikinci yönetimdir. Bu seçkin azınlık sahip olduğu erdemleri kaybeder ve yasaların dışına çıkarsa yerini bozuk yönetim şekli olan timokrasiye bırakır. Bu yönetim militarist yani askerler sınıfının egemen olduğu devlettir. Buradan diğer yönetim şekline geçişin nedeni ise, yöneticilerin sahip olduğu şeref ve onur gibi değerlerin yerini servet ve zenginlik gibi değerlere bırakmasıdır. Böylece timokrasi yerini oligarşiye bırakır. Bu devlet şekli, zenginlerin yönetimde olduğu, fakirlerin söz hakkının olmadığı bir yönetim şeklidir.
Platon’un ne kadar haklı olduğunu yazının ilerleyen bölümlerinde güncel örneklerle açıklamaya çalışacağım.
Antikçağ demokrasisinde, küçük küçük sitelerde, doğrudan katılımlı demokrasiden bahsedilmektedir. Atina örneğini ele alacak olursak, halkın üçte ikisinin köle olduğu, geriye kalanlar arasında, gençler ve kadınların seçime katılmadığı bir demokrasiden söz edilmektedir.
Daha on sekizinci yüzyılda Fransızların büyük düşünürü Rousseau demokrasi ile oligarşi arasında pek kısa bir yol olduğu konusunda uyarmıştı; güçlü bir denetim mekanizmasından yoksun bırakıldığında, genel çıkarı koruması öngörülen temsili demokrasinin yalnızca kişisel çıkar üzerine kurulu en yoz baskı rejimine dönüşeceğine dikkat çekiyor ve bir toplumda büyük zenginliklerin bu cehenneme giden yolu inşa edeceğini söylüyordu:
“Zenginler hem yasaları (yalnızca kendi çıkarlarını kollayacak şekilde) yapar hem de (yeri geldiğinde) bu yasalardan kaçarlar.”
Günümüzü ne kadar güzel özetleyen bir örnek.
Rousseau demokrasinin ancak küçük ölçekli kolektiflerde mümkün olacağını salık veriyordu.
Rousseau’dan sonra Marx, kapitalist düzen altında seçimleri halkın “kendisini ezen sınıfın hangi temsilcilerinin ayaklar altına alacağını” kararlaştırdığı mekanizma olarak gördüğünü yazdı. Siyaset biliminin büyük isimlerinden hukukçu Carl Schmitt’in, yirminci yüzyılın ilk yarısındaki tespiti ise parlamentonun yalnızca bir dekor olduğuydu; bugün de muhalefetinden iktidar partilerine her birinin neredeyse her düzeyde adayları bazen bağışlarla, bazen başka çıkarlar gözetilerek, ama her zaman plazaların yönetici katlarında, bazen yüksek komutanlarla ve artık bir de çeşitli cemaat ağlarında belirlenmektedir.
Temsili demokrasi “temsilcileri aracılığıyla halk yönetimi” demek olsa da, Marx bize bu temsilcilerin halkın çıkarını gözetmediklerini, tersine ezen sınıfın temsilcileri olduğunu söylemektedir. Schmitt ise bunun işleyişine dikkat çekmekte, seçim görüntüsünün korunmasına rağmen, temsilci adaylarının zaten halk tarafından belirlenmediklerini ortaya koyuyor.
Montesquieu demokrasi ile faşist yönetimi bir yerde ayrılmaz bir bütünün parçaları olarak görüyor. İki ayrı yüzü de diyebiliriz. Yurttaşlar her ikisinde de eşit gözüküyor, birincisinde her şey oldukları için, ikincisinde de hiçbir şey olamadıkları için.
Gelecek haftaya yazının devamı olarak, demokrasinin olmazsa olmazı parlamenter sistemi, Batılı emperyalist devletlerin demokrasi ihracatını, demokrasinin
olabileceği alanları, demokrasi için gereken devlet kavramını, bilinen ama üstü örtülen yanlışları tartışmak üzere...
Hoşça kalın.