Edebiyat tarihçisi ile Edebiyat eleştirmenini karıştırmamak gerekir.
Edebiyat tarihçisi bir eserin köklerini, ilk çıkışını, döneminin dilini ve diller arasındaki karşılaştırmasını inceler. Bir edebi türün ilki, edebiyat tarihçisi için önemlidir. O eserin başlattığı akımın döneme etkisi ve yansımaları edebiyat tarihçisinin konuları arasında yer alır.
Edebiyat eleştirmeni ise daha çok bugünler ilgilenir. Bir yapıtı incelerken o türün ilk örneği ile diğer eserler arasında karşılaştırma yapmak da elbette edebiyat eleştirmeninin işleri/konuları arasındadır. Fakat edebiyat eleştirmeni için elzem olan, olmazsa olmaz olan, o eserin şuanda toplum üstünde yarattığı etkiler, yansımalar, edebi değeri, dili, psikolojik alt yapısı ve üst yapıya etkisi üzerindeki incelemeleri ve çıkarımlarıdır.
Edebiyat tarihçisi için ilk psikolojik romanımız olan “Eylül” çok önemli bir eserdir. Önemi, o eserin ilk olması, nerede yazıldığı ve basıldığı gibi birçok ilki barındırması olabilir. Edebiyat eleştirmeni için ise, kitabının yazıldığı dönemdeki toplumun psikolojik yapısı ve o zamandan günümüze psikolojik romanın insanlar üzerindeki etkisi, o etki ile birlikte toplumdaki sosyolojik yapı ve psikolojik yapıların değişiminin karıştırılmasıdır.
Bir toplumda iyi edebiyat için ilk ve en önemli şart, iyi edebiyat eleştirmenlerinin olmasıdır.
Önemli eleştirmenlerimizden Asım Bezirci bakın nasıl tarif ediyor eleştirmenlerin görevlerini; “Çoğu kez unutuluyor şu gerçek: Eleştirmek büyük bir sorumluluk altına girmektir. Yalnızca sanatçıya karşı değil, okura (dolayısıyla topluma), esere, hattâ kendine karşı da sorumludur eleştirmen. Bu dört yanlı sorumluluğun kötü kullanılması ağır sonuçlar doğurur. Yanlış bir eleştiri sadece okuru yanıltmakla kalmaz, esere ve öncü sanatçıya da zarar verir aynı zamanda. Birçok haksızlıklara yol açar.”
Kimi zaman da eleştirmenler “Madem bu kadar iyi biliyor kendisi neden yazmıyor” eleştirisi ile karşılaşır. Hâlbuki sanatçı ve eleştirmen arasındaki farklar düşündüğümüzden çok daha fazladır. Oysaki bir yapıtta, (resim, edebiyat, müzik…) sanatçının dahi farkına varmadığı ayrıntıların farkına varır eleştirmen. Yazar çoğu zaman içgüdülerinin ve gözlemlerinin sonucunu aktarırken, bunun sosyolojik, psikolojik, iktisadi, tarihi anlamında ne ifade ettiğinin, nereye oturduğunun çok da farkında olmayabilir. O daha çok duygularının ve öngörülerinin peşinde sürüklenir. Estetikçi veya eleştirmen ise bunu yüzeye çıkarandır. Bağlantılarını kurandır.
Bu arada gözden kaçmaması gereken bir diğer olgu ise, iyi eleştirmenin ancak aydın nitelemesine uygun kişilerden çıkacağıdır. Yani iyi eleştirmen olmak için, öncelikle iyi bir aydın olmak gerekir. Aydın olmak ise sanıldığı gibi kolay değildir. Emek, direnç ve yeniyi arayabilme cesaretini içinde taşıyan kişidir aydın.
Behice Boran’ın Edebiyat Yazıları isimli incelemesini okurken tam da bunları hissettim. Kitabın giriş yazısını yazan Semih Gümüş şöyle tarif ediyor Behice Boran’ı; “Behice Boran çağının tedirgin insanıdır. Yaşadığı toplumla kavgalı olmanın tedirginliği, hiç kuşku yok ki insanı çok yönlü ilgilere yöneltir.” Bu yazıyı okuduktan sonra kitabın yanına şöyle bir not almışım: Aydın olmanın güçlüğü günümüzün en yakıcı sorunlarından birisidir. Aydın olmak demek, üzerine hiç vazife olmayan konulara burnunu sokmak ve o konuda mücadele vermektir.
Behice Boran’a gelmek isterim. Bir aydın olarak içinde yaşadığı dönemin edebiyat eserleriyle yakından ilgileniyor ve hatta onlar hakkında yazılar da yazıyordu. Örneğin aşağıda yapacağım alıntıda da gayet ustaca bir eserin karakterler üzerine kurulduğunu belirtiyor ve aynı karakterleri yaratış biçimleriyle de o eserin edebiyat mı yoksa popüler edebiyat mı olduğunu karakter analizi üzerinden veriyor. Yazı biraz eski dilde fakat söyledikleri çok önemli bence.
“Şüphesiz her sanatkar işlediği şahsiyetleri istisnai bir hale sokar. Onları “kahramanlaştırır”. Fakat sanatkar bunu iki şekilde yapabilir: Birincisinde, ele alınan devrin, içtimai muhitin aynı surette damgalandığı, aynı kalıba soktuğu insanlar arasında sanatkar şahsiyetlerini seçer. Aynı şartların içinde yaşayan ve aynı damga kalıbı taşıyan bu şahısların harici benzerlikleri altındaki ferdi hussiyetleri sivriltir, şahsiyetlerini kuvvetli, derin, ince hatlarla belirtir, diğerlerinden ayırır. Sanatkarın büyüklüğü bu işi becermekteki muvaffakiyetindedir. Bu suretle hareket eden muharrir, hem şahısların ferdiyetlerini belirtir, hem de bu ferdiyetin içinde daha umumi vasıfları, bütün bir içtimai zümrenin tipik hatlarını verir. Bunun için büyük sanat eserlerinin kahramanları hem en kuvvetli ferdiyeti, hem de umumi, beşeri vasıfları temsil ederler. İkinci şekil, eserin kahramanlarını, harici vasıfları, şekilleri itibarıyla da kitleden ayırmaktadır. Bu suretle şahsiyetleri belirtmek daha kolaydır; çünkü farklar harici şartlardan başlar; daha bariz, daha gözle görülür, elle tutulur bir haldedir…” diye devam eder.
Behice Boran’dan başka birçok aydın da aydın olmanın bilinci ile ister istemez edebiyat eleştirmenliği işine bulaşmıştır. Yalçın Küçük’ün “Küfür Romanları”, “Estetik Hesaplaşma” bunlara örnek olarak gösterilebilir. Eylülist rejimin insan aklında edebiyatla yaptığı tahribi açıklayan iki değerli eserdir bunlar. Tabii ki bu örnekleri daha da çoğaltmamız mümkün.
Günümüzün aydını maalesef tüm bunlardan uzak, köşesine sinmiş ve pasifize olmuştur. Sanatçı, aydın, ilerici doğası gereği toplumdan dışlanan, itilen, hor görülen yani bir nevi yalnızlığa itilen kişidir. Teknik olarak da böyle olması gerekir. Aydın kişi kendisini toplumun ilerisine koymuştur ve kimsenin cesaret edemediği sularda yüzmek zorunda hissetmiştir kendisini. Toplumun ilerisinde olduğu için doğal olarak toplumun da dışında kalmış olur. Demek ki aydın olmanın, sanatçı ve ilerici olanın ilk öğreneceği şey, yalnızlıktır. Aydın ve sanatçı yalnız kimsedir. Bu yalnızlığı göze almayı başaramayan, ki bu aynı zamanda iradne de gerektirir, büyük ihtimalle, popülizme kaymak durumunda kalır. Bunu göze alıp başlangıç yapan aydın, sanatçı, ileride mızmızlanmayacak, beni anlamıyorlar, anlaşılmıyorum gibi sözler sarf etme gereği duymayacaktır.
On Sekiz Saat romanımda aydınlarla ilgili şunu söylemiştim. “Aydınların ve devrimcilerin varlık sebebi toplumu mutlu etmek değil, tedirgin etmektir. İşte gerçek görevi budur aydın kişinin. Bu nedenle toplumun delisi olmayı ve dışlanmayı da göze alabilmelidir. Bu yüzden aydınların öğrenmesi gereken ilk şey yalnızlıktır. Aydın olmak kendi yalnızlık çölünden insanlara bağırmaktır. Çığlık atmaktır.”
Aydın olmanın gerekliliği, zaman zaman bu kişilerin hayatlarına sebep olmuş, uzun hapisliklerle mükâfatlanmıştır. Mithad Paşa’dan başlayıp Namık Kemal’lere, Nâzım Hikmet’lere daha birçok aydınımız vatanları ve halklarının aydınlık gelecekleri için hayatlarını feda etmişlerdir, hem de hiçbir çıkar gözetmeden.
Aydın kendini ileriye taşıdıktan sonra, toplumu da ileriye taşımak zorundadır. Bunun için de mutlaka kitlelere ihtiyaç duyar. Naom Chomsky aydınların kitlelere olan ihtiyacını şöyle anlatmış; “İktidara karşı doğruları konuşmak pek o kadar da onurlu bir iş değil. Kişi bu doğruları dert edinecek bir dinleyici kitlesi arayıp bulmalı ve dahası bunu bir dinleyici kitlesi olarak değil, ortak kaygılar taşıyan ve kendisinin de yapıcı bir biçimde katılacağı bir topluluk olarak görmeli. Onlara değil, onlarla birlikte konuşmalıyız. Her iyi öğretmenin alışkanlığı bu yöndedir. Her yazar ve entelektüel için de böyle olmalıdır.”
Artık iyi eğitimli olmak da insanı köle olmaktan ya da cehaletten kurtarmıyor maalesef. Köle kaderine razı olmak demek, isyandan uzak olmak anlamını taşıyor. Naom Chomsky bunu şöyle açıklıyor, “Seçkin köle sınıfı”. Okumuş cahiller diye bir tanım artık literatürümüze girmiş durumda. Sadece birçok şey bilmek insanları aydın yapmıyor. Özellikle Türk aydını kendisini çoğu zaman ezik görüyor ve yeniye cesaret edemiyor.
Arif Damar bir anısında Yalçın Küçük için şöyle söylüyor; “Türk solcusunun tek korkusu hata yapmak. Hata yaparsak bizi komünistlikten atarlar diye korkuyorlar. Onun için yeni bir şey söylemekten ödleri kopar. Bir tek Yalçın Küçük her aklına geleni söyler. Ama hiç de komünizmin dışında kalmaz.” Ve bu söylem bize aslında Türk aydını hakkında kısaca bilgi veriyor.
Bir ülkenin gelişmesi, ileri gitmesi için aydınlara ihtiyaç vardır. İyi edebiyatın olması için de öncelikle ve kesinlikle iyi eleştirmenlere ihtiyaç vardır. Edebiyat eleştirmeninin sadece edebiyat bilmesi yeterli değildir. İyi bir sosyolog, psikolog, tarihçi ve siyaset bilimi bilmek zorundadır ve felsefe de bilmesi kaçınılmazdır. Sadece eserin gelişimini takip etmek değil, onun bugünün insanına ne katacağı ne eksilteceği de eleştirmenin konusudur.
Bir anektod da Fethi Naci’den paylaşmak isterim yeri gelmişken. Belki de son edebiyat eleştirmeni diyebileceğimiz Fethi Naci 80 öncesinde Disk’in eğitim seminerlerine katılıyor. Dönem çok politize olmuş durumda. İşçi edebiyat öğrenmek istiyor, işçi dünyayı değiştirmek istiyor ve her seminerde, eğitim çalışmasında Fethi Naci’ye şu soruyu soruyor “Tamam da hocam ne okumamız gerekiyor, devrimci edebiyat hangisi?” Fethi Naci cevaplıyor,” iyi edebiyat doğası gereği zaten devrimcidir.”
Bir not daha düşmek zorundayım, eleştirmen veya aydınlar bize bir anlamda daha yol göstermek zorundadırlar. Günümüzün tüketim toplumunda her şeyin meta ve satılabilir olmasına da bir direnç noktası bulması gerekiyor. Her ay dört bine yakın yeni kitabın çıktığı Türkiye’de, okuyucu iyi kitabı nasıl belirleyecek? İyi okuyucu olmanın yolları neler olmalı? İşte bu sorulara da cevap üretmek ve yöntem geliştirmek zorunda. Bu iyi okuyucu meselesini de bir sonraki yazıya bırakmak zorundayım.
Edebiyat önemlidir, Dünyayı ve insanın kendisini değiştirmedeki önemi asla yadsınamaz.