Tekrarda her zaman teorik olarak bir katkı vardır. Tekrar iyidir. Birinci bölümde söylediğim gibi, “Yeni Mafya Düzeni”nin oluşmasında, neoliberalizmin bire bir katkısı var. Hatta neoliberalizmin yaşaması için “Yeni Mafya Düzeni”ne ihtiyacı olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Neoliberalizmin en temel hedeflerinde ulus devletleri yıkmak var. Önce ulus devletleri yıpratmakla hatta onları yıkmakla işe başlamaları bir tesadüf değil.
Eğer yeni bir sistem inşa edecekseniz, bu yeni egemenliğe sekte vuracak olan direnişi de bertaraf etmek zorundasınızdır. Neoliberalizmin kuruluşunda bunu net olarak görmekteyiz. Neoliberalizmin felsefesinde her şeyin atomlaşması vardır. Atomize olma durumu neoliberalizm için olmazsa olmazdır. Aklın atomize edilmesi, bireyin atomize edilmesi, sendikaların atomize edilmesi, direnişin atomize edilmesi, felsefenin atomize edilmesi, hakikatin atomize edilmesi... Ama önce herhangi bir direnişin ortadan kaldırılması için zor aygıtına gerek duyuyor. Neoliberalizm 1970’lerin ortasında başlamasına rağmen, en esaslı çıkışını ve bir sisteme bürünüşünü Reagan-Thatcher döneminde yapıyor. 1980’lerde birçok ülkede yapılan askeri darbeler, neoliberalizmin zor aygıtıyla yerleşmesine güzel bir örnektir. Bunun en güzel örnekleri de, Türkiye ve Güney Kore’dir. Neredeyse aynı zamanlarda, neoliberalizmi yerleştirmek için iki ülkede de askeri darbe yapıldı. Elbette bunun ilk denemesi, Şili’de Allende iktidarına karşı girişilen darbedir.
“Yeni egemenlik sisteminin devreye girmesi için çoğunlukla şiddetin eşlik ettiği, bir kurucu iktidar zorunludur. Ama bu kurucu iktidar, sistemi içe doğru istikrarlı kılan iktidarla özdeş değildir. Neoliberalizmin öncüsü olarak Margaret Thatcher’ın sendikalara ‘içerideki düşman’ muamelesi yaptığı ve onlarla şiddetli mücadeleye girdiği biliniyor. Ama neoliberal ajandayı kabul ettirmek için uygulanan şiddete dayalı müdahale, sistemi koruyan iktidarla aynı şey değildir.” Byung-Chul Han’ın bu tespiti, kurucu iktidarla, koruyucu iktidar arasındaki şiddet farkının aynı olmadığını anlatıyor. İlk kez Walter Benjamin tarafından dillendirilen bu düşünce haklılığını koruyor. “Şiddetin Eleştirisi Üzerine” adlı makalesinde Benjamin, hukuk kurucu şiddetle, hukuku koruyan şiddet arasındaki ayrımı yapar.
Neoliberalizmin kuruluşunda şiddet var. Şu anda ideolojik olarak neoliberalizm o şiddeti görünür kılmamakta süper uzman olmasına rağmen temelinde şiddet var. Yukarıda verdiğimiz Türkiye ve Güney Kore haricinde ve sonrasında, ulus devletlerin yıkımında hep neoliberalizm var. Balkanların parçalanması ve görülmemiş bir insan kıyımının tam merkezinde neoliberalizmin “özgürlük düşüncesi” var (görece olarak). Tüm Afrika’nın kan gölüne dönmesinde neoliberalizmin bire bir imzası mevcut. Özgürlük ve demokrasi adına yapılan her müdahalenin arkasında neoliberalist düşünce yatmaktadır. Önündeki tüm engelleri şiddetle yıkan bir düşünceden bahsediyoruz. Ulus devletler neoliberalizm ve küresel finans sisteminin yerleşmesinde en büyük engeldi. İşte bunlar kurucu iktidar döneminde hep kanla yazılan neoliberalist tarihtir.
Neoliberalizmi yerleştirdikten sonra ise işler bambaşka bir hal alıyor. Yeni özgürlük tanımlamasıyla, kendi kendini sömüren bir insan tipi yaratılıyor. Tüketim fetişleşiyor, düşünce parçalanıyor, neoliberalist baskı altındaki işçi serbest bir girişimciye dönüştürülüp daha kolay sömürülüyor. Kişi hem köle hem efendi haline getirilip (esnek üretim tarzı) daha kolay sömürülür ve direnişsiz hale getiriliyor. Sınıf mücadelesi, insanın kendi kendisini yargıladığı, tüm sorumluluğu bireyin sırtına yıkan bir düşünceye evriliyor vs. Bu konunun diğer yüzü olduğu için burada bırakıyorum.
Dediğim gibi ilk aşama ulus devletlerin zayıflatılması, gerekirse zorla yıkılması.
Ulus devletin en tipik özelliği ulusal ordudur. Ulus devleti yıkmak istediğinizde öncelikle ulusal orduları yıpratmanız veya tamamen ortadan kaldırmanız gerekir.
Artık genel eğilim, profesyonel ve yüksek nitelikli askeri personelin kullanılması üzerine yoğunlaşmaktadır. Profesyonel asker, tamamen bir ortaçağ sistemidir, ileride değineceğiz. Profesyonel askerin veya başka silahlı birimlerin olduğu yerde, ulusal ordu kavramı kendiliğinden ortadan kalkar. Bu süreç, hiç kuşkusuz, özel girişim açısından yeni imkânlar yaratmaktadır. En gelişmiş ülkelerde bile oldukça uzmanlaşmış askeri personel ile özel sektörün birlikte çalışarak güvenlik hizmeti sunduğu gri bir alan vardır. Her gün karşımıza çıkan özel güvenlik şirketlerinin basit olarak, AVM’lerde, hastanelerde, şirketlerde hizmet vermesi yanıltıcı olmamalıdır. Aynı özel şirketlerin daha büyük yapılanması, hükümetler tarafından da kullanılmaktadır. Hükümetin polis kuvveti, ulus devletin bedava, gönüllülük ve vatanseverlik üzerine kurulu askeri değildir. Asker içinde de paralı askerler, özel birimler vardır. Bekçilik sistemi ise bunun son örneğidir. Parasını verene hizmet eden bu yeni alanlar aslında net olarak mafya olarak tabir edilebilirler.
Şu ayrımı da gözden kaçırmamak gerekir, ulusal ordu devlete, özel silahlı gruplar hükümete bağlıdır.
Hobsbawn,
Yeni Yüzyılın Eşiğinde kitabında bu yeni oluşan yapılarla ilgili şunları söylüyor:
“Bu, yirminci yüzyılla ilintili bir fenomendir. Yeni çağın tipik özelliğidir. Dünyanın bazı bölgelerinde devlet erkinin görece çözülüp dağılmasından kaynaklanan bir durumdur. On beşinci yüzyıldan beri Avrupa’da varlığına rastlanmayan savaş lordu figürü dirilmiştir.”
Özel güvenlik şirketleri, filmlerde sık sık gördüğümüz üzere başat bir rol oynamaya başlamışlardır. Eski asker artıkları, eski ajan artıkları, eski polis artıklarından oluşmuş yapılanmalardır bunlar. Hükümete bağlı dahi olsalar bu kuruluşlar, hukuk tanımlamasının dışında hareket etme özgürlüklerine sahiptirler. Her gün filmlerde gördüğümüz bu özel silahlı birlikler, artık günümüz insanı tarafından benimsenmiş bir hal almıştır. Korkutucu olan da bu kısımdır.
Geçmişte bu tür örgütlenmelerin silahları, tabanca, tüfek veya bilemedin otomatik tüfeklerdi. Artık bu tür örgütlenmeler bir ordunun sahip olabileceği tüm askeri malzemelere sahiptirler.
Ulusal orduların yerini alan polis teşkilatları ve bekçilik teşkilatını esas itibariyle devletin kendi mafyası olarak düşünebiliriz. Ya da lejyon askerler veya paralı askeri gruplardan temel olarak bir farkını göremeyiz. Bugün tüm ülkelerde polis gücünün son otuz yılda en azından üç kat arttığını tespit edebiliriz. Elbette polis teşkilatı ile bekçilik sistemini ve özel güvenlik şirketlerini de rahatlıkla aynı kategoriye koyabiliriz. Polis, bekçi ve özel güvenlik şirketleri paralı askerlerdir ve hükümetlerin emrindedir. Ulusal ordu ise parasız ve ulusa aittir yani devlete.
Bu tür özel ordu tipik bir ortaçağ yansımasıdır.
Ortaçağda gördüğümüz şövalyelik kurumu bugünün özel silahlı kuvvetlerine bire bir benzemektedir. Yalçın Küçük,
Tekeliyet adlı kitabında, bu yeni oluşan mafya düzeninin temellerini ortaçağda buluyor:
“Ortaçağ ile birlikte bu ayrımın, milites ve rustici ikilisiyle değiştiğini tespit ediyoruz. Rustici, tarımla uğraşanlardır ve bugünkü Avrupa’nın köylüleşmesine denk düşmektedir. ‘Milites’ sözcüğünden, hâlâ hatırladığımız ve kullandığımız ‘militare’ ve ‘milices’ var. Toplumun silah kullananlar ve toprak işleyenler olmak üzere iki sınıfa ayrılması, ortaçağın oluşmasıyla birlikte görülen maddi gelişmelere uygun düşüyordu. Roma düzeni yıkılmıştı ve her yerde mafyöz özellikler gösteren irili ufaklı egemenlikler çıkıyordu. Her prens, bey, şef ya da mafya babasının kendisine bağlı silahlı birlikler kurması normaldir ve bunlara ‘milis’ diyoruz. Ortaçağ ve dar anlamda da feodalite, bugünkü Batı Avrupa’da bir yandan silahlı bir sınıfı, milites, yaratıyor ve diğer yandan da bunun dışında kalanları, demilitarize ediyordu, rustici denilen tarımla uğraşanlar bunlardır.
Bir, yeni düzen oluşuyor, yönetim halktan ayrılıyordu, halk demilitarize olurken atlı ve zırhlı bir yönetici sınıf ortaya çıkıyordu ve artık oluşmakta olan düzende, sığınmak, yaşamak ve ‘özgür’ olmak anlamındadır. İki, artık atlı ve zırhlı olmak, sadece imkân sahibi ve dolayısıyla servet sahibi olmakla mümkündür; şövalyeye veya şövalyeyi barındıranlara fief zorunludur. Fief’i burada bir dil olarak kullanıyorum, verimliliğin değişmediği bir ortamda bu yeni düzenin ancak sömürü oranının artmasıyla mümkün olacağını kabul etmek zorundayız. Bunun göstergesi özgür köylünün azalmasıdır.”
Dünya kapitalizmi çok iyi biliyor ki çok uzun zamandır üretime yatırım yapma dönemi bitmiş ve yerini finans kapitale bırakmış durumdadır. Üretim artmadığı halde zenginin zenginleşmesi tıpkı ortaçağda olduğu gibi sömürü oranının değişmesiyle alakalıdır. Artık zengin daha zengin, fakir daha fakirdir. Ve artık sadece zengin sınıfın elde edeceği imtiyazlar, silahlar ve paralı askerler, fakirleşmiş halka istediği şiddeti uygulayabilir hale gelmiştir. Yalçın Küçük şöyle devam ediyor:
“Yalnız öncelikle, atlı saldırı düzenledikleri kabul edilen Araplarla mücadele edebilmek için şövalye düzenine geçmeyi, bir organ nakline benzetemeyiz; toplumsal düzende zincirleme transformasyonlara neden olması kaçınılmazdır. Brunner’in, Poitiers Savaşı’ndan hemen sonra martel’in çok geniş Kilise topraklarına el koyduğuna işaret etmesi çok yerindedir; atlı, at ve at da otlak demektir ve ayrıca at sahibi olmak çok masraflı bir iştir. Bu durumda biz, şövalye düzenine geçişi bir tür profesyonel askerliğin kabulü sayabiliriz; bunu da köylünün silahsızlandırılması ve yönetenlerin karşı konulması zor silahlarla donatılması olarak anlayabiliriz. Demek ki sınıfsal bir dönüşüm başlatılmaktadır.
Bir nokta var, savaşlarda atın kullanılmasının 8. yüzyılda başlamadığını kesin olarak biliyoruz; Romalılar da atı biliyor ve savaşta kullanıyorlardı. Bu nedenle atın kullanılması değil nasıl kullanıldığı önemlidir. Roma savaşlarında at daha çok düşmanı bozmak ve ağır piyadenin önüne sürmek için kullanılıyordu. Bunun dışında, savaşlar esas olarak, piyadenin işiydi.”
Yukarıda alıntıladığımız Eric Hobsbawn’ın sözünün tamamına bakmakta fayda var:
“Körfez Savaşı sırasında lojistik destek alanında özel girişimin yaygın bir biçimde kullanıldığını biliyoruz. Askerlerin mühimmat, levazım ve kıyafet işlerinin giderek özel şirketlere devredildiğini biliyoruz. Bu yirminci yüzyılla ilgili yeni bir fenomendir. Yeni çağın tipik özelliğidir. Dünyanın bazı bölgelerinde devlet erkinin görece çözülüp dağılmasından kaynaklanan bir durumdur. On beşinci ya da on altıncı yüzyıldan beri Avrupa’da varlığına rastlanmayan ‘savaş lordu’ figürü dirilmiştir. Bu tür insanlar, kendi özel ordularını organize etmiş oldukları için, siyasal olayları etkileme yetisine sahiptirler... Özel savaş durumu ile devletler arasındaki savaşların bir karışımından ibaret olan şu anki durum, bu fenomenin devletin gözle görülür derecede çözüldüğü yerlerde yeniden geçerlilik kazanıyor. Bunu pekiştiren bir yeni faktör daha var: Özel girişimlerin bugün ulaşmış olduğu olağanüstü servet. Günümüzde, bireylerin ya da şirketlerin, devletlerinki kadar parası olabilmektedir. Bu kısmen, uyuşturucu ticareti, insan kaçakçılığı, silah kaçakçılığı gibi yasadışı alanlardan kazanılan paralardır.”
Artık şunu çok iyi biliyor ve gözlemliyoruz ki, çok iyi silahlanmış üç yüz kişilik –kuramsal olarak hiçbir devletin ya da hükümetin kontrolünde olmayan– bir milis gücünün geniş bölgelere yayılarak oraları yağmalaması ve “düşmanlardan” temizlemesi çok kolaydır.
Eric Hobsbawn şöyle devam ediyor:
“Geçmişte ‘gerillaların’ silahı, tüfekler ve makineli tüfeklerdi; şimdiyse roketatarları ve taşınabilir uçaksavarları var. Buysa silah üretme kapasitesiyle dünyanın her yerini silip süpüren Soğuk Savaş’ın diğer ürünüdür. Bu dönemde büyük devletler arasında gerçek bir savaş olmamasına rağmen, genel bir askeri hareketlilik yürürlükteymişçesine, silah kapasiteyle çalışıyordu. Besbelli ki ‘Soğuk Savaş’ın sona ermesi bu devasa silah yığınının kullanımını hemen mümkün kıldı. Size bir örnek vereyim: El Salvador’daki içsavaşın sona ermesinin hemen ardından çok miktarda otomatik silah piyasada boy gösterdi. Bu silahlar tanesi 100 dolardan Kolombiya’ya satıldı. Kimileri için kârlı bir işti bu. Şimdiyse dünya tıka basa silahla dolu ve bu da ‘frelans’ silahlı grupların ortaya çıktığı yeni bir durum yaratmakta. Bunlar herhangi bir hükümete bağlı olmayan gruplardır, fakat savaşa daima hazırdırlar.”
Ortaçağ şövalye demek, şövalye ise zırh demek. Günümüz toplumunda ise polis teşkilatı (paralı olan tüm silahlı ekipler) ortaçağ özentisi gibi zırhlarla kuşatılmış halde. Eskiden polis teşkilatının birçoğu silahsız gezerken, günümüzde ortaçağ şövalyelerini aratmayacak silahlar ve zırhlarla kaplı.
Demek tekeliyet, feodalite misali, terörize olmanın sonucudur, bu noktayı, bir kez daha aydınlatmış durumdayız. Ek olarak söylersek, bugünkü düzenin hem bireysel teröre hem de mafyatik teröre ihtiyacı vardır.
En demokratik hukuk şekli kuvvetler ayrılığının en sert uygulandığı toplumlardır. Her kuvvet önünde başka bir kuvvet bulacak ki hata yapılmasın... Ortaçağda, feodal yönetim şeklinde kuvvetler ayrılığı yoktur, kuvvet sadece derebeyinin elindedir. Şimdiki tüm ülkelerin geldiği noktada durum aşağı yukarı budur. Tek adam yönetimlerine, yeni faşizm diyoruz. Hukuk, yeni faşizm döneminde zenginin ve güçlünün suç örgütüne dönüşmüştür. Bunun sorumlusu da yine neoliberalizmdir. Güçlü ulus devlet ve güçlü ulusal orduyu, güçlü ve eşit hukuk sistemini çok basitçe, futbol hakemlerine benzetebiliriz. Bir futbol maçı düşünün ve bu maçın hakemsiz oynandığını, hiçbir gözlemcinin olmadığını hayal edin. Şikeler, maçın içerisinde güçlü olanın (fiziksel güç) ve yaptığı faullerin nasıl da meşrulaşacağını bilirsiniz. Eski mahalle futbolunda top kiminse kuralları onun koyması gibi...
Levtchenko’nun
Bizans Tarihi kitabından sadece herhangi bir örnek durumu kavramamızda işimize yarayacak, “Yeni Mafya Düzeni”nin ne kadar ortaçağa benzediğini görebileceğiz.
“12. yüzyıldaki Bizans ordusunda çok sayıda paralı asker (Anglosakson, Türk, Slav, Gürcü, Fransız, Alman) vardı. Yerli halkın gerçek bir bela gibi gördüğü bu askerler, barınma, yiyecek isteme hakkına sahiplerdi ve bu hak, zorbalığın, şiddetin her çeşidine bahane yaratıyordu. Paralı asker sayısının yerli birlikleri aşmaması kuralına da artık pek uyulmuyordu. Paralı askerlerce oluşturulan bu boylar ve halklar karmasından bir kısmı süreli bir kısmı süresiz olarak hizmete alınmıştı; bir kısmı da imparatorluğun vasalları ve müttefikleri tarafından sağlanmaktaydı.”
Tüm ortaçağ, paralı asker çağıdır. İşin içine para girdiğinde ve hukuk çıktığında yeni mafya düzeni kendiliğinden oluşur. Yakın tarihimizden bir örnek verecek olursak, Türk Ordusu, hareket kabiliyetini ve hukuksuz özel kuvvetleri kullanma yeteneğini, uzun içsavaş döneminde kazanmıştır. Demek ki “Yeni Mafya Düzeni”nin temellerinde savaş ve içsavaş var.
Bizi belki de en çok ilgilendiren kısım ise şu: 1980’lerden itibaren neoliberalist saldırı (hem zor aygıtlarıyla hem de ideolojik aygıtlarıyla) özellikle reel sosyalizmin çöküşüyle birlikte iyice hoyrat bir hal almıştır. Paranın dolaşım özgürlüğü için (görünürde sahte özgürlük çığlıklarıyla) tüm sınırları, ahlakı, temel düşünceleri yıkmayı kendine hak görür hale gelmiştir.
Peki solcular bu işlerin neresinde?
Peki tüm yeni koşullar altında, tüm eski tartışmaları bir kenara bırakıp, ulus devlet kavramını tartışmak gerekmiyor mu?
“Yeni Mafya Düzeni”ne karşı mahalle örgütlenmeleri, uyuşturucuya karşı bilinçlenme ve mücadele yine solcuların görevi değil mi? Mahalleleri yeniden ele geçirmek ve “Yeni Mafya Düzeni”nin ele geçirildiği yoksul mahallelere girmek yine solcuların işi değil mi? Bunun için nasıl bir örgütlenme gerekmektedir?
Özgürlük kavramını bir an önce yeniden tartışmak ve kavramsal bir bütünlüğe ulaşmak yine solcuların görevi değil mi?
Ama ilkönce “sol”un liberalizmden tüm bağlarını koparmak, sol liberalizmle amansız bir savaş başlatmak gerekmiyor mu?
Peki uluslararası düzende, tek kutuplu dünyanın ne kadar büyük bir yıkıma sebep olduğunu kavramak bu kadar mı zor? Yeni oluşabilecek çok kutuplu dünya için sol, ideolojik ve örgütsel olarak nerede duracağını bilebilmekte midir? NATO’nun tek kutuplu dünyada, bir mafya örgütü gibi davrandığını görmek, bunu tespit etmek bu kadar mı zor? NATO’nun artık sadece Batı dünyası ve neoliberalist yönetenlerin bir silahlı örgütü olduğu tespitini yapmak bu kadar mı zor?
“Yeni Mafya Düzeni”ni ancak sol bitirebilir, ama önce kendi içindeki kafa karışıklığını bitirmesi şartıyla...