Tartışmak iyi midir, kötü müdür? Tartışmak bize ne kazandırır?Günümüzün klasikleşen argümanları arasında yer alan “Tartışmak kötüdür, empati yapalım, hepimiz kardeşiz, hümanizm, hepimiz bir Dalai Lama’yız” türü söylemlerin dışında, belki de tam karşısında duran bir durumu açıklamaya çalışacağım size bu yazımda. “Herkesin kendine ait değerleri var ve bunlar tartışılamaz.” “Hiç kimse bir başkasının değerlerini sorgulamamalıdır.” “Herkesin değerleri kendi sorunudur, onun yaşama biçimi kendi seçimidir ve buna saygı duyulmalıdır.” Bütün bu söylemler artık birer klasik söylem olarak karşımızda durmaktadır. Bu düşünüş biçiminin sanattaki yansıması ise “Ben böyle hissettim böyle oluşturdum eserimi, bu benim duygularımın ifadesi” gibi ucube bir yaklaşım... Bilimde de “Ben böyle düşündüm efendim” saçmalığı var malum... Bunların hepsi tartışma olanağının önünde duran engeller... Gerçeğin çokluğu aynı zamanda gerçekdışılığı yani hakikatin kaybolmasını da beraberinde getiriyor. Benim iddiam ise şu: Tartışılmayacak hiçbir şey yoktur. İnsan Birikimdir adlı kitabımda konuya kısa bir giriş yapmıştım ama kitabın kapsamı bağlamında kısa kesmek zorunda kalmıştım. Bugün konuyu biraz daha açmak istiyorum. Kitapta şöyle bir giriş yapmıştım:

Tartışmak, Öğrenmenin En İdeal Yollarından Biridir

“Postmodernizmin hakikati parçaladığı ve elimizde artık hakikat diye bir şeyin kalmadığı bir çağda yaşıyoruz. Eski dilde söylemek gerekirse artık akli melekelerimizi kaybetmiş durumdayız. Dünya, otuz yıl önce tartıştığı konuların bugün yanından yakınından geçemez durumda. O dönem konuşulan, tartışılan aile, mülkiyet, insan, sevgi, edebiyat, sanat gibi konuların çok ama çok gerisindeyiz. Postmodernizm hakikati parçalayıp, ‘Herkesin gerçeği kendisine’ denilen bir dönemde, tartışmanın da önü kesilmiş oluyor. Hatta tartışmak kötü bir olguymuşçasına önümüze sürülüyor. Halbuki tartışmak doğruya ulaşmanın ideal yollarından biridir. Bunu konuşarak yapabilirsiniz, yazarak yapabilirsiniz, eleştirerek yapabilirsiniz, yöntem size kalmış. Ama tartışma kavramı ortadan kalktığında gerçeğe ulaşmanın yolunu tıkamış olursunuz. Her alanda başa döndük, yeni bir ortaçağ yaşıyoruz, o yüzden her şeyi en baştan, en basit haliyle anlatmak zorundayız, zorunda hissediyorum. Aydınlanma çağının en önemli eserinin Diderot’nun Ansiklopedi’si olması da tam bu yüzdendi. Önce kavramları en basit haliyle yeniden düzenlemek.” Luis Althuser’i anmamak olmaz. İdeolojik hegemonyanın bize dayattığı şey, tartışmanın kötü bir şey olduğu ve her koyunun kendi bacağından asılması gerektiği fikridir. Bu noktaya gelirken insanın dönüşümüne bakmamız gerekiyor elbette. Tartışma kültürünün yok oluşunun temel sebeplerinden bir tanesi, diğerinin/ötekinin/başka’nın kaybolmasıdır. Birey, aşkı bile kendi üzerinden tahlil etmeye çabalamaktadır. Byung-Chul Han Eros’un Istırabı adlı kitabında meseleyi aşk üzerinden şu şekilde ifade ediyor: “Ancak aşka dair bu sosyolojik teoriler, günümüzde aşkı, sonsuz özgürlükten veya sınırsız olanaklardan çok daha esaslı bir şekilde yıpratan bir şeyin cereyan ettiğinin farkına varamıyorlar. Aşkın içinde bulunduğu krizin tek nedeni başka Başka’ların bolluğu değil, şu anda yaşamın bütün alanlarında meydana gelen ve benliğin giderek daha da narsisleşmesinin eşlik ettiği, Başka’nın aşınması sürecidir. Başka’nın ortadan kayboluşu, ne feci ki çoğumuz farkına bile varmadan ilerleyen dramatik bir süreç.

(...)

Motivasyon, inisiyatif ve proje çağrısı, sömürü açısından kırbaçlardan ve emirlerden çok daha verimlidir. Kendi kendinin girişimcisi olan performans öznesi, emir veren ve sömüren bir başkasına tabi olmadığı ölçüde özgürdür ama gerçekten özgür değildir, çünkü artık kendi iradesiyle kendi kendini sömürmektedir. Sömüren sömürülendir. Kişi aynı anda hem faildir hem kurban. Kendi kendini sömürü başkasının sömürüsünden çok daha verimlidir, çünkü bir özgürlük duygusu eşliğinde iş görür. Bu sayede, tahakkümsüz sömürü mümkün olur.” Pek çok yalnız bireyin, bireysel korkularını aşmak için bir araya gelişleri bir ortaklık özü barındırmaz. Bunlar hızla bir araya gelen ve hızla dağılan grup davranışlarıdır. İçinde güven unsurunu yoktur. Ulrich Beck’in de söylediği gibi: “Aşk ve yardım arayan, çıplak, korkutulmuş, saldırgan egodur. Kendini ve sevecen bir toplumsallığı ararken benlik cangılında kolayca kaybolur... Kendi benliğinin sisi içinde arayışını sürdüren birisi, bu tecridin, bu yalnızlığa hapsolan ego’nun bir kitlesel hüküm olduğunu artık fark edemez.” Buna güvensizliğin siyasal iktisadı diyebiliriz. Söylediğimiz gibi bu yalnızlık çölünde hızla bir araya gelen topluluklar, ortak bir akıl üretmek yerine, bir daha karşılaşmayacağını düşündüğü diğer topluluk üyelerine sadece yalan satabilir. Çağımızın yalanlar çağı olmasının temel sebebi de budur. Bireyselleşen toplumun tipik davranış modeli, sorumluluktan kaçmaktır. “Ben kimsenin bekçisi değilim” söylemi tam da bunu anlatmaktadır. Sorumluluğun olmadığı yerde ortaklaşmacılık ve ortak akla gerek kalmaz. Bireyin maliyet-fayda formülünde sürekli olarak kendine maksimum faydanın peşinde koşması toplumsal ilişkilerini ve sorumluluk alanlarını da parçalar niteliktedir. Bu maksimize etme çabası içerisinde birey kendi kariyeri için sevdiğini veya çocuklarını feda etmesi gerektiğini düşünüyor. Bugün çoğu insan buna zorlanıyor veya zorlandığını hissediyor, bunu yapmazsa yaşamının bir şekilde ziyan edildiğini düşünüyor. Birey kimliğini bir bina gibi inşa eder. Oradan biraz kum, buradan çimento, biraz tuğla başka birinden, tarihten gelen deneyimlerle de çatıyı yapar. Günümüzün toplumunda ise birey kendi kendini inşa etmeye çabalıyor. Tarihten kopuk olduğu için çatısı yok, çimentoyu, tuğlayı, kumu kendi kendine yeniden keşfedip, yeniden üretmeye çabalıyor. Bu ise mümkün gözükmüyor. Kale kavramı önemlidir. Kale sadece dışarıdan gelen saldırılar için bir savunma duvarı işlevi görmez. Aynı zamanda içeride olanların dışarıya kaçmasını da önler. Günümüz insanı kendilerine kaleler inşa etmiş durumda. Ne dışarıdan bir saldırı veya bilgi giriyor ne de içeriden dışarıya bir kaçış söz konusu. Aslında günümüz insanı kendi hapishanesini oluşturmuş durumda. Sosyolog Zygmunt Bauman, Bireyselleşmiş Toplum adlı kitabında, yeni birey modelini şöyle tarif eder: “Bu artık kendine bir alternatif görmeyen ve bu nedenle açık ve zımmi varsayımların geçerliliğini inceleme, kanıtlama, doğrulama görevinden affedildiğini hisseden toplum türüdür.” Bu noktada eleştiri kültürü ve tartışma alanları baştan kapatılmış oluyor. Eleştiri ve tartışma konusunda insanlar sadece kendisi ile ilgili olanı ele alıyor. Olayın temel sebebi olan toplumsal baskı, yönetim biçimi gibi olan sorunlara da gözünü kapatmasına sebep oluyor. İnsanın geleceği tasarlaması için şimdiki zamanda verdiği mücadele ve geçmişten gelen birikimin bir arada olması gerekiyor. Bunlar ortadan kalktığında gelecek kurgusu da kaybolmuş oluyor. İnsan nasıl akıl yürütür? Karşınızda biri veya birileri vardır ve karşınızdakinin bulunduğu noktadan aranızdaki farkı saptar ve oradan yola çıkarsınız. Kendimi tanımlaya çalıştığım anda, başkaları ile aramdaki farkı tanımlayabilmem gerekmektedir. Dilin ortaya çıkışı, kişinin kendini bir başkasına anlatabilme ve karşısındakinin içinden geçenleri anlayabilmek için oluşmuş bir soyutlamadır. İnsanı hayvandan ayıran en önemli farktır. Dil tartışmanın ve yeniden düşünmenin en önemli aracıdır. Bu konu hakkında daha detaylı okuma yapmak isteyenlere Tele1’de yazmış olduğum “Her Çağ Kendi Hastalığını Yaratır” yazı dizisinde anlattığım Narsisizm Çağı adlı bölümü dizisini okumalarını öneririm. Tartışmak eninde sonunda çok kültürlülüğü beraberinde taşıyor. Farklılıkların çarpışması olarak da anlayabiliriz. Bu küreselleşmecilik değildir, toplumların kendi değerleri içerisinde bir arada yaşamayı öğrenmesidir. Küreselleşme insanların tek tipleşmesini yaratırken, benim dediğim durumda ise, toplumların birbirine saygı duymasını gerektirirken, birbirinden etkilenmeyi ve daha iyi olanın öne çıkmasını da beraberinde getirir. Kapitalizm tek tipleştirir, bunu hem gündelik yaşamda yapar hem de beyinlerde yapar. Tek tipleşme, aklın körelmesidir. Genetikten örnek verecek olursak; bir köy üç kuşak boyu dışarıdan gen almazsa, yani yeni genlerle buluşmazsa köy üç kuşak sonra tamamen hastalanır duruma gelir. Tarihten de örnekler verebiliriz. Uygarlıkların ticaret merkezlerinde doğmasının ana sebebi, dışarıdan gelen yeni yaşam ve bilgi girdileridir. Bunun Mezopotamya için de, Mısır için de, Klasik Yunan medeniyeti için de geçerli olduğunu saptayabiliyoruz. İlber Ortaylı, “İnsanlar sevmedikleri insanlardan, benimsemedikleri ideolojilerden de öğrenebilir ve değerli olan budur” der. Hocanın sözü her iki anlamda da doğrudur. Birincisi gerçekten fikirlere açık olmak gerekir, en olmadık yerden en olmadık bilgiler gelebilir. İkincisi mücadele ettiğin düşmanı tanımaktır. Düşmanını kendinden daha iyi tanımadan, düşmanınla mücadele edemezsin. Bunu bizim siyasi literatürümüze uygularsak, düşmanı tanımak yerine düşmanına benzediği sonucunu gözlemleriz. Marx’ın zaman zaman eleştiri oklarına hedef olmasının sebeplerinden bir tanesi de budur. Kapitalizmi anlamaya, onu çözümlemeye çalışırken, bazen kapitalizmi fazla yücelttiği eleştirileri gelir. Ama Marx’ın eninde sonunda yaptığı şey, mücadele edeceği kapitalizmi, bir kapitalistten daha iyi bilmesidir. Bununla ilgili esprileri de biliriz. “En iyi kapitalist, Marksistlerden çıkar” derler. Lenin’e baktığımızda da aynı şeyi görürüz. Emperyalizm kitabı hâlâ günümüz için önemli bir kitaptır ve Lenin’in bu kitabı, düşmanını ne kadar iyi tanıdığının bir özeti gibidir. Materyalizm ve Ampiryokritisizm kitabı da dönemin felsefecilerine bir yanıttır ve yine düşmanı olduğu düşünürleri ne kadar iyi tanıdığının bir özetidir. “Ahmaklar kendine hayran başka ahmaklar bulurlar” veya “Eşek eşeği yalar” deyimlerinde olduğu gibi, sadece kendi ideolojimize benzer insanları okumak da bizi ahmaklaştırır. Günümüz eğitim sistemi görsel öğrenime doğru evriliyor. Sesli dinlemek ve izleyerek öğrenmek çağımızın alternatif bilgi edinme yöntemleri arasında ama okuma eyleminin hepsinden daha fazla yararlı olduğu da bir gerçek. Çünkü okurken düşünebilir, tartışabilir, durup tekrar okuyarak yeni anlamlar bulabiliriz. Okumak, görsel öğrenmenin aksine boşluklar bulmak ve o boşlukları kendi zihnimizde tamamlamaktır da aynı zamanda. Okumak en nihayetinde sizi kendinizle tartışmaya iter ki tartışmak öğrenmenin en ideal yoludur. Tam da bu yüzden İlber Ortaylı, eğitimin aile içinde değil, okulda olmasını önemser. Okulda çocuk kendi yaş grubu içerisinde, tartışma ve kıyaslama yeteneğini geliştirir. Eski eğitim sistemi içerisinde münazara önemli bir yer tutardı. Çocuklar gruplara ayrılıp, belirli bir konu etrafında tartışırlardı. Şimdiki eğitim sisteminde bunun olmaması büyük bir handikaptır. Şunu ifade etmeme izin vereceğinizi umuyorum. Elbette tahlil etmek, doğru çözümlemede bulunmak yeni bir yol için olmazsa olmaz ilk adımdır. Ama sadece başlangıçtır ve bir sonraki adım da bu tahlil sonucunda çıkardığınız tespite göre yapacağınız öneridir. Bir örnek verelim; artı değer yasası ilk ortaya atıldığı günden itibaren iktisat biliminin en önemli kavramıdır. Adam Smith artı değer kavramını iktisat bilimine kazandırmıştır. Bu öyle bir formüldür ki Newton’un fizik yasası gibi her şeye uygulayabilir ve sonuç alabilirsiniz. O yüzden çok önemli bir soyutlamadır. Evet bir üretimde ortaya çıkan bir artı değer vardır. Adam Smith bunu ortaya çıkarmıştır ama yeterli midir? Sonra Karl Marx çıkar ve şu soruyu sorar: “Evet üretimden doğan bir artı değer vardır ama asıl sorun bu artı değerin nasıl paylaşılacağıdır.” İşte biz buna Marksist bilim diyoruz. Tahlil var ama sonucunda ne oldu diyorsunuz. Günümüzün birçok ünlü sosyoloğu, elbette çok önemli tahlillerde bulunuyor ama bu tahlillerin sonucunda ne olması gerektiği hakkında hiçbir fikirleri yok. Ya söylemeye cesaret edemiyorlar ya da bilmiyorlar. Birçok sosyolog için günümüzün en önemli sorunu aşırı bireyselleşmeden kaynaklanan sorunlardır. Büyük bölümü eski güzel günlere özlem duyuyor, bunlara muhafazakârlar diyebiliriz. Bir kısmı da hâlâ, ama liberalizm yanlış uygulanıyor diyor. Başka bir çözüm yolunu söylemekten çekiniyorlar ya da bilmiyorlar. Sonuç olarak şunu söyleyebilirim. Aşırı bireyselleşmiş ve bunun sonucunda kendi hastalığını yaratmış bir dönemden geçiyoruz. Narsistik çağda yapılması gereken yeniden ortaklaşmacılık fikrini yaratmak, ortak aklı yeniden tahsis etmektir. Tartışmak, yeniye açılan kapıdır. Aydınların ve ilericilerin yeni bir tartışma kültürü oluşturması gerekmektedir. Dönem yeniden oluşma dönemidir. Özellikle temel konularda ve kavramlarda tartışma koşullarının hazırlanması gerekmektedir. Doğan Avcıoğlu bize iyi bir örnektir. Öncelikle tartışma kültürünün oluşması için YÖN hareketini yaratması önemli bir tarihsel veridir. Sonrasında Devrim dergisi sürecine giden yolu açmıştır. Bu süreçler tarihsel ve fikirsel olarak iyi incelenmelidir. Gençlik hareketleri içinde FKF (Fikir Kulüpleri Federasyonu) aynı işlevi yapmıştır. Fransız Devrimi öncesinde Jakoben Kulüpleri aynı işlevi üstlenmiştir. Tartışma kültürünü yaratmak için yeni oluşumlar, yeni kamusal alanlar örgütlenmelidir. Cumhuriyetçilik, laiklik, ilericilik, bilimsel bakış gibi ana konular etrafında yeniden şekillenen bir süreç için tartışma kültürünü genişletmek şimdiki ana görevimizdir. Bunun için eski kıyafetlerin çıkarılıp yeni kıyafetler dikmenin zamanıdır. Ama bu o kadar kolay olmayacak. Yeni tartışma alanları ve mekânları oluşturmak gerekmektedir.