Pazar ekonomisi, cangıla benzer ve buradan kaçınılmaz olarak mafya doğar.
Daha önce söylediğimizi bir kez daha tekrar etmekte fayda var; Minc’e göre, devlet ve hukuk normlarından yoksun bir pazar ekonomisi, cangıla benzer ve buradan kaçınılmaz olarak mafya doğar. Yani “Yeni Mafya Düzeni”nin oluşmasında sistemsel bir durum mevcut. Serbest piyasa ve beraberinde gelen küreselleşme işte budur.
Ayrıca kafa karışıklığını gidermek için şu eklemeyi yapmayı da uygun buluyorum: Çok abartmaya gerek olmadan, sık sık tekrarladığım bir kavramı, “neoliberalist siyasal yapı”nın aslında, 1870-1914 arası döneme çok benzediğini tespit etmekte fayda var. Bu döneme, özellikle Lenin’in tarifiyle, kapitalizmin en üst aşaması emperyalizm tanımlamasıyla bakmakta fayda olduğunu düşünüyorum ve bunu tartışmaya açıyorum. Bunun ipuçlarını tespit etmek bu yazının konusu değil, o yüzden burada tartışmaya açıp bırakıyorum.
Bu yeni dönem (adına ister neoliberalist dönem, isterse Yeni Ortaçağ diyelim) rmperyalist dönemin (görünürde özgürlük kavramı ve demokrasi havariliğiyle süslense de) tüm başat özelliklerini bünyesinde barındırmaktadır ve daha da önemlisi, nasıl o dönem büyük bir emperyalist paylaşım savaşını doğurmuşsa, bugün de böyle büyük bir savaşın adımlarını tespit etmek zor olmasa gerek.
Minc Yeni Ortaçağ’ın gelişmesinde, düzenli yapıların yıkılmasından doğan gri alanların hâkimiyetinden bahsediyor. Ama sadece burada kalmıyor. “Yeni Ortaçağ’la birlikte korku hâkim olur...” diyor ve ekliyor. “Korkuyla birlikte her türlü ekstremizm, dinsel, etnik aşırılıklar çoğalır ve hâkim duruma geçer...” diyor. Korkuyla birlikte akıl yolunun tıkandığını ve akıl yolu tıkanırsa tüm dinsel ve etnik öğelerin öne çıkması, tarikatların ve mafyanın doğmasından bahsediyor. Tam da bu sebeplerden dolayı, mafya kavramının içine cemaatleri ve diğer hukuk dışı yapılanmaları katabiliriz.
Aslında Alain Minc’in büyük katkısı yeni bir kavramla ortaya çıkıyor: “Yeni Ortaçağ.” “Zengin toplumların mafyalar ve yolsuzluklarla kemirilmesinden Rus düzensizliğine varıncaya dek, her türlü otoritenin dışında sayıları giderek artan ‘gri alanlar’ın gelişimi” olarak tarif ediyor. “Yeni Ortaçağ: Krizlerin, sarsıntıların ve spazmların sanki günlük yaşamımızın dekorları gibi geri gelişi...” diye de ekliyor. Yukarıda bahsettiğim gibi, yeni bir dünya savaşının eşiğinde olmamız, son kırk yıla damgasını vuran, yeni emperyalist çağın bir sonucu olarak, krizler ve paylaşım savaşlarıyla kendisini dayatıyor.
“Eşitlik olmadan özgürlük vahşettir...”
– Samir Amin
Üretim artmadığı halde zenginin zenginleşmesi tıpkı ortaçağda olduğu gibi sömürü oranının değişmesiyle alakalıdır.
Mafya düzeninin oluşmasının temelinde iktisadi yapının değişmesi önemli bir faktör olarak karşımıza çıkıyor. Çok kabaca söyleyecek olursak, Lenin’in tarifiyle emperyalist dönemlerin tipik özelliklerinden biri de, sermaye ile emekçiler arasındaki kazanç farkının üst boyutlara çıkmasıdır. Yani hem içeride hem de dışarıda ciddi bir eşitsizliğin gelişmesi durumunu tespit edebiliyoruz. Günümüz neoliberal iktisadının temelinde de bu yatıyor. Son kırk yılda hiç değişmeyen gerçek, her sene zengin ile yoksulun kazanç skalası, zengin tarafına doğru ciddi bir eğim göstermekte. Bunu yaratabilmek için hukukun bertaraf edilmesi ve zenginler yararına yeniden düzenlenmesine-düzensizliğe geçilmesi gerekiyor. Aynı şekilde ülkeler arasındaki eşitsizlik de hızla artmakta ve bunun sonucunda ciddi bir göç sorunu ortaya çıkmaktadır. Uluslararası hukuk da, küreselleşme adı altında bertaraf ediliyor, ulus devletler, bu hukuksuzluk için darmadağın ediliyor. Tüm bu gelişmeler hep zenginler ve güçlü ülkeler yararına oluyor. Bu da bölüşüm sorununu ortaya çıkarıyor.
Yani ortada ciddi bir bölüşüm sorunu var.
David Ricardo iktisat biliminin kurucusu ve aynı zamanda da artı değer kavramının yaratıcısıdır. Marx’ın iktisat teorisinin Ricardo’nun devamı olduğu gibi yanlış bir düşünce hâkim. Gerçekte ise Marx Ricardo’nun devamı değil, tam olarak tersidir. Marx’ın Ricardo’nun tam tersi oluşunun sebebi ise, “Evet ortada bir artı değer var ama asıl önemlisi bu artı değerin nasıl bölüşüldüğü sorunudur” demesidir. Tek bir fark tüm formülasyonu tersine çevirmektedir aslında.
İster uluslararası düzen, ister ulus devletler içindeki düzen ortadan kalktığında gri alanlar ortaya çıkmaya başlar ve buradan cemaatler, mafya ve düzen dışı hâkimiyet grupları söz sahibi olmaya başlar. Şöyle düşünelim, bir güreş müsabakasında bir güreşçi 100 kilo, diğer güreşçi 50 kilo ise, bu ikisi arasında müsabaka yapılamaz, yapılır ise bunun adı özgürlük olmaz. Özgürlük mutlaka beraberinde eşitlik ister. Eşit olmayan iki ülke arasında ticaret, özgürlük vaadiyle yapılır ve tüm güvenlik ve gümrük duvarları ortadan kaldırılıp, uluslararası yasalar yürürlüğe konulursa, bu güçlü ülkenin çıkarınadır. İşte neoliberalistlerin dillerinden düşürmediği özgürlük böyle eşitsiz bir özgürlüktür ve bu özgürlük vahşete dönüşmektedir.
Şunu da eklemekte fayda var: Üretim artmadığı halde zenginin zenginleşmesi tıpkı ortaçağda olduğu gibi sömürü oranının değişmesiyle alakalıdır.
Piyasanın başarısı, gri alanların yükselişiyle at başı gitmektedir.
Böylece karşımıza hiçbir dirençle karşılaşmayan, güçlü olanın hâkimiyeti tam olarak kurduğu bir düzene ulaşmış oluyoruz. Tıpkı büyük finans holdinginin orta ve küçük ölçekli şirketleri bünyesinde toplaması gibi, büyük şirketler birer mafya örgütü gibi hukuksuzca güçsüz olanın yok olmasını sağlıyorlar. Yasalar ne söylerse söylesin özellikle teknoloji firmaları kendilerinden başka hiçbir şirketin ve kurumun olmamasını sağlıyorlar. Meta şirketi dışında sosyal medyaya kimse giremiyor veya Apple şirketinin durumu ya da Google vs. Peki buna mafya düzeni dememizde bir sakınca var mı? Bence mafyanın ta kendisi artık bu tekeller. Böylece, gerçek mafyanın fethetmesine açık olan tam anlamıyla otorite dışı mafyöz yapılar yerli yerine oturmuş oluyor.
En demokratik hukuk şekli kuvvetler ayrılığının en sert uygulandığı toplumlardır. Her kuvvet önünde başka bir kuvvet bulacak ki hata yapılmasın... Ortaçağda, feodal yönetim şeklinde kuvvetler ayrılığı yoktur, kuvvet sadece derebeyinin elindedir. Şimdiki tüm ülkelerin geldiği noktada durum aşağı yukarı budur.
Aniden piyasanın içine dalmış olan bu dünyada müteahhidin karşısında bir şehircilik yasası, ithalatçının karşısında bir ticaret yasası ya da bankerin önünde çeşitli ticari kuralların olmadığı, kısacası tüm bu aktörlerin uymaları gereken mali ve idari yükümlülükler bulunmadığına göre, nasıl olur da yasadışılık ortaya çıkmaz? Soru budur!
Göçlerle gelen yeni klan modeli, mafyanın yatağı haline geliyor.
Köyden kente göçün üst boyutlara çıktığı zamanlara baktığımızda, bu göç dalgasının da yerel mafyayı doğurduğunu görürüz. Önce Kürt mafyası, sonra Laz mafyası vs... Çünkü bu tür göç durumlarında, kentin varoşlarına sığınan ve devletten tamamen kopuk topluluklar, kendilerini güvence altına almak ve yaşamlarını sürdürebilmek için bir arada olmak durumunda kalıyorlar ve kendi etki alanlarını devlet hukuku sınırlarının dışında oluşturabiliyorlar.
Çünkü çocuk yaştaki üyelerine gelir, güvenli ortam, aidiyet duygusu ve bazen de toplumsal rövanş alma olanağı sunuyorlar ve onların birçok kişiyi geçindirebilmesini sağlayıp ailelerin pasif işbirliğini elde ediyorlar. On yedi ya da on sekiz yaşında, iş olanakları bulunmayan bir ortamda, parası kötü bir çıraklık stajı yerine, dolgun gelirli, gençlerin hayranlığını beraberinde getiren çete üyeliğine özeniyorlar.
Burada, yeni gri alanlarda ortaya çıkan devlet ve hukuk boşluğu, kendini güvende hissetmek isteyen topluluğu birilerinin adamı olmaya itiyor.
Nasıl ki ortaçağ bir mafya düzeniyse ve ortaçağ dediğimizde ilk akla gelen kavram, adamı olmaksa, mafya jargonunda da tek ve en önemli olgu, adamı olmaktır. Mafyada ancak adamı olursunuz. Ortaçağda ise, serf statüsünü kabul eden köylü, kendisini devrediyor ve ayrıca askerlik hizmetinden kurtuluyordu; köle oluyor ve karşılığında güvenlik alıyordu. Özgürlüğünü verdiğini düşünmüyordu, çünkü böyle bir kavram henüz yoktu ve varsa bile, bağlı olunca “özgür” olduğunu düşünüyordu.
Eric Hobsbawn durumu şöyle özetliyor:
*
“Artık kentlerin bir bölümü devlet otoritesinden kurtulup kaygı verici bir ülke-dışılık içine dalıyor. En zengin ve karmaşık toplumların içindeki milyonlarca yurttaş karanlığa ve dışlanmaya doğru kayıyor... Yeni silahlı çeteler, yeni yağmacılar, yeni bilinmeyen topraklar. Yeni Ortaçağ’ın bütün malzemeleri bunlar işte. Silahlı çeteler mi? Somali’den Türkmenistan’a, fakat aynı zamanda Los Angeles’tan Vaulx-en-Velin’e kadar. Yağmacılar mı? Artık uluslararası finansın kalbine yerleşmiş uyuşturucu babalarından kamu mallarının bir kısmını drahoma olarak alıp kendi işlerini kuran Rusya’nın eski komünist partisi yöneticilerine kadar. Bilinmeyen topraklar mı? Resmi toplum ile yeraltı dünyasını, temiz işler ile pis işleri, ak para ile kara parayı birbirinden ayırt etmenin giderek daha da zorlaştığı anarşi içine batan bölgeler.”
Orta direk kavramı, 1950’ler ile 80’ler arasında oraya çıkmış, iktisatçıların deyimiyle “Altın Yıllar”ın bir ürünüydü. Geleceğe güvenle bakan, çocuğunu üniversiteye gönderebilen, sağlık hizmetlerinden yararlanan, birikimiyle ev ve araba alabilen bir iktisadi gruptu bunlar. Sonrasında bu grup da kendi içinde ikiye ayrıldı. Beyaz yakalılar ve mavi yakalılar. Belirli hukuk normları altında yaşayan, dışarıdan gelebilecek saldırıları en azından psikolojik olarak karşılayabilen bir topluluktu. Uzman işçilerden yöneticilere kadar uzanan bir orta sınıftı bu orta direk.
Orta direk ortadan kalkmaya başladığında gettolar oluştu. Bu iki türlü oldu. Kendi vatandaşı işsiz kaldı. İkinci grup ise, dışarıdan gelen göçlerdi.
Artık orta sınıf ortadan kalkmıştır. “Evsizler” çağındayız, en büyük ekonomik güç olan ABD’de bile durum budur. İşsizlik hâd safhaya çıkmıştır. Keynes’in söylediği, “1980’lere gelindiğinde insanlar günde 3 saat çalışacaklar” yerine, çalışamayacak insan sayısı artmıştır.
İçeride yaşanan işsizlik bir de dışarıdan gelen göçle tetikleniyor. Ucuzun ucuzu bu yeni işgücü, hiçbir sosyal güvenlikten de yararlanmıyor. Kapitalistler için biçilmiş kaftan gözüken bu durum, ortaya grinin de grisi yeni alanlar açıyor. Belirli bölgelere yerleşen bu sığınmacılar, zamanla kendi içlerinde, kendi yasalarını ve hiyerarşilerini oluşturuyorlar. Yukarıda da belirtildiği gibi, devletle hiçbir bağı olmayan, yasalar ve sosyal güvenlik dışı bu yeni kitle mafyanın da insan kaynağını oluşturuyorlar. Bir süre sonra da kendi mafya yapılanmasını da oluşturuyor bu topluluklar.
Sık sık gündeme gelen Esenyurt örneği açıklayıcı olacaktır.
Güvensizlik korkusu, Yeni Ortaçağ’da eskisinin açtığı gibi büyük korku ve geleceksizlik alanları yaratıyor. Bu giderek daha da büyüyecek alanlar doğuracak.
Kendilerini dışlanmış, hiçbir gelecek güveni taşımayan, umutsuz, çaresiz kesim, çözümü devlette göremiyor, yasalarda göremiyor ve kendi çıkarları ve yasaların peşinden gidiyorlar. İnsanın en temel güdüsü olan güven duygusunu, mafya tipi alanlarda buluyorlar.
Kendilerini toplum dışına itilmiş, kendisinden ve topluluğu dışında olan herkesi “öteki” olarak tarif eden bu yeni oluşumlar ne yapacaklar?
*
“Her yerel grup için bütün ötekiler yabancıdır. Yabancı figürü her bir grubun kimliği olarak özerk bir biz olma inancını temsil eder. Bu, sürekli savaş halinde yaşamak demektir.”
Byung-Chul Han,
Şiddetin Topolojisi’nde bunları söylerken ne kadar da haklı.
Son seçimlerin de gösterdiği gibi; bu yeni alanlarda yaşayanlar için ya mafyanın insan kaynağı olmak var ya da belediyelerin, vakıfların, cemaatlerin yardımlarıyla yaşamak var. Büyük ekonomik yıkımın seçimi kaybettireceğini düşünmüştük hepimiz, ama bu yeni alanlarda yaşamaya mahkûm edilenler, bu tür yardımların kesileceği korkusuyla eski düzeni koruyacak olan partilere oylarını verdiler.
Yine Hobsbawn’dan bir aktarma yapacak olursak, konuyu daha iyi açıklamış oluruz:
“Toplumdan bağını koparmış ve bir daha asla bir ilişki içine girmek istemeyen yeni bir grup oluşuyor şehrin kenar mahallelerinde. Yüz binlerce, hatta milyonlarca genç, sistem ile en küçük ilişkisi olmaksızın özerk hissediyor kendisini. Bu gençler, 1968’deki siyasallaşmış dolayısıyla devrimci öncüllerinden farklı olarak, sitemi yerin dibine batırmıyorlar: Nefret bile bir toplumsal bağ oluşturur. Oysa bu gençler, dikkate almadıkları, aldırış etmedikleri ve yanından geçip gittikleri sistemi ne ele geçirmek istiyorlar ne de yıkmak istiyorlar. Bu ilkel toplulukların, bir zamanlar falansterleri içinde kendilerini gelecek toplumun öncülleri gibi görüp ütopyanın habercileri olmak amacıyla Larzac’a yerleşmiş olan öz yönetimli gruplarla hiçbir ortak noktası yok. Ne böyle bir tutkuları var ne de arzuları. Küçük suçlar işleyerek kendi kendilerine yeterli olan ve yoksullukları tarafından korunan bu topluluklar, etnologların ilgisini çeken ilkel bir modeli yeniden yaratıyorlardı. Yani iktidarın geçimini sağlayan kişilerin elinde bulunduğu ve aralarında bir ‘sözleşme’ yapmış kimselerin kendilerinin dışındakilerle kurdukları en doğal ilişki biçiminin şiddet olduğu bir model.”
SONUÇ
Aslında bu yazı bütününün içine bireysel terör ve yeni mafya düzeni ile kale kavramını da ekleyecektim ama uzun oldu. Bunlar da başka yazıya...
Sonuç olarak şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Dünya büyük bir düzensizliğin içinde yaşamakta. Hem ulusal devletlerin kendi içinde yaşadıkları düzensizlik hem uluslararası büyük karmaşa... İnsan aklının içindeki düzensizlik ise başka bir yazının konusu... Gramsci’nin söylediği gibi:
“Eski dünya ölüyor ve yeni dünya doğmak için mücadele ediyor, şimdi canavarlar zamanı.”
Düzensizlik kendi düzenini dayatmış durumda. Daha çok sömürü, daha çok kâr uğruna yaratılan bu yeni düzen, yani kendi beslediği canavar gibi, bir süre sonra liberalizmin kendisini de yiyeceğini biliyor. Kendilerini kalelere, güvenli sitelere, özel güvenlik önlemleri aldıkları yeni yaşam biçimlerine kapatıp, kurtulacaklarını sanıyorlar ama büyük bir yanılgı içindeler.
Peki biz ne yapacağız, sadece bekleyecek miyiz? Türkiye’de bakıyorum da, sığınmacılar konusunda bile ortak bir akıl üretilemiyor. Kimileri hümanist yaklaşımlar içindeyken, kimi solcular da milliyetçiliğin kucağına doğru hızla ilerliyor. Bunu yaratan sisteme kimsenin bir eleştirisi yok gibi.