Tam kırk yıldır planlı bir şekilde insanlık yoksullaştırılıyor. Bunun ekonomik adı ise neoliberalizm, şimdilerde ise yeni küresel emperyalizm oluyor. Yani yeni küresel emperyalizmin iktisadi ayağı neo-liberalizmdir. Felsefi ayağının da postmodernizm olduğunu defalarca anlattık. Sosyolojik ve psikolojik insan tipolojisinin yansıması ise narsisizmdir. Konuyla ilgili makalelerim: https://tele1.com.tr/yeni-toplumsal-hastalik-yeni-insan-ve-narsisizm-595404 https://tele1.com.tr/neoliberal-kapitalizm-doneminde-insan-609227 Yoksulluk ve açlık insan için en büyük korkudur. Yeni küresel emperyalizm, insanları yoksulluk ve açlık ile tehdit ediyor. Büyük korkular ve büyük acılar insanları ilkelleştirir. İlkelleşme ya da canlının en ilkel hali, sadece hayatta kalmaya odaklanır. İlkelleşen insan sadece hayatta kalmayı hedef alır ve bunun sonucu olarak da bir tek kendini düşünür hale gelir. Sistem o yüzden tam kırk yıldır insanı ilkelleştirirken aynı zamanda da büyük korkular uydurarak buna destek oluyor. Nükleer korku, salgın korkusu, AIDS bunlardan sadece birkaçı. Sürekli tekrar ettiğimi biliyorum ama sistem ideolojik olarak ilkönce kavramların içini boşaltmakla, başka anlamlar yüklemekle işe başlıyor. Kavramlar önemlidir, düşüncenin formülleşmiş hali diyebiliriz. Formülleri bilmeden nasıl ki matematik problemleri çözülemezse, kavramlar olmadan da yeni düşünceler üretilemez ve sorunlara çözüm bulunamaz. Kısaca tarif edecek olursak, küreselleşme insanlara, bireyin dünya vatandaşı olduğu, tüm sınırların kalktığı, hiç olmadığı kadar özgürlüğün vaat edildiği bir kavram olarak sunuldu. Peki gerçekte böyle miydi? Yazının ilerleyen bölümlerinde bunlara değineceğiz ama ilk elden söyleyecek olursak: Küreselleşme, sadece zenginlere, büyük sermayelere ve özellikle finans kapitale özgürlük sağlamış, yoksul ülke halklarına ise, yeni sömürü, aşırı fakirleşme getirmiş, büyük bir göç dalgası ortaya çıkarmış ve Batı için ise bu göç dalgasıyla yeni faşizmin kapılarını açmıştır. Küreselleşme, başka bir isimle Jowitt’in “yeni dünya düzensizliği”dir. Yeni bir düzen getireceğini vaat eden neoliberalizm, küreselleşme ile birlikte büyük bir düzensizliği dünyanın yeni yönetim şekli olarak ülkelere ve insanlara benimsetmiştir. Yeni dünya düzensizliği beraberinde elbette içsavaşları ve en sonunda büyük paylaşım savaşını da getirecektir. Yeni sömürü düzeni elbette eski emperyalizmden çok fazla şeyi içinde barındırmaktadır. Görünüş olarak insanların gözüne bambaşka görünse de, içsel olarak, eski emperyalizmin birçok formunu içinde barındırmaktadır. Emperyalizm kavram olarak, kendisinin istediği dışında bir sınır istememektedir. Emperyalizm sınırları zorlamak, sınırsız bir sömürü alanı yaratmak demektir. Sınırların ortadan kalkması ilk elden eski ulus devletlerin sınırlarının ortadan kaldırılması demektir. İşte yeni küresel emperyalizm de ilk olarak ulus devlet fikrine o yüzden savaş açmıştır.

*

Ulus Devletlerin Ortadan Kaldırılması

*

Hatırlarsınız neoliberal ekonomi düşünürleri ilkönce ulus devletlere savaş açmıştı. Neoliberal ekonomi ideologları bilindiği gibi sosyalistlerin içinden çıkmıştı. Konuya uzun uzun değinmeyeceğim. Merak edenler örneğin Merdan Yanardağ’ın Yeni Muhafazakârlık: Neoconlar kitabına bakabilirler. Özellikle ulus devlet iktidarlarından canı yanan sol kesim bu düşünceye dört elle sarıldı. Bu balayı dönemi kısa sürdü. Görüldü ki ulus devletlerin yıkımı daha çok demokrasi için değil, büyük sermayenin daha kolay dolaşımı için istenmektedir. Özelikle büyük kırılma 1990’ların başında reel sosyalizmin yıkılışıyla başladı. Artık neoliberallerin önündeki büyük engel de ortadan kalkmış oldu. Yine hatırlanacağı üzere bu dönemden sonra ortaya daha çok anarşistlerden oluşan, kendiliğindenci küreselleşme karşıtı eylemler dizisi başladı. Yani solu uyandıran anarşistler olmuş oldu. Ulus devlet kavramını çok kısa bir şekilde tarif edecek olursak; sınırları belli olan devlettir; egemenlik de bu sınırlar içerisinde yaşayan insanlara –ulusa– aittir. Ulus devletin çıkışı Fransız Devrimi’yle, kısmen de Amerikan Devrimi’yle birlikte olmuştur. Bu devletin etnisite ya da dil temelinde değil, siyasal temelde tanımlanması daha doğru olacaktır. Ulus devlet sınırları içinde yaşayan halk kendi yönetimini kendisi seçer, yasalar ve özellikle anayasa ile birlikte bir arada yaşamaya karar verir. Ama gelin görün ki büyük paylaşım savaşı öncesinde bu tanım değişmeye başlamıştır. Milliyetçilik fikri öne çıkarılmış, her teritoryal devletin tikel bir halka ait olduğu düşüncesi öne sürülmüştür: Bu halkı tanımlayan etnik, dilsel ve kültürel özellikler vardır; bunlar da o halkı ulus yapar. Bu düşünceye göre, ulus devlette sadece bir ulus yaşar, diğerleri aynı yerde yaşayan fakat o ulusun bir parçası olmayan azınlıklardır. Ulus devlet dediğimizde elbette ilk akla gelen şey ulusal ordudur. Bunun yanı sıra ulus devletin en önemli üç aygıtı, yargı, yasama ve yürütmedir. Bunların bağımsız yapıda ve birbirinden güç dengesi olarak eşit ve uzak oluşu o devletin ne kadar demokratik olduğunun bir göstergesidir. Küreselleşme “yeni ortaçağ”dır. Derebeylerinin yerini tekeller almıştır. Her tekelin kendi silahlı gücü, kendi yasası mevcuttur. Göstermelik bir devlet yapısı aynen ortaçağdaki gibidir. Buna yeni mafya düzeni de diyebiliriz. Daha önceki yazımda bundan uzun uzun bahsettiğim için yeniden yazmayacağım. Konuyu merak edenler daha detaylı bilgi için, https://tele1.com.tr/yeni-mafya-duzeni-669656 makalemi okuyabilirler. Bu konuya ilişkin Eric Hobsbawm’ın Küreselleşme, Demokrasi ve Terörizm kitabında şöyle demektedir: “Fakat durum şimdilerde de böyle değildir. Eğilim tersine dönmektedir. Artık, bir devletin hukuku ve vergilerinin kapsamı dışında faaliyet yürütmek için ellerinden gelen her şeyi yapan ve bu suretle büyük hükümetlerin bile ulusal ekonomilerini denetleme yeteneklerine ağır sınırlar getiren, ulusaşırı özel şirketlere dayalı ve hızla küreselleşmekte olan bir dünya ekonomisinde yaşıyoruz. Gerçekten de, egemen teoloji olan serbest piyasa imanı sayesinde, devletler en geleneksel doğrudan faaliyetlerinin birçoğunu (posta hizmetleri, polis, hapishaneler, hatta silahlı kuvvetlerin hayati birimleri) fiilen kâr amaçlı özel taşeronlara bırakmaktadır. Sözgelimi, şu anda Irak’ta bu türden 30 bin ya da daha fazla silahlı ‘özel taşeron firma’nın faal olduğu tahmin edilmektedir. Bu gelişmeye ve Soğuk Savaş sırasında yeryüzünün küçük ama oldukça etkili silahlarla dolup taşmış olmasına bağlı olarak şu söylenebilir ki silahlı güçler artık tümden devletlerin ya da onlara bağlı kurumların tekelinde değildir. Britanya, İspanya ve Hindistan gibi güçlü, istikrarlı devletler dahi, belli sürelerde, devleti tehdit etmeleri söz konusu olmasa da fiilen yok edilip ortadan kaldırılamayan silahlı muhalif odaklarla birlikte yaşamayı öğrenmişlerdir.” Eski baskıcı ulus devletlerde devrimciler ve ilericiler için büyük bir baskı söz konusuydu. Aydın kimliğinin en bariz göstergesi, mahpus yatmaktı. Ama aydın ve devrimci kiminle savaşacağını da biliyordu. Şimdi ise, küreselleşme ve ulus devletin ortadan kalkmasıyla hem savaşılacak alanın belirsizliği hem de kendini tanımlayacak alan bulamayan halk için tüm dünya açık bir hapishaneye dönüşmüştür. Çocuk eğitiminde olduğu gibi, çocuk belirli sınırlar ister, sınırsızlık (yeni aile tipinde özgür çocuk) çocuğun kendini güvensiz hissetmesine sebep olur ve ruhsal olarak dağılması artık kaçınılmazdır. Yeni küresel emperyalizm, patronları görünmez kılmıştır. Bu çok önemli bir tespit. Neoliberal ekonomik aygıtlarla ezilenlerin bir arada olması nasıl engellenmişse (esnek üretim tarzı, bireyselleşen, narsisleşen insan doğal olarak bir arada olması ve birlik olması teorik olarak sağlanmış oldu) mücadele edilecek patronu da silikleştirip görünmez kılarak mücadeleye daha büyük bir sekte vurmuştur. Artık şirketlerin fabrikaların sahipleri belirsizdir. Çoğunu büyük finans kapital sahipleri hisselerle yönetmektedir. Büyük finans kapital sahipleri bir şirketin tamamını değil, belirli oranlarda hisselerini ellerinde tutmaktadır. İkinci ayağı ise taşeronluk sistemidir. Artık hiçbir ürün tek bir yerde üretilmemektedir. Örneğin çok büyük bir tekstil firması düşünün. Önce bir taşeron firmaya verilir, o taşeron firma işi dağıtarak daha küçük taşeronlara vermektedir, o taşeronlar da daha da küçük taşeronlara iş vermektedir. En son merdiven altı dediğimiz yerlere kadar inmektedirler. Böylelikle, yani taşeron sistemiyle, hem birçok vergi, sigorta, sorumluluk gibi alanlardan kaçarken, mücadele edilecek alanları da parçalamış olmaktadırlar. Bu iki anlattığım konu elbette bu iki paragrafa sığacak bir konu değildir. Üzerine kitaplar yazılacak denli önemlidir. Burada maalesef böyle bir yerimiz yok, sadece değinip geçebiliyoruz. Yeni küresel emperyalizmin en önemli ayağı yeni mafya düzenidir, bu da düzen değil düzensizliktir. Hiç kimse artık kendisini yasalar çerçevesinde savunulur görmemektedir ve bu halk için büyük bir endişe kaynağıdır. Serbest tercihler yapmayı engelleyen kısıtlamaları tek tek kaldırma karşılığında güvenliğin çoğundan vazgeçme eğilimi, yaygın halde korku ve kaygıyla dolu duygular üretmektedir. Devlete halletmesi için izin verilen ve ondan çözmesi beklenen tek ekonomik görev, işlerin yönetilmesinde devletin daha dinç bir şekilde müdahalede bulunmasına ve halkın piyasadaki anarşinin yarattığı netameli sonuçlardan korunmasına dönük yerel baskıları susturarak ve kontrol altında tutarak “dengelenmiş bütçeyi” güvence altına almaktadır. Jean-Paul Fitoussi’nin yakın zamanda belirttiği gibi, zayıf devletler, çoğu kez şüpheli bir şekilde yeni dünya düzensizliği olarak görülen Yeni Dünya Düzeni’nin tam da kendisini sürdürmek ve yeniden üretmek için ihtiyaç duyduğu şeylerdir.

*

Küreselleşme Kime Yarıyor?

*

“Serbest piyasa ideolojisinin moda haline gelmesi bir bakıma Kısa Yüzyıl’ın son evresinin bir yan ürünüdür: Keynesçiliğin Altın Çağı’ndan bir kopuşu ifade etmektedir. Ne ki bu moda, sona ermediyse bile, hızla sona yaklaşıyor...” diyor Eric Hobsbawm. Evet 2008 finans krizi bir milat kabul edilebilir. Marx’ın tanımıyla kapitalizm her on yılda bir krize gebedir tezinden farklı bir sonuç bu. Kapitalizm bu tür krizlerle baş etmeyi öğrendi ama bu yeni kriz sistemin sonunu işaret etmektedir. “Rekabete dayanan bir ekonominin tekelciliğe eğilim göstermesinden daha doğal ne olabilir? Bu, Marx’ın yaptığı çözümlemenin özüdür. Kapitalist rekabet sermayenin belli ellerde yoğunlaşmasına yol açar. Halihazırdaki durumda bu gelişme çok daha hızlı bir biçimde gerçekleşiyor, fakat öteden beri olan biten de budur...” diye ekliyor Hobsbawm. Özellikle bu rekabete dayanan üretim tarzı ortadan ulus devletlerin de kalkmasıyla sınır tanımaz hale gelmiştir. Bunun sonucunda da yeni mafya düzeni oluşmuştur. Güçlü olan her şeyi alır denklemi, eninde sonunda zenginin daha fazla zengin, yoksulun daha da yoksul hale gelmesini kaçınılmaz kılmaktadır. Hobsbawm şöyle devam ediyor: “Bu, kanımca iki farklı şeyin birbirine karıştırıldığını gösteren bir durum. Küreselleşme hiç kuşku yok ki dönüşü olmayan bir süreçtir ve kimi yönleriyle hükümet eylemlerinden bağımsızdır. Küreselleşmeyi temel alan neoliberal, serbest piyasacı ideoloji ya da ‘serbest piyasa fundamentalizmi’ için bu söylenemez. Bu tamamen başka bir meseledir. Bu ideoloji, serbest piyasanın dünyadaki büyümeyi ve zenginliği maksimize edeceği ve bu artışı optimal bir şekilde pay edeceği varsayımına dayanır. Piyasayı kontrol etme ve düzenlemeye yönelik bütün girişimler bu yüzden olumsuz sonuçlar doğurur, çünkü bu tür girişimler sermaye kaynaklı kâr birikimini azaltır ve dolayısıyla büyüme oranının maksimizasyonunu engeller. Kanımca bu görüşün iler tutar bir yanı yok. Serbest bir kapitalist pazarın başka herhangi bir sisteme kıyasla daha yüksek bir büyüme oranı tutturduğunu söyleyebilirsiniz belki ama bu zenginliğin paylaşımının optimal olup olmadığını sorgulamak durumundasınız. Küresel bir serbest piyasa söz konusu olduğu sürece, bütün mesele üretilen toplam servet ve toplam ekonomik büyüme olur, bunların ne şekilde paylaşıldığına hiçbir göndermede bulunmaz.” Dolayısıyla küreselleşme, kurumsal olarak en ileri noktada olsa bile, bir bakıma, herkes için daha geniş bir erişim, fakat eşit olmayan bir erişim demektir. Keza doğal kaynaklar da eşitsiz bir biçimde üleşilmektedir. Küreselleşmeyle ilgili mesele onun, eşitsiz ve değişken bir dünyada, ürünlere eşitlikçi bir erişimi temin etme emeli beslemesidir. Bu iki soyut kavram arasında bir gerilim vardır. Yeni küresel emperyalizmin en önemli aktörlerinin finans kapital olduğunu söylemiştik. Ve büyük kısmı ABD devletinin sınırları içerisinde olan finans kurumlarıdır bunlar. Bu kriz o yüzden de daha çok ABD’yi ilgilendirmektedir. Sistemin sonu yaklaştıkça ABD’nin yeni savaş alanları açarak bu krizi durduracağı veya caydırıcı olacağı kesindir. Son Ukrayna savaşı ve yaklaşan Çin savaşı bunun en güzel örneğidir. Amerika Birleşik Devletleri’nin şu anki politikası, kendi küresel gücünün genişlemesi ve kullanılmasını meşru kılacak “düşmanlar” icat ederek, Soğuk Savaş’ın kıyametvari dehşetini –aslında ihtimal dahilinde bile olmadığı bir zamanda– canlandırmaya çalışmak yönündedir. Haftaya devam etmek üzere...