İdeolojik savaş ve ideoloji üzerine yeni şeyler söylemekten öte, içinde bulunduğumuz dönemde neler yapabileceğimize bakmak ve solda kurulan güç birliği üzerine yeniden düşünmeye başlamak için bu yazıyı yazmaya karar verdim.
1980’lerden sonra sol, birçok kez cephe, güç birliği ve birleşme denemeleri yapmıştır. Halbuki tarihsel bağlamından ve insanlığın birikiminden koparılmış her düşünce gericiliğin ve anlamsızlığın çukuruna düşmektedir.
Yani Marx ve Engels’in, diyalektiği doğanın yapısında kesin bir yasa olarak saptadıktan sonra, bu yasayı toplumsal-tarihsel yapının ve sürecin anlaşılmasında kullanmaya yöneldikleri ve burada maddeci anlayışları uyarınca şekillendirmeye başladıkları sistemin adıdır Tarihsel Materyalizm.
Yani yaptığınız her eylem, hangi tarihsel dönemde yapıldığıyla anlam kazanır. Neden 1980’lerden sonraki birleşme çabaları istenen sonuçları vermemiştir de, neden şimdi olacağını söylemek anlamlıdır.
Bu konuya tekrar dönmek üzere burada bırakıyorum.
Yeni bir yüzyılın arifesindeyiz. Dünya ya daha fazla kan ve gözyaşının yaşandığı bir yer haline gelecek ya da daha aydınlık günlere yelken açacak... Yeni bir dünya savaşının eşiğinde olmamız, insanlık açısından “Ya devam ya da tamam!” yol ayrımını da içeriyor. Her yol ayrımı bir fırsattır, fırsattan yararlanılmadığında ise karanlık yol açılmış olur.
Dünya 1980’lerden itibaren adım adım karanlık bir yolda ilerlemekteydi. İktisatçıların ve tarihçilerin “Altın Çağ” dediği, 1940’ların ortalarından 1980’lere kadar devam eden, görece olarak emekçilerin haklarına kavuştukları ve rahat ettikleri bu dönemden, yeni bir emperyalizmin etkisi altına girildi. (Reel sosyalizmin çöküşünün nedenlerinden bir tanesinin bu “Altın Çağ”ın yarattığı huzur iklimi olduğunu düşünenler de var.)
Emperyalizm dönemleri, toplumların büyük baskı altına alındığı dönemler olarak karşımıza çıkar. Yalnız bu yeni emperyalizm dönemi, devletin zor aygıtlarının değil de, devletin ideolojik aygıtlarının öne çıktığı yeni bir emperyalizm olgusunu karşımıza çıkarmıştır.
İdeolojilerin bittiği söylenen dünyada, egemen ideolojilerin bütün insanlığın beynini bir süngere çevirdiğini uzun süredir gözlemliyoruz. Bu döneme “Yeni Ortaçağ” dememizin en önemli nedeni, aşırı ideolojik bir dönem olmasındandır. Ortaçağ insanlık döneminin en ideolojik çağıdır, tıpkı günümüzde olduğu gibi...
Bütün bunları görüyoruz ama elimizden bir şey geliyor mu?
Gelmiyorsa, gelmesi için neler yapabiliriz?
Tekrar etmekte fayda var:
İdeoloji, düşünbilimsel, toplumsal ya da siyasal bir öğreti oluşturan, ülkü olarak da benimsenebilen, kişi ve kurumların davranışlarına yön veren düşünceler bütünüdür. Kısaca teori diyebiliriz.
Tarih düz bir çizgi üzerinde ilerlemez. Marx’a atfedilen yanlışların en önemlilerinden bir tanesi bu tezdir. Sanki Marx tarihi düz bir çizgide ilerliyormuş, İlkel Komünal Toplum, Feodalite,
Kapitalizm, Sosyalizm ve en son aşamada da Komünizm’in gelmesinin kaçınılmaz olduğunu söylemiş gibi basit ve kolaya kaçan bir yorum üzerinde durulmaktadır.
Oysa tarih düz bir çizgide değil, iki ileri bir geri, bazen çok daha geri noktalara bile savrulabilir. Tarihe müdahale edilmedikçe egemenlerin elinde sürekli geriye doğru da evrilebilir. Tarihin ilerlemesinin tek yolu mücadeledir. Ezilenlerin ve ilerici aydınların müdahalesi olmadığı sürece tarih geriye doğru hareket eder. Tıpkı 1980’lerden sonra olduğu gibi.
Marx’ın meşhur tezinden bahsetmemiz gerekiyor tabii ki bu noktada.
“Dünyayı anlamak yetmez, onu değiştirmek de gerekir” sözü günümüz siyasal ortamında fazla lüks... Oysa “Yeni Ortaçağ”dan bahsetmemizin bir nedeni de maalesef bu... Son elli yılda dünya öyle geriye gitti ki bu kafa karışıklığında dünyayı anlama çabası bile çok devrimci bir eylem olarak duruyor önümüzde. Yeni bir aydınlanma için dünyayı yeniden anlamak, kavramları yeniden netleştirmek gerekiyor.
Teori her şeydir. Teori olmadan cevaplara ulaşamayız. E. H. Carr, Tarih Nedir adlı kitabında tarihi büyük bir okyanusa benzetir. Nerede hangi balığı tutacağınızı bilmiyorsanız okyanus içinde kaybolacağınızı söyler. İşte bu, teoridir. Tarihe doğru soruları yöneltemiyorsanız oltanıza işe yaramayan binlerce veri gelecektir. Yine büyük tarihçilerden Eric Hobsbawn da şöyle söyler:
“Geleceği öngörmek zorunlu olarak geçmişin bilgisine dayanmak durumundadır. Gelecekteki olaylar geçmiş olaylarla bir şekilde bağlantı içindedir, işte bu noktada da tarihçiler devreye girer. Dolayısıyla bizlerin, belli çekincelerle de olsa, öngörülerde bulunmamız, ancak bu arada kâhinlerin kötü birer kopyası durumuna düşme tehlikesine karşı uyanık olmamız gerekmektedir. Marx’ın, tarihin ancak bir bütün olarak alındığında çözümlenebileceği yolundaki görüşünü benimsiyorum. Marksist bir yorum, her şeyden önce, tarihin belli bir aşamasının kalıcı olmadığının bilinciyle, insan toplumunun başarılı bir yapı olduğunu, çünkü değişme yeteneğine sahip olduğunu ve dolayısıyla şimdiki zamanın tarihin varış noktası olmadığını öne sürer. İşte bu nedenden dolayı benim ilgimi çeken tarih analitik tarihtir; yani, olan biteni anlatmaktan ziyade çözümlemeye kalkışan tarih.”
Konuyu uzatmadan edebiyat üzerinden de küçük bir örnek daha vermek isterim.
Arthur Conan Doyle’un meşhur dedektifi Sherlock Holmes, bir olay yerine gider ve saatlerdir olay mahallini incelemekte olan polis memurları hiçbir delil bulamadığı halde, Holmes bahçeye çıkar ve çamurun içinden bir kibrit çöpü alarak olayı çözer. Polis memurları şaşkındır tabii. “Biz bir gün boyunca aradık bulamadık, sen nasıl hemen buldun?” diye sorarlar.
Holmes’ün cevabı önemlidir:
“Ben zaten buraya bu kibrit çöpünü bulmaya gelmiştim.”
Holmes teorik olarak olayı aslında kafasında çözmüştür ve olay yerine teorisini doğrulayacak olan kanıtı aramaya gelmiştir ve hemen bulmuştur.
Teoriler ve ideoloji bize ne aradığımızın yolunu sunarlar. Teori ve ideolojiniz yoksa polis memurları gibi bahçede dolanır durursunuz. Holmes, ne aradığını çok iyi bilmektedir. “Bakalım ne bulacağız?” diye bulunmuyordur orada.
Marx bize “Dünyanın bütün işçileri birleşin!” dediğinde veya “Tarih sınıf mücadelelerinin tarihidir!” dediğinde önümüze sonsuz bir kapı açmıştır. Peki biz şimdi ezilen insanlar ve halklar için nasıl bir öneride bulunacağız? İdeoloji budur!
Küreselleşme yalanını, demokrasi zırvalığını, esnek üretimin işçileri ve çalışanları aslında özgürleştirmediği, bilakis daha da köleleştirdiği gerçeğini yeniden nasıl anlatacağız?
İleride yazacağım yazılarda, demokrasi üzerinde, devlet üzerinde ve küreselleşme üzerinde uzun uzun duracağım için burada çok detaylandırmıyorum.
İdeolojilerin bittiğini söylemek (ki kapitalist dünya hiç olmadığı kadar ideolojik bir çağda) bireyi okyanusun ortasında pusulasız bir kayığa dönüştürür. İdeolojinin baskın yönetme biçimini aldığı dönemlerde, egemen ideolojinin savlarının değişmez gerçekler olduğunu saptarız. Tüm insanlık için sanki değişmez tezlerdir bunlar.
Örneğin “Bir şirket ona yatırım yapan insanlara aittir, ne çalışanlara, ne tedarikçilere, ne de içinde bulunduğu yere...”
Değişmez bir tanım olarak önümüze sürülen ve tartışılmaz olduğu iddia edilen bu tanım bile içinde yaşadığımız çağda tüm insanlığa sirayet etmiştir. Küreselleşmenin kaçınılmaz olduğu tezi gibi...
Ezilen halkların ve ülkelerin sebebinin tembellik veya inanç sorunundan kaynaklandığını iddia etmek de günümüzde tartışılmaz gerçekler olarak halkın zihnine çivi gibi çakılmıştır. Buraya daha birçok sosyolojik saptamayı ekleyebiliriz, eğlence kültürü, sürekli değişimin zorunluluğu, hız tutkusu, tüketim kültürü vs. Halbuki bunlar değişmez ve tartışılmaz alanlar değildir. Bizim görevimiz tüm ideolojik manipülasyonlara savaş açmak, doğru sorularla hepsinin gerçek yüzlerini ortaya çıkarmaktır. Bu ideolojik bir savaştır.
İdeolojik savaş dönemlerinde önemli olan güçlü teoriler oluşturmaktır.
Zenginlikler küresel, sefalet ise yereldir. Ama ikisi arasında neden-sonuç ilişkisi kurulmadan halka medya yoluyla, sinema, tiyatro, müzik yoluyla, reklamlarla bunun böyle olduğu gerçeği empoze edilmektedir. Halbuki küresel zenginlikle yerel sefalet birbirine kökten bağlıdır.
İdeoloji konusuna girdiğimizde Louis Althusser’i anmadan geçemeyiz. Althusser’in kendi yaşadığı çağdan onlarca kat daha ideolojik bir çağda yaşamamıza rağmen sanki bugünleri öngörmüş gibidir.
Althusser okul, din, hukuksal kuruluşlar, kültürel kuruluşlar, meslek örgütleri, sendikalar, aile, kitle iletişim ve haberleşme kuruluşları (medya) gibi kurumları “Devletin İdeolojik Aygıtları” içinde sayar. Dini, devletin baskı araçlarından farklı olarak, ayrıca kurulu düzenin rıza ve onay üretme aygıtları içinde sayan Althusser, sosyal bilimlere çok önemli bir katkı yapar. Fransız düşünür, DİA’ların ideolojiyle, “Baskıcı Devlet Aygıtları”nın ise şiddet kullanarak işlediğini, örneğin yargı ve eğitim kurumları arasındaki temel farkın bu işleyiş özelliklerinde yattığını belirtir. Althusser, şöyle devam eder:
“Devletin İdeolojik Aygıtları (baskıcı) devlet aygıtıyla aynı şey değildir. Marksist teoride devlet aygıtının şunları kapsadığını hatırlatalım: hükümet, idare, ordu, polis, mahkemeler, hapishaneler vb. Biz bundan böyle bunlara Baskıcı Devlet Aygıtları dediğimizde, gözlemcinin karşısına, birbirinden ayrı ve uzmanlaşmış kurumlar biçiminde dolaysız olarak çıkan belirli sayıda gerçekliği belirtiyoruz.
(...)
Şunu biliyoruz DİA’lar Baskıcı Devlet Aygıtı ile aynı şey değildir. Baskıcı Devlet Aygıtı tümüyle kamu alanında yer almasına karşın, DİA’ların büyük bölümünün özel alanda bulunduğunu saptayabiliriz. Kiliseler, partiler, sendikalar, aileler, bazı okullar, gazetelerin ve kültürel kuruluşların çoğu özeldir.
(...)
Sınıflar ve sınıf mücadelesinin, Marx’ın tüm çalışmalarında doğrudan ya da dolayımlarla ele alınan temel konu olduğu açıktır. Marx’ın tüm yapıtlarının anahtar kavramı sınıflar ve sınıf mücadelesidir. Dolayısıyla, Devletin İdeolojik Aygıtları konusunun ele alınacağı bir çalışmada, ‘sınıf mücadelesi’ kavramına yer vermemek mümkün değildir. Kaldı ki ideolojiler hem sınıf mücadelelerinin alanı hem de en önemli aracıdır.”
Althusser, devamla, hiçbir sınıf ya da kesimin Devletin İdeolojik Aygıtları içinde ve üstünde kendi hegemonyasını kurmadan iktidarını sürdüremeyeceğini ve kalıcı olamayacağını belirtir.
Sık sık vurguladığımı biliyorum ama öğrenmenin temelinde tekrar var. Özellikle cahiliye dönemlerinde, büyük bir ideolojik yalan bombardımanı altında, doğru düşünce ne kadar tekrarlanırsa o kadar faydalı diye düşünüyorum.
Son otuz yıl içerisinde sol, kapitalizmin ahlaki bir kötülük olduğunu söylemekten öylesine korktu ki buna karşı sesi oldukça kısık çıktı, işte bu ideolojik bir yenilgidir.
Haftaya devam edelim...