Hiç kimse görmek istemeyen biri kadar kör olamaz. İdeoloji devrimciler için ne kadar güçlü bir silahsa, sistemin ideolojik aygıtları için de o kadar körleştirici bir güce sahiptir. Sistem ideolojik aygıtlarıyla kitleleri ilk olarak körleştirmektedir. Bunu yaparken de sanki birey bu ideolojiyi kendi yaratıyormuşçasına bir etkiyle yapar. Biz buna kişinin kendi kendisini sömürmesi diyebiliriz. Asıl zorluğun, mücadeleyi güçleştiren tarafın da bu olduğuna inanıyorum.
Körler dünyasında aydınlık bir yol arama çabasındayız.
Sistemin ideolojik aygıtları; kendi kendini sömüren insanı, kendi kendinin katili, kendi kendinin polisi olan insanı yaratmıştır.
Yeni yanıtların beklendiği zamanlarda, bilim ilk olarak soruları değiştirmekle işe başlar.
Büyük siyaset insanı Doğan Avcıoğlu dönemin ruhuna denk gelecek “Devrim” stratejisini “Zinde Kuvvetler” olarak siyaset sahnesine sokmuştu. Zinde Kuvvetler’i, Asker, Aydın ve Gençlik olarak tarif ediyordu.
https://tele1.com.tr/ideolojiler-savasi-ve-soldaki-guc-birligi-705992/
Neo-liberal düşüncenin ideolojik olarak ilk saldırdığı alanların bu olması tesadüf değildir. Önce ulus devlet ideolojisinin en temel zor aygıtı olan ulusal ordunun lağvedilmesi, zorunlu askerlikten profesyonel askerliğe geçiş bunun ilk adımıydı. Ulusal orduda asker, aslında halkın içinden gelen silahlı güçtü. “Jandarma biz kardeşiz” sloganı da buradan geliyordu. Profesyonel ordu ise yeni polis gücüdür ve halkın kardeşi değil düşmanıdır. Belirli bir sınıfı korumayı para ile yapan kişidir. Sonrasında üniversitelerin ve eğitim kurumlarının içinin boşaltılması, özel üniversiteler ve özel okullar sistemiyle hayata geçirildi. Aydınlar artık belirli grupların hizmetine beynini satan, korkak ve sadece kendini düşünen, kendi alanının dışına asla çıkmayan herhangi bir insan niteliğine indirildi. Aydınlar arasında liyakatin değil, biat etmenin yolu açıldı. (Buna en iyi örneklerden biri de, Batı’nın verdiği fonlarla STK’lar kuran, dergiler çıkaran, basın organları oluşturan bir sol liberal grubun oluşmasıdır. Bunlara fonlanan aydın diyebiliriz.)
Gençlik ise, tüketim kültürü ve sınırsız özgürlük vaadiyle ortadan kaldırılmış ve bir araya gelişleri engellenmişti.
Yıllarca bizlere, “Kapitalizmde herkes zengin olabilir” yalanını yutturdular. Şimdi ise, “Herkes meşhur olabilir” zırvasıyla gençliği zehirliyorlar.
Alain Badiou, Gerçek Yaşam kitabında, neo-liberalizmin gençliği nasıl kötürüm hale getirdiğini şöyle açıklıyor:
“Herkesin çok önemli kabul ettiği okulun krizi daha henüz başladı. Parçalama, özelleştirme, toplumsal ayrımcılık, yetersiz eğitim süreçleri giderek hızlanıyor. Neden? Çünkü okulun geniş kitlelerce paylaşılacak bir bilgiyi ya da işe yarar bir işçilik formasyonunu taşımasını istemiyoruz artık. Okuldan beklentimiz mükâfata layık bedenleri ayıklayıp korumasıdır...”
Kapitalist canavara teslim edilmiş gençliğe ilk sunulan şey, kendini ancak kişinin kendisinin inşa edeceğini salık vermekti. Kişi kendisini ancak kendi içindeki güçle inşa etmeye kalktığında doğal olarak, toplumdan ve tarihinden koparılmış oluyordu. Gençliğe sunulan, “Pazardaki ürünleri satın al, uslu dur, sen kimseden sorumlu değilsin, adaleti kendine göre inşa et...” vb. idi.
***
“Tekrar” öğrenmenin en ideal yoludur. Sistem ne kadar bizi yalan bombardımanı altına almışsa biz de doğruları aynı oranda tekrarlamak zorundayız. Tekrarın daha fazla kişiye ulaşması için, tekrar edenlerin çokluğu, yatay olarak yoğunluğu önemlidir.
Yatay anlatıcıları, teorileri toplumun her noktasına ulaştıracak kılcal damarlar olarak tarif edebiliriz. Tekrar önemlidir. Yatay anlatıcılar tekrar içindir.
Bir düşüncenin ideolojiye dönüşebilmesi için, hayatın her alanına sirayet etmesi gerekmektedir. Aile, okul, eğitim, gündelik hayat, aşk, evlilik, iş, eğlence vb.
Cahiliye döneminde en önemli tespit olarak önümüze gelen şey, cahillerin fütursuzca ve özgüvenle yanlış bilgileri yayma potansiyelidir.
Cahiliye toplumunda insanlar nasıl görünmeleri, nasıl yaşamaları ve ne tür ilişkiler geliştirmeleri gerektiği konusunda gerçekçi olmayan fikirler benimsemeye teşvik edilir. Burada inanmak bilmekten önce gelir. İnanç ve bilgi bir arada olsa bile, kolay olan inanmak olduğu için, bilgi diğer tarafa itilir. Ve maalesef ki tüm bu boşluklar ezilenlerin yanında olan, ilerici kesimler tarafından yok sayılır. Halbuki yok saymanın bir çözüm olmadığı aşikârdır.
Başarının bir ideal olarak görüldüğü bu dönemde yalan ve sahtekârlık ahlaksızlık değil, yeni bir ahlak modeli olarak karşımıza çıkar. Renata Salecl, Cehalet Tutkusu kitabında bu konuya şöyle bir açıklık getirir:
“Pek çok kişinin yeterince fark edilememekten şikâyet ettiği bir çağda, sahtekâr sendromu bu kaygıdan mustarip kişiler için acı verici olsa da neo-liberalizmin dayanağı olan başarı ve fark edilme ideolojisine meydan okuma ihtimaline kapı aralandığından toplumun geneli için pekâlâ özgürleştirici olarak algılanabilir.”
https://tele1.com.tr/ideolojiler-savasi-ve-soldaki-guc-birlig-711081/
Bu gerçekleri tespit ettikten sonra kendilerine ilericiliği, ezilenlerden taraf olmayı ve eşitlikçiliği baz alan kişiler için yapılacak tek şey durmadan konuşmak, anlatmak ve gerekirse aynı özgüvenle kitaplar, makaleler yazmaktır.
Ama bahsettiğimiz ilerici kesim hep “Söyleyeceklerimi zaten büyük üstatlar söyledi” demiş, “Acaba yanlış bir şeyler söyler miyim?” kaygısı duymuş ya da en amiyane tabirle, “Bana ne? Ne halleri varsa görsünler!” yaklaşımında bulunmuştur.
Halbuki –benim uydurduğum teknikle– bunun tek çaresi “Volan Kayışı” tekniğidir.
Volan Kayışı araba motorlarında, gücü başka bir yere taşıyan parça olarak tarif edilebilir. Bu ara işlemi yapan volan kayışı görünürde basit bir parçadır. Ama birikimi başka bir yere aktarmak çok önemlidir. Motorun ana işlevinin yani gücünün, lazım gelen diğer bölgelere aktarılamadığını düşünsenize. Bu durumda motor hiçbir işe yaramaz değil mi?
Şimdi motoru usta kabul edin. Usta, eğer gücünü tekerlere aktaramıyorsa aracın hareket etmesinde etkisizdir.
Yani kısaca anlatmak istediğim şu: Ustaların ya da bilgili insanların ortaya çıkardığı gücü, tekerleklere yani sıradan halka aktaracak araçlara da ihtiyaç vardır.
Üçüncü önemli nokta ise, ideolojik dünyanın bir algılar dünyası olmasından kaynaklanmaktadır.
Güçsüz düşen birey, toplumundan ve tarihinden koparılmış halde ve çaresizdir. Bunu tek bir cümleyle ifade edecek olursak, toplumdaki tüm bireylerin psikolojik olarak destek aramasıdır. Güçsüzleşen ve yalnızlaşan birey güven duygusunu kaybetmiştir. Cemaatlerin ve benzeri kurumların yayınlaşması tam da bu sebeple ortaya çıkmaktadır. Solun boşalttığı tüm alanları cemaatler doldurmaktadır. Kişisel gelişim guruları yeni şeyhler olarak insanları bir araya getirme çabasındadırlar. Köy dernekleri, ekolojik dernekler, hayvan hakları ile bir araya gelen insan grupları hep bunun sonucunda oluşmaktadır. İnsanlar bir araya gelmek istiyorlar ama ellerinde bir araya gelebilecekleri olanaklar olarak sadece bunlar var. Yeni moda komünler insanlar için sahte sığınma alanlarıdır. Kolektivizm bunun bir sonucudur. Kolektivizm bireyselleşmeden zarar gören, ancak kendine ait, bireysel olarak kendilerini kanıtlayamayan kişilerin ilk anda seçtikleri bir strateji olarak öne çıkar.
Bireyselleşme yüz yıl önceki anlamından ve modernizm çağından farklı olarak, cemaatlerin baskısından kurtulmak, gözetlenmeden ve sıkıştırılmışlık hissinden oluşan hislerden çok farklı bir anlam kazanmıştır.
Güçsüzlük, yetersizlik; bunlar postmodern çağın yeni hastalıklarıdır. Uyumsuzluk korkusu değil, uyum sağlamanın imkânsızlığını içinde barındırır. Sınırları ihlal etme değil, sınırsızlığın oluşturduğu baş dönmesinin sonucudur. Kendi kendini eyleme gücünü aşma talepleri değil, değişmez ve sabit kalmaya karşı nafile çabanın ürünüdür.
Bireyleşme ve bireysellik arasındaki derin farktır bu.
Düşünceler ve fikirler ancak tartışıldığı zaman gelişir. Tartışma olanaklarını yaratmak bugün ortak alanların yaratılmasıyla mümkündür. Her düşüncenin kendi başına bir ada oluşturduğu, düşüncelerin çarpışmadığı ortamlar güdük kalacaktır. On yıllara damgasını vuran enformasyon kirliliği sol için de geçerlidir. Her bireyin kendi haber mecrasını yaratması, kendi düşünce adacığını oluşturması, genç ve aç nesil için ulaşılmaz olmaktan başka bir durum yaratmamıştır.
Solda güç birliğine hem dikey olarak yeni ideolojinin yaratılması hem de yatay olarak bu ideolojinin topluma yayılması görevi düşmektedir. Bunun için koşullar mevcuttur. Ortak aklın üretilebileceği yeni ortak mecralar bulunmalı, bu tartışmalar örgüt çıkarı gözetilmeden, yeni aydınlık bir dünya için korkusuzca, korkmadan yapılabilmelidir.
1990’larda liberal solculara yenik düşen düşünce dünyası, artık tamamen inandırıcılığını kaybetmiş, insanlar için yeni bir yol arama serüveni içten içe başlamıştır.
Liberal ideologlar dünyaya kapitalistlerden ve faşist ideolojilerden daha fazla zarar vermiştir. Bunu bilakis biz de ülkemizde yaşadık. 2002 seçimlerinde bugüne kadar Türkiye tarihinin en kapitalistlerden yana olan AKP hükümetinin seçilmesinde, anayasa değişikliklerinde liberal ideologlar yapmıştır.
Prof. Dr. Erhan Nalçacı liberal ideologların tanımını ve tarihsel sürecini anlattığı yazının son bölümünde bize güzel ipuçları veriyor:
“Çağımız sosyalizme geçiş çağıdır ve sosyalizm liberal ideologluk denilen toplumsal işbölümü kategorisinin zeminini kurutacaktır. Çünkü işçi sınıfının gerçek bir siyasi öncüsü hiçbir zaman sermaye ile birlikte yaşamak istemez, sermayenin yaşam suyunu keserek toplumsal eşitliği sağlamayı amaçlar.
Ancak her seferinde farklı bir kurnazlıkla bu kaçınılmaz sonu engellemeye çalışan liberal ideologlarla keskin ve anlık mücadelemiz sosyalizmin zaferine kadar bütün şiddetiyle sürecek.”
Günümüzde ideolojik mücadelenin ne kadar önemli ve elzem bir sorun olduğunu ortaya koyuyor. Gün arınma ve yeniden doğma günüdür.
Yunanca Anabasis kelimesini burada anmak istiyorum. Anabasis, yeniden yükselerek geri dönmek anlamına gelir. Erişilmesi güç bir istikamete doğru geri dönen ya da yeniden yükselen bir yolculuktur.
Gün yeniden, daha büyüyerek, güçlenerek yola çıkma günüdür.