Neo-liberal ekonominin siyasi yönüne bakmadan konunun anlaşılması oldukça zor görünüyor. 1970’lerden sonra paranın küreselleşmesi, şirketlerin finans kapitalin eline geçmesi için ulusal sınırların ortadan kalkması gerekiyordu. Para sınırsız özgürlük istiyordu, İcat edildiği günden bu yana hep özgürlük istemişti. Paranın merkezinde olanlar, dolaşımın hızlanması için sınırların ortadan kalkmasını istediler. 1950’lerden 1970’lere kadar ortaya çıkmış olan, ulusal bağımsızlık savaşı verip, bağımsızlığını ilan eden ülkeler, savaşlar ilan etmekle işe başladılar. Birçoğunu karşıdevrimler düzenleyerek yaptılar. 1979’dan 1983’e kadar on üç ayrı karşıdevrim örgütlendi. Bunlardan bir tanesi de Türkiye’de oldu. Ülkemizde yapılan karşıdevrimin amacı 24 Ocak kararlarını rahatça hayata geçirebilmekti. Çok hızlı geçtiğimin farkındayım ama yerimiz dar. 24 Ocak kararları çok net olarak neo-liberal ekonomiye geçişin düzenlemeleri ve yasalarıydı. Herkesin kulağında kalan Adam Smith’in “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler!” deyişi Turgut Özal’ın sloganı olarak tarihe geçmiştir. Karşı darbe yapamadıkları, yapma gereği duymadıkları ülkelerde ise içsavaşlar çıkarmak durumunda kaldılar. Böl, parçala, yönet, en kolay sömürme stratejisidir. Bunun bugün neo-liberal dünyanın en büyük derdini yaratacağını elbette kestiremiyorlardı ya da kestiriyorlar ama para her şeyden daha cazip geliyordu. Ucuz işgücüne ulaşmanın, taşeronlaşmanın iki yöntemi vardı. Birincisi, ucuz işgücünün olduğu ülkelere sermayeleri kaydırmak, bu ülkelerde siyasal ve yasal düzenlemeleri hazırlamak. İkincisi ise, ülke içine kaçak göçmen grupları sokmak veya gelenlere göz yummak. Uzun süre bu dışarıdan gelen kaçak göçmen işçiler neo-liberallerin çok işine yaradı. Ama sonrasında bu dış göç iki şeye sebep oldu. Birincisi yeni faşizm olgusunu yarattı. İkincisi ise göçlerin kontrollerinin dışına çıkması ve bunun neticesinde de Roma’nın çöküşü gibi, kendi çöküşlerinin de hazırlandığını görmeleri. Son on yıl içerisinde Batı intelijansının bunu tartışması boşuna değil. Bu konuda Richard Sennett’in Kamusal İnsanın Çöküşü kitabının ilk bölümlerine bakmak yeterlidir. Ülke içindeki işgücü, dışarıdan gelen bu ucuz işgücüne kin duymaya başladı. Şu an ülkemizde yaşanan durum da tam olarak budur. Yeni faşizm olgusu konumuz için önemli. Çünkü bir üretim modeli olarak neo-liberalizm bunu ortaya çıkarmış oldu. Yeni faşizm olgusu yeni tür karakter yarattı. Zaten aşırı bireyselleşen ve tüm sermayesinin kendisi olduğunu düşünen bir insan karakteri üzerine bir de kendisinden başka her şeyden nefret eden, kin duyan, gerektiğinde kan akıtmaya varan yeni faşist insan karakterini de ortaya çıkarmış oldu. Yeni faşizm olgusu da ayrıca değerlendirilmesi gereken önemli bir konu ama onu da diğer yazılara bırakmak zorundayım. Konuyu merak edenler Ergin Yıldızoğlu’nun Yeni Faşizm kitabını okuyabilirler. Ucuz işgücü gelişmiş ülkelerde eğitimli gençler arasında büyük bir işsizlik oranı yarattı. Eğitim konusuna ileride değineceğiz ama şimdiden bir ön giriş yapacak olursak, özellikle 1950’lerden sonra, büyük köylerden kentlere göçle birlikte, alt sınıflar için eğitim iş bulmanın en garantili yoluydu. Köyden kente göçenlerin çocuklarına ilk söylediği hep şu olurdu: “Oku, hem kendini hem de bizleri kurtar.” Günümüze geldiğimizde ise, özel okullar, eğitimin yaygınlaşması ve değersizleşmesi, okumayı iş bulmanın garanti yolu olmaktan çıkardı ve geriye, okumuş olan gençlerin iş beğenmemesine dek uzandı. Bazı meslekleri yapacak kimse kalmadı. Bu da dış göçlerle gelenlerin o beğenilmeyen işlere sahip olmalarının yolunu açtı. 1960’larda Türkiye’den giden Almancı vatandaşlarımızın yaşadığını, bugün bizim ülkemize gelen göçmenler yaşamaktadır. Hastabakıcılık, hademelik, ev işleri ve taşımacılık gibi işler, istikrara ve işin kendi kültürel betiminden çok para kazanmaya odaklanan göçmen işçilere bırakılıyor. Bu sadece bedensel işlerde olmuyor, devlet bürokrasisinde de aynı bakış açısı mevcut. Genç okumuş insanların karakter oluşumu sırasında, iş dünyasında kariyer yapmak için risk alma gerekliliği vurgulanıyor; gençlerin giderek artan bir yüzdesi bu cazibeye kapılarak öğretmenlik ya da memurluk gibi işlerden uzak duruyor. Buna sadece değerler meselesi olarak bakmak da yanlış; maaş ve istihdam koşulları büyük bir rol oynuyor. Kültürün yaptığı, genç bir insanın bu tür bir işe olan inancını, insanın bir bürokrat olarak toplumun daha geniş kesiminde saygı kazanacağı inancını azaltmak. “Beceri toplumunda işsizlikle karşı karşıya olanların pek çoğu eğitimli ve vasıflı; ama istedikleri işler, dünyanın vasıflı emeğin daha ucuz olduğu yerlerine göç etti. Yani artık tamamen başka türden vasıflara ihtiyaç duyuluyor.” – Sennett Esnek üretim modeli sürekli olarak ucuz işgücüne yönelir Neo-liberal düşünürlerin ideolojik olarak yaptığı şey, itiraz etmeyen, fakirliğin doğal bir sonuç olduğunu kabullenmiş insan topluluğu yaratmaktı. Burada araya girip, Marx ve Althusser arasındaki farka değinmekte fayda var. Marx’ın devletin zor aracı kavramına karşılık Althusser devletin ideolojik aygıtlarının da ne kadar önemli olduğuna vurgu yapar: “Devletin ideolojik aygıtları, baskıcı devlet aygıtıyla aynı şey değildir. Marksist teoride devlet aygıtının şunları kapsadığını hatırlatalım: hükümet, idare, ordu, polis, mahkemeler, hapishaneler vb. Biz bundan böyle bunlara Baskıcı Devlet Aygıtı adını vereceğiz (...) Devletin İdeolojik Aygıtları dediğimizde, gözlemcinin karşısına, birbirinden ayrı ve uzmanlaşmış kurumlar biçiminde dolaysız olarak çıkan belirli sayıda gerçekliği belirtiyoruz. (...) Şunu biliyoruz: Devletin İdeolojik Aygıtları Baskıcı Devlet Aygıtı ile aynı şey değildir. Baskıcı Devlet Aygıtı tümüyle kamu alanında yer almasına karşın, ideolojik aygıtların büyük bölümünün özel alanda bulunduğunu saptayabiliriz. Kiliseler, partiler, sendikalar, aileler, okullar, gazeteler ve diğer kültür aygıtları...” Aslında benim de bu yazı dizisinde yapmak istediğim, üretim biçiminin toplumsal olarak nasıl yeni insan tipini ortaya çıkardığı. Bu yeni insan tipinin ortaya çıkması ile sadece siyasi değil aynı zamanda felsefeyle yoğrulmuş neo-liberal düşüncenin kodlarını yakalayabilmek. Neo-liberal düşünürlerin ezilenlere özgürlük ve eşitlik vaadiyle yola çıkarak, tüm ideolojik aygıtları kullanıp, özgürlükleri nasıl yok ettiğini ve eşitsizliği nasıl körüklediğini ispat etmek. Bu ideolojik aygıtlardan, aile, eğitim, kadın erkek ilişkisi, tüketim kültürü, yaşlanma gibi olguları yazı dizisinin diğer bölümlerinde ayrıntılarıyla ele alacağımız için burada bırakıyorum. Esnek Üretim Modeli sürekli ucuz işgücüne yönelir demiştik. Bu sadece diğer ülkeleri sömürerek, ucuz işgücünü göçlerle sağlayarak yapmıyor, daha ucuz işgücü olan kadınları da buna dahil ediyor. “İşçi sınıfından pek çok kadın emek gücüne ara sıra, evdeki ihtiyaçları karşılamak için dahil oluyordu. Bu kadınlar için çalışma sadece bir araçtı. Fakat sürekli çalışan kadınlar için çalışma, erkeklerde olduğu gibi, ailevi ve toplumsal olarak önemliydi. Yaptığım hatanın nedenlerinden birine Claire Siegelbaum işaret etti: İşçi kadınlar çalışmalarının önemini eşleriyle paylaşmama eğilimindeydi çünkü aile içi cinsiyet rolleri bunu gerektiriyordu.” – Sennett Sonuç olarak: Otokratik kapitalizm dönemindeki insan karakteriyle, neo-liberal kapitalist dönemdeki insan karakteri arasında belirgin bir uçurum oluştu. Bu yeni insan tipini, karakterini incelemeye çalıştığımızda sadece üretim modelinden dolayı ortaya çıkmış yeni karakterden bahsetmemizin doğru olmadığı, bunun yanı sıra yeni olgu olarak neo-liberalizmin felsefi ve diğer ideolojik aygıtlarla bunu yarattığını saptamış olduk. Konunun buraya kadarki kısmını şöyle özetleyebiliriz: Neo-liberalizm olgusu, erozyonu, yeni bir eşitsizlik formülasyonu yarattı. Neo-liberalizm, insanları demir kafesten kurtaracağını iddia etmişti. Eski kurumsal ve otokratik yapı, esnek örgütler alanında gerçekten de yıkıldı. Onun yerine yeni bir iktidar modeli geldi: Otokrasinin ya da buna bağlı olarak bürokratik yapının ara katmanları da darmadağın ettiğini görüyoruz. Artık iktidarın merkezi çevreyi kontrol ediyor ve demokrasi kavramının tersi olarak tüm katmanları ortadan kaldırıp tek bir yere, en üst kademeye bağlıyor. Bu yeni iktidar biçimi kurumsal otoriteden sakınıyor. “Başı çeken örgütler, sadakat, enformel güven ve birikmiş kurumsal bilgi eksiklikleri yaratıyor. Bireyler söz konusu olduğunda, çalışmanın değeri yüksek kalabilse bile, işin kendisinin manevi prestiji dönüşüyor; başı çeken şirketlerdeki işler, çalışma etiğinin iki kilit unsurunu yerinden çıkarıyor: Sonraya bırakılmış doyum ve uzun vadeli stratejik düşünme. Toplumsal olan her şey böyle küçülürken kapitalizm yerinde duruyor. Eşitsizlik giderek artan bir şekilde yalıtıma bağlanıyor. Siyasetçiler ise bu tuhaf dönüşümü kamu alanındaki ‘reformlar’ için bir model olarak kullanıyorlar.” – Sennett Katı olan her şey buharlaşıyor teziyle birlikte mevcut olan tüm birikimlere, tarihe ve geleceğe karşı savaş açılmıştır. Değerler sisteminin yerine amorf, ne söylediği anlaşılamayan, okunamayan bir dünya sunulmuştur. Paranın küreselleşmesi ilk hedef olmuş, bu hedef doğrultusunda kazanılan ulusal bağımsızlık savaşları bertaraf edilmiş, bütün ulusal sınırlar yıkılmış ve ekonomik olarak geri kalmış tüm toplumlar yeni taşeron alanları ve ucuz emek gücü potansiyeli olarak, büyük şirketlere açılmıştır. Yarış psikolojisi ve beceri insanlara olmazsa olmaz bir yapı gibi sunulmuş, ideolojik aygıtlarla bu insanların kafasına kazınmıştır. Yarış psikolojisi insanları diğer insanlara karşı kuracağı tüm ortaklık fikirlerine kapatmıştır. Patronun silikleşmesi ve işçi hareketlerinin yok oluşu insanları tamamen savunmasız ve ortada bırakmış, kinlerini akıtacağı anları tüketim kültürüyle ya bertaraf edilmiş ya da yeni faşizm olgusuyla başka mecralara kaydırmıştır. Geleceğin yok edilmesi ya da silikleştirilmesi insanı tek başına ve örgütsüz bırakmış, mevcut olan tüm bağlantılarını koparmıştır. Deneyimden bağımsız kazanma fikri, insanları emeklerine yabancılaştırmış, yaptığı işi iyi yapma fikrinin yerine, pozisyon almanın yüceliği vurgulanmıştır. “Potansiyel kabiliyetin sosyal ifadesi, ‘Herkesle çalışabilirim’dir. Becerebilirsin, performans öznesinin düpedüz bin bir parçaya ayrılmasına yol açan muazzam baskılar üretir. Kendi kendine uyguladığı baskı ona özgürlük olarak görüneceğinden, aslında ne olduğunun farkına varamaz. ‘Becerebilirsin’, ‘Becermelisin’den bile daha çok baskı üretir. İnsanın kendi kendine uyguladığı baskı, bir başkasının uyguladığı baskıdan çok daha ölümcüldür, çünkü kişinin kendine karşı koyması mümkün değil. Neo-liberal rejim baskıcı yapısını, kendini artık tabi olan özne olarak değil de, planlanacak bir proje olarak kavrayan tekil bireyin görünürdeki özgürlüğünün ardına gizler. İçinde yaşadığımız rejimin esas hilesi işte budur. Dahası, başarısızlık kişinin kendi suçudur ve bu suçu artık hep yanında taşıyacaktır. Kendi başarısızlığı için suçlayabileceği hiç kimse yoktur. Artık borçtan kurtarma ve kefaret ödeme olanağı da kalmamıştır. Bunun sonucunda sadece bir borç krizi değil, mükâfat krizi de baş gösterir.” – Sennett Değişim fikri sürekli pompalanmış, değişmezsen yok olursun anlayışı insanlara kabul ettirilmiştir. Halbuki rutin, insana zarar verdiği kadar onu koruyabilir de: Emeği parçalara ayıran rutin aynı zamanda yaşamı bir araya getirebilir. Sendikalar geleceğin işgücünü şekillendirmekten ziyade mevcut işçilerin işlerini korumaya odaklanarak meseleyi tüm yönleriyle düşünmeye odaklaştırmıştır. Yazı dizisinin bundan sonraki bölümlerinde yeni üretim biçiminin: Aile ve kadın erkek ilişkisini nasıl değiştirdiğini Eğlence kültürünün geçirdiği evrimi Eğitim modelinin nasıl değiştiğini ve sonuçlarını Yaşlanma kâbusunun insanlar üzerindeki etkisini Erotizmin nasıl pornoya dönüştüğünü ve aşk kavramını Siyaset adamlarının ve yeni siyaset anlayışının oluşumunu “Yeni Faşizm” olgusunu irdelemeye çalışacağım. Öneriler ve eleştiriler için bana ulaşacağınız mecralar: erturk.aksun@destekyayinlari.com Twitter/@erturkaksun